Yazarın Notu; Bu roman Tigre Juan Ödülü’nü kazanmadan birkaç gün önce, ödülün jüri üyeleri tarafından Oviedo’da okunmaktayken binlerce kilometre ötede, kendilerinden daha büyük suçlular tarafından – pahalı takım elbiselere ve bakımlı tırnaklara sahip “ilerleme” uğruna çalıştıklarını söyleyen kalantorlar tarafından- kiralanan ve silahlandırılan bir grup katil, Amazon’un en şerefli savunucularından ve Evrensel Ekolojik Hareket’in en önemli isimlerinden birinin yaşamına son vermekteydiler.
Az laf edip çok iş başaran sevgili dostum Chico Mendes; bu roman sana asla ulaşamayacak olsa da Tigre Juan Ödülü, bana olduğu kadar sana ve senin yolunda devam edenlere aittir; sahip olduğumuz biricik dünyayı savunmak için bu yola hep birlikte baş koyduk.
Uzaklardaki dostum, Yukarı Nangaritza’daki Sumbi Shuarlarının lideri ve Amazon’un yiğit bekçisi Miguel Tzenke’ye. Sihir kaynayan anlatılarla dolup taşan bir gecede, yeşil ve gizemli dünyası hakkında bana aktardığı kimi ayrıntılar sayesinde daha sonradan ekvator kıyısındaki cennetimizin başka bir kayıp köşesinde bu öyküyü oluşturdum.
Gri bulutlar, şiş bir eşek göbeği gibi tehditkâr bir tavırla insanların başlarının birkaç karış üstünde asılı duruyordu. Ilık ve yapışkan rüzgâr yerdeki yaprakları dört bir yana savuruyor, belediye binasının önünü süsleyen bodur muz ağaçlarını şiddetle sallıyordu. El Idilio’nun az sayıdaki sakini ve civar köylerden gelen bir avuç dolusu altın arayıcısı iskelede toplaşmış, hastalarının acılarını dindirmek için ilginç bir lokal anestezi yöntemi uygulayan Diş Hekimi Rubicundo Loachamin’ in portatif koltuğuna oturmak için sıra bekliyorlardı.
“Acıyor mu?” diye soruyordu Dişçi. Kan ter içindeki hastalarsa buna karşın koltuğun kolçaklarını sımsıkı kavrayıp gözlerini faltaşı gibi açıyorlardı. Dişçi’nin haşin ellerini ağızlarından çıkarıp ona okkalı bir küfür savurmaya yeltenenler adamın kuvvetli kolları ve otoriter sesi tarafından etkisiz hale getiriliyordu: “Rahat dur, sıçtığımın! Çek şu ellerini! Canının yandığını ben de biliyorum. Suç kimde peki? Ha? Bende mi? Suç hükümette!
Bunu Herkes teknenin gelişini heyecanla beklerdi, çünkü tükenmeye yüz tutmuş tuz, benzin, bira ve ateş suyu stokları yenilenebilecekti. Dişçi’yi gördüklerindeyse yüreklerine su serpilirdi, zira ağızlarında ufalanıp duran takma diş kalıntılarını tükürmekten bıktıklarından Dişçi’nin kardinal kırmızısı bir örtünün üstüne dizdiği takma dişleri denemeye can atarlardı.
Dişçi, hükümete veryansın ederken bir yandan da hastalarının dişetlerine tutunan son diş kalıntılarını temizliyor, sonra da ağızlarını ateş suyuyla çalkalamalarını emrediyordu: “Hadi bakalım. Bu nasıl oldu?” “Sıkıyor. Ağzımı kapayamıyorum.” “Hay içine edeyim, amma narin tiplersiniz be! Bir de şunu dene bakalım.” “Bol geldi. Hapşırırsam ağzımdan fırlayıp gider.”
“Burada nereden nezle kapacaksın, dümbelek. Aç ağzını.” Böyle karşılıklı atışıp dursalar da hastalar Dişçi’nin bir dediğini iki etmiyorlardı. Farklı takma dişleri denedikten sonra en rahatında karar kılıp fiyat konusunda pazarlık ediyorlar, ardından da Dişçi kalan takma dişleri kaynamış klorlu suyla dolu bir tencereye koyarak dezenfekte ediyordu.
Doktor Rubicundo Loachamin’in portatif koltuğu Zamora, Yacuambi ve Nangaritza nehirlerinin kıyısında yaşayanların gözünde başlı başına bir hastane gibiydi. Halbuki kaidesi ve kenarları beyaza boyalı eski bir berber koltuğundan ibaretti. Sucre’nin kaptanının ve mürettebatının hep birlikte ancak kaldırabildiği portatif koltuk, Dişçi’nin “muayenehanem” dediği bir metrekarelik çatkının üstüne yerleştirilirdi. “Muayenehanemde benim sözüm geçer ulan! Burada ben ne dersem o olur. Koltuktan kalkınca bana canınızın istediği gibi sövebilirsiniz: dişsöken, ağızbiçen, dildöven… Sonra da kafayı çekmeye bile başlarsınız zaten.”
Sırasını bekleyenlerin yüzlerini müthiş bir keyifsizlik kaplardı. Dişçi’nin kerpeteninin tadına bakanların yüzlerine de benzer ifadeler hâkimdi. Muayenehanenin yakınında olup da gülümseyebilen yegâne insanlar, biraz ötede çömeldikleri yerden olan biteni izleyen Jibarolardı. Jibarolar, “Apaçilerin”, yani beyazların âdetlerini benimsedikleri için kendi halkları olan Shuarlar tarafından aşağılık ve yozlaşmış muamelesi gören Yerlilerdi.
Beyaz paçavralara sarınan Jibarolar, İspanyol fatihlerin kendilerine taktığı bu ismi hiç direnmeden kabul etmişlerdi. Amazon’un en kuytu köşelerini avuçlarının içi gibi bilen, azametli ve onurlu Shuarlar ile El Idilio’nun iskelesinde toplaşıp sadaka olarak bir yudum içki verilmesini bekleyen Jibarolar arasında dağlar kadar fark vardı. Jibarolar nehirden çıkardıkları taşlarla biledikleri sivri dişlerini göstererek sırıtıyorlardı. Dişçi onlara, “Sizlere n’oluyor?
Ne bakıyorsunuz ulan? Bir gün elbet elime düşeceksiniz, maymunlar sizi!” diye laf atıp duruyordu. Kendilerine hitap edildiğini fark eden Jibarolar keyifle karşılık veriyorlardı: “Jibaroların dişler sağlam olmak. Jibarolar çok maymun eti yemek.” Bazen hastalardan biri kuşları havalandıran bir çığlık koyuveriyor ve bir eliyle Dişçi’nin kerpeteninden kurtulup öbür eliyle palasının kabzasını kavrıyordu. “Adam gibi dur, dangalak!
Canının yandığını ben de biliyorum. Suçun kimde olduğunu biraz önce söyledim. Sakın bana kabadayılık etmeye kalkma! Kımıldamadan otur da taşaklı mısın, değil misin görelim.” “Aman, Doktor, canımdan can koparıyorsun. İzin ver de bir fırt çekeyim.” Dişçi, son hastasının da işini gördükten sonra derin bir nefes aldı.
Alıcısı çıkmayan takma dişleri kırmızı örtüye sarmaladı ve aletlerini dezenfekte ederken yanından geçen bir Shuar kanosunu fark etti. Yerli uzun ince kanosunun kıç tarafında ayakta durmuş, rahat hareketlerle kürek çekmekteydi. Sucre’ye yanaşıp küreğini iki kez teknenin gövdesine vurdu. Kaptanın bıkkın suratı teknenin kenarında belirdi.
Shuar durmadan tükürerek telaşlı hareketlerle bir şeyler anlatmaya koyuldu. Dişçi aletlerini kurulamayı bitirip hepsini deri bir çantaya yerleştirdi. Sonra çektiği dişleri biriktirdiği tası alıp dişleri suya döktü. Kaptan ve Shuar, belediye binasına giderken Dişçi’ nin yanından geçtiler. “Yola çıkmak için beklememiz gerekiyor, Doktor.
Bir gringonun ölüsünü getiriyorlar.” Bu haber Dişçi’nin hiç hoşuna gitmemişti. Sucre külüstür bir tekne olduğundan ham muz ve yarı çürümüş, içi geçmiş kahve dolu çuvallarla yüklü dönüş yolculukları pek rahatsız geçerdi. Yağmurlar vaktinden önce bastırırsa -ki tekne çeşitli arızalardan dolayı bir hafta gecikmeyle yol aldığından böyle olması kaçınılmaz gibiydi- yükün, yolcuların ve mürettebatın üstüne yelken bezi germek gerekecek, hamakları asacak yer kalmayacak ve bütün bunlara bir de ceset eklenince yolculuğun rahatsızlığı ikiye katlanacaktı.
Dişçi, portatif koltuğunun tekneye çıkarılmasına yardım ettikten sonra iskelenin diğer ucuna kadar yürüdü. Antonio José Bolívar Proafio adındaki, pörsümüş bedenine rağmen isim bolluğunun ağırlığı altında ezilmeyen ihtiyar orada onu beklemekteydi. “Sen hâlâ ölmedin mi, Antonio José Bolívar?” İhtiyar cevap vermeden önce başını eğip koltuk altlarını kokladı.
“Görünüşe bakılırsa hayır. Henüz kokuşmamışım. Ya siz?” “Dişlerin nasıl?” İhtiyar elini cebine götürerek, “İşte buradalar,” diye karşılık verdi. Cebinden rengi atmış bir mendil çıkarıp takma dişlerini Dişçi’ye gösterdi. “İyi de niye ağzına takmıyorsun, be adam?”