Psikoloji

Neden Aşık Oluyoruz? – Lucy Vincent

GİRİŞ

Aşkımızın Tarihi

İnsan âşık olarak doğar. Onun ilk aşk nesnesi onu kucağına alıp sütünü ve gülücüklerini eksik etmeyen kişidir. Hayatının geri kalanı, bazen tatmin edici (Mutlu aşklar vardır!), fakat genellikle tam tersi trajik bir sonla bitecek uzun bir aşk arayışından ibaret olacaktır. Karmaşık bir ilişki içinde olanlar da dahil hiç kimse aşktan başka şey düşünmez. Aşk insan soyunun gerçeğidir; belki hayvanlar da âşık olabilir fakat onlar bunu ifade etmek için kelimelere sahip değildir.

Âşık olma hali bizim bir başkasına olan arzumuzun sınanmasıdır; bu başkasının varlığını ve onunla alışverişi gerektirir. Kullandığımız dil, tüm biçimleriyle, vücudumuzun gayri ihtiyarî başka bir vücuda durmaksızın hayran olmasının yani onu arzulamasının ifadesidir. O halde aşk gevezedir. Aşk konuşturur veya yazdırır, zaten aşk üzerine çok şey konuşulmuş ve yazılmıştır da.

Benimse aşka adanmış ve binlerce eserden oluşan evrensel kütüphaneye yeni bir katkı yapma arzum veya gücüm pek yok. Papatya falında aşk aramaya tekabül eden saflığımı mazur görün. Yine de aşk ve âşık olma halinin arasındaki esas farka veya “âşık olma” olgusu ile “aşkla sevme” (gerçek olacak tek aşk) olgusu arasındaki farka hiç girmemeye çalışacağım.

Nesnenin çekiciliğinin doygunluk elde edildiğinde ortadan kalktığı, yalnızca “cinsel ilişki” ihtiyacının yarattığı gerilimin giderilmesiyle sınırlı olan salt cinsel ilişkiye karşılık, Freud bu tuzaktan kaçınarak âşık olma halini “asıl aşk” olarak adlandırdığı şeye dahil eder. Burada sadece insanın hayvani yönü söz konusudur. İnsan söz konusu olduğunda, âşık olmak hakkında genel olarak anladığımız şey arzunun ve sevginin (bir tek bu kelime bile birçok gelişmeyi haklı kılar) özel birlikteliğini gerektirir.

Âşık olmanın tanımını çok deşmeyeceğim. Yaklaşık yirmi yıldan beri “âşık olmanın biyolojisi”nde görülmeye değer bir ilerleme kaydettik. Bu ilerleme, çılgınca hazdan en karanlık ıstırabımıza kadar tüm duygularımıza eşlik eden arzu ve duygusal hallerin altında yatan mekanizmaların incelenmesinden başka bir şey değildi. İçebakışa dayalı yaklaşımlar dışında, bilimsel ve nesnel bir açıdan yaklaşılan psikoloji, aşkın seyrini aydınlatan verilerden yoksun değildir.

Darwinci kurallara sıkıca bağlı bir biyolog için aşk özel bir araçtır, reprodüksiyona adanmıştır ve türlerin hayatta kalmasını sağlamak dışında bir amacı yoktur. Ancak orgazm yaşayan kadın yurdunun tehlike altında olduğunu ne kadar düşünüyorsa, menisini eşinin “kutsal vazosuna” bırakan erkek de tehlike altındaki türlerin korunması gerekliliğini o kadar düşünür.

Bu, aşk stratejilerinin doğal seçilim ve evrim tarafından dayatılan kurallara itaat etmesini engellemez. Ben bunların gizli yanlarını, güçlerini ve sınırlarının nerede olduğunu göstermeye çalışacağım. Bu kitapta ruh halinden çok hormonlar, feromonlar ve aracılar konu edilecektir. Ancak, aşkın bu araçları, eğer erkeklerin ve kadınların davranışları ve düşünmeleri esnasında bunları nasıl kullanıldığını anlarsak, bize bir şey ifade eder.

“Bir çift nasıl bir araya gelir?”, “Nasıl ve ruhsal yaşamın hangi stratejileri sayesinde bu beraberliği sürdürür?” gibi zor soruları cevaplandırmaya çalışacağız. Aşkın sona ermesinin nedenlerini ve sonuçlarını veya aşkın eksikliğini ve bunun sağlık üzerindeki can sıkıcı sonuçlarını ortaya koyacağız. Kıskançlığın zehirleyici köklerinin uzandığı dipsiz kuyuyu keşfedeceğiz.

Nihayet iyileştirici aşk ve hastalıklı aşkın yanı sıra geleneklerin ve günümüz biliminin bize sunduğu çareleri de göreceğiz. Bu kitabı bitirdiğinizde, yüreğiniz çok daha güvenle dolu olarak aşk arayışına çıkmazsanız, görevimde başarısız olmuşum demektir. Aramızdan bazıları sevme veya sevilme şansına nail olmuştur belki. Böyle bir mutluluk benim hepinize temennimdir.

DAYANILMAZ BİR ÇEKİCİLİK

“Aşk alnımızdaki ateş gibidir,
elimizde olmadan çıkar,
elimizde olmadan düşer.”

Stendhal, Aşk Üzerine.

Bazıları bilfiil aşkı arar, fakat çoğu kimse bunu düşünmeden yapar. Her halükârda aşk çoğu kez beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkar, sanki onu ne kadar az ararsak o kadar kolay bulacağımızı göstermek istercesine. İki insanı birbirine çeken uyarıcıların, belirtilerin ve bilgilerin büyük bir kısmı beynin bilinçli kısmından geçmez; hiçbir şey aramadığımızı sanırız ama gerçekte başkalarına devamlı sinyaller gönderip almaktayız.

Aksi zaten düşünülemez; evrim insan vücudunu olabildiğince verimli olması için iki temel alanda biçimlendirmiştir: Hayatta kalma ve reprodüksiyon. Bizi yöneten vücutlarımız ve beynimiz bizi eşleşmeye doğru yönlendirmek için yapılmıştır. Kariyer, spor veya uzun bir seyahat gibi projelerimiz olsa dahi hiçbir zaman emniyette değiliz, her an genetik kaderimizi yerine getirmek üzere âşık olabiliriz.

BİRİNİ Mİ ARIYORUZ?

İlk görüşte aşk anının önemli bir an olduğunu ve hayatımızda önemli bir olay teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu an gonada-tropinler, ereksiyon ve testosteronla alakasız olan ve iki kişiyi ilgilendiren şiirsel, romantik ve belirleyici bir andır. Hakiki bir tanınma, gerçek bir bağdaşma ve bundan böyle birbirleriyle bir çift oluşturuyor olmanın verdiği bir rahatlık söz konusudur: Daha önceki iki insan artık bireysel olarak hareket etmemektedir çünkü birbirlerinin varlığından haberdardır. Nörobiyologlar olanları bu şekilde görebilir ve aşk ile cinselliği birbirine karıştırmazlar; keza aşk ile bağlanmayı da öyle.

Cinsellik, Aşk ve Bağlanma

Helen Fisher ve nörobiyologlardan oluşan ekibi cinsel bir birlikteliğin oluşumu esnasında üç aşama veya çekim seviyesi olduğunu belirtmiştir:
1) Cinsel arzu (Libido) kati bir cinsel doyum gereksinimi olarak nitelendirilir ve belirli bir insanın varlığına bağlı değildir.
2) Karşı cinsten bir kişiye duyulan çok özel çekim, ilgimizin ve enerjimizin nesnesi olma; erinç, hedefteki kişiye yönelik baskın düşünceler ve yine bu kişiye karşı bastırılamayan duygusal bir bütün olma diye nitelendirilir. Burada tabii ki aşk söz konusudur.
3) Bağlanma veya ilişkinin zamanla oturması; hayvanlarda yuvanın kurulması, bölgenin korunması ve yiyecek dahil karşılıklı bakım olarak nitelendirilirken, insanlarda büsbütün eşit fonksiyonlar söz konusudur. Bu aşamada amaç tabii ki çocukların eğitimidir.

Cinsellik, aşk ve bağlanma arasında elbette bağlar vardır ama farklılıkların da olduğu bir gerçektir. Bu farklılıklar ayrı fakat birbirine bağlı serebral sistemleri içerir [1] ve Aziz Pavlus’un (*1) yorumuna göre, bu üçünün içinden en önemlisi ve en azından bizi en çok ilgilendireni aşk ve başka birine duyulan çok özel çekimdir; bu kişi zihnimizden hiç çıkmaz ve hayatımızın bir bölümünde tek akla uygun cinsel partner halini alır. Bu çekim çok sayıda emareye dayanır. İki kişinin birbiriyle anlaşması için gereken birçok ayırt edici özellik o kadar önemlidir ki âşıkane rastlantı sık karşılaşılan bir olay değildir. Hatta yaşayan her bir kişi için sadece bir eşin mümkün olabileceğine dair bir efsane bile vardır; “doğru kişi” bulunmalıdır; örneğin bu kişi Anglosaksonlar için Mr. veya Mrs. Right’tır (“Bay veya Bayan Doğru”). İşte bu yüzden, istesek de istemesek de böyle yaratıldığımız için birini arıyoruz!

KİMİ ARIYORUZ?

Her şeyden önce biz sadece genlerimize işlenmiş görevimiz gereği üremeye çalışıyoruz. Biyolojik bünyemiz bizim karşı cinsten bir eşe gereksinim duyduğumuzu ortaya koyar. Bu eş hayatta kalma şansı olan bir çocuk doğurma ihtimalini azami düzeye yükseltmek için bizim genetik donanımızı tamamlar ve çocuğun gelecekte hayatta kalma ve reprodüksiyonunu temin etmek için en yüksek niteliklerini seferber eder. Biz kendimiz “sağlıklı” veya “verimli” genler taşıyor olabiliriz, fakat “kusurlu” genler taşıyan biriyle birleşmemiz halinde çocuklarımızın uzun vadede hayatta kalma şansı azalacaktır. Evrim, hayatta kalmayı destekler ve verimsiz vücutlara düşen genleri, geleceği olmayan bir kuşağın çıkmazına hapseder ve genlerin arkasından gözyaşı dökmez. Buna karşılık, eğer aktif olarak bir cinsel partner aramak için gerekli araçlara sahipsek ve bu araçlar kendi genlerimizi, örneğin hem hastalıklara karşı dayanıklı olan hem de bizim eksikliklerimizi tamamlayabilen bir gen kümesine karıştırmamıza imkan verecekse, çocuklarımızın hayatta kalma şansını büyük ölçüde artırabiliriz.

Zaman içinde, netice itibariyle iki çeşit gen bütün dikkatleri üzerine çekti: Tabii ki bu iki gen hayatımızı güven altına almakla kalmıyor, aynı zamanda uygun bir eş bulmamıza da yardım ediyor ve bu eş tarafından seçilmemizi sağlıyor, çünkü, başka türlüsünü öğreninceye kadar, üremek için çift olmak zorundayız! Kimi “yakışıklı” veya “çirkin” bulduğumuza dair çekim kıstasları, doğrudan doğruya genomların kalitesini göstermeye yönelik belirtilerin evrimine dayalı bir seçilim sonucudur. Partnerlerin seçiminin bu şekilde tasavvur edilmesi, evrim biyolojisinde son yirmi yılda patlama yapan yeni bir dalın ortaya çıkması ile sonuçlanmıştır. Gerçi Darwin’in kendisi de partnerlerin çekicilikleri itibarıyla cinsel özelliklerin seçilimine dair fikirleri ortaya atmıştı. Bu kavram muhafazakârları o kadar rahatsız etmişti ki yaklaşık bir yüzyıl boyunca göz ardı edildi.

Reprodüktif faydayı temel alan bu muhakeme homoseksüelleri aşktan a priori dışlıyormuş gibi görünebilir. Gerçekte, homoseksüeller de tıpkı heteroseksüeller gibi aynı genlerle dünyaya gelirler; bu demek oluyor ki eğer evrim başka bir bireye karşı çok güçlü çekimi mümkün kılan mekanizmaları ortaya çıkardıysa hayatları boyunca kontraseptif araçlar kullanan ve üremeyen heteroseksüellerde olduğu gibi, homoseksüeller de bu mekanizmaların etkisi altındadır.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Oğuz Cebeci – Psikanalitik Edebiyat Kuramı

Editor

Sigmund Freud – Uygarlığın Huzursuzluğu

Editor

Uğur Canpolat – Psikoloji Sohbetleri

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası