SARI GİYSİLİ ALÇAK ADAMLAR BİR ÇOCUKLA ANNESİ. BOBBY’NİN DOĞUM GÜNÜ. YENİ KİRACI. ZAMAN VE YABANCILAR HAKKINDA.
Bobby Garfield’in babası yirmili yaşlarında saçları dökülmeye başlayan, kırk beşine gelince de kafası cascavlak olan adamlardandı. Randall otuz altı yaşında bir kalp krizi sonucunda ölüp bu akıbete uğramaktan kurtulmuştu. Emlakçıydı ve bir başkasının mutfak taşlarının üstünde son nefesini vermişti. Bobby’nin babası dünya değiştirirken müstakbel alıcı oturma odasında, kesik bir telefonun başında ambulans çağırmaya çalışıyordu. Bobby o tarihte üç yaşındaydı. Onu gıdıklayan, sonra da yanaklarından ve alnından öpen bir adamı hayal meyal hatırlayacaktı. O adamın babası olduğundan neredeyse emindi. Randall Garfield’in mezar taşının üstünde ÇOK ÖZLENİYOR diye yazılıydı, ama Bobby’nin annesi hiç de birini özlüyor gibi görünmüyordu. Bobby’nin kendisine gelince, insan doğru dürüst hatırlayamadığı birini nasıl özlerdi?
Bobby babasının ölümünden sekiz yıl sonra Harwich kentinin Western Oto Galerisi’nin camekânında gördüğü Schwinn’e körkütük âşık oldu. Annesine aklına gelen her şekilde Schwinn’i istediğini ima etti, sonunda da bir gece sinemadan çıkışlarında yürüyerek evlerine dönerlerken onu annesine gösterdi. (Film Merdivenin Tepesindeki Karanlık’tı. Çocuk filmi pek anlamamış, ama yine de hoşlanmış. Dorothy McGuire’ın kendini bir koltuğa atıp uzun bacaklarını gösterdiği bölüm özellikle hoşuna gitmişti.) Mağazanın önünden geçerlerken Bobby laf arasında camekândaki bisikletin şanslı bir çocuk için ideal bir on birinci yaş günü armağanı olabileceğini belirtmişti.
Annesi, “Onu aklına bile getirme,” dedi. “Doğum günün için sana bisiklet alacak param yok. Biliyorsun, baban bize yüklü bir miras bırakmış sayılmaz.”
Randall, Truman başkanken öldüğü, şimdiyse Eisenhower’in başkanlığının sekizinci yılı olduğu halde, “Baban bize yüklü bir miras bırakmış sayılmaz,” cümlesi, bir doların üstünde harcama gerektirecek bir şey önerdiği zaman Bobby’nin annesinden aldığı neredeyse değişmez karşılıktı. Adamcağız, sanki ölmüş değil de kaçmış gibi, bu karşılığa genellikle sitem dolu bir bakış eşlik etmekteydi.
Doğum günü için bir bisiklet yoktu. Eve yürürlerken Bobby somurtkan bir yüzle bunu düşünüyordu. Gördükleri karışık konulu filmin çocuğa duyurduğu zevk uçup gitmişti. Annesiyle tartışmayı ya da onu tatlı sözlerle kandırmayı düşünmedi bile -böylesi Liz Garfield’in karşı saldırısına yol açardı, Liz Garfield ise bir karşı saldırıda bulunursa tutsak almazdı- ama bu, Bobby’nin bisikleti… ve kaybettiği babasını… acı acı düşünmesine engel olmadı. Bazen babasından neredeyse nefret ediyordu. Bazen onu bundan alıkoyan sadece annesinin bunu istediğini hissetmesiydi. Commonwealth Parkı’na varıp buranın yan duvarını izledikleri sırada (iki blok ilerde evlerinin bulunduğu sol yandaki Broad Sokağı’na sapacaklardı) her zamanki korkusunu yenerek Randall Garfield hakkında bir soru sordu.
“Babam hiç mi bir şey bırakmadı, anne? Hiç mi bir şey bırakmadı?” Bir iki hafta önce okuduğu Nancy Drew’nun bir polisiye romanında, yoksul bir çocuğa kalan miras terk edilmiş bir köşkteki eski bir saatin arkasında gizliydi. Bobby babasının bir yerlere altın paralar veya değerli pullar gizlediğine inandığı yoktu, ama bir şey bırakmış olsaydı, onu belki Bridgeport’ta satabilirlerdi. Belki rehinci dükkânlarından birine. Bobby bir şeylerin nasıl rehin bırakıldığını bilmese de söz konusu dükkânların neye benzediğini biliyordu; önlerinde altın renkli üç top asılıydı ve rehinci dükkânlarındaki adamların onlara seve seve yardım edeceklerine emindi. Bu, tabii sadece bir çocuğun düşüydü, ama sokağın öbür ucundaki Carol Gerber’in donanmada olan babasının denizaşırı ülkelerden yolladığı bir bebek koleksiyonu vardı. Babalar bir şeyler verdiklerine göre, bazen de bir şeyler bırakmaları akla yakın değil miydi?
Bobby bu soruyu sorduğu sırada, Commonwealth Parkı’nın yanındaki sokak lambalarından birinin altından geçmekteydiler. Çocuk, ölmüş babası hakkında bir soru sorduğunda her zaman olduğu gibi annesinin ağzının şekil değiştirdiğini gördü. Bu değişiklik ona sahibi olduğu bir keseyi hatırlattı, kordonlarını çektiğinizde kesenin ağzı gitgide ufalıyordu.
Broad Sokağı yokuşunu tırmanmaya başladıkları sırada annesi, “Babanın ne bıraktığını sana söyleyeyim,” dedi. Bobby soruyu sorduğuna şimdi bin pişmandı, ama artık çok geçti. Annesi bir kere ağzını açıp konuşmaya başladı mı, onu artık susturamazdınız. “Bir hayat sigortası poliçesi bırakacaktı, ancak primleri ödenmediği için ölümünden bir yıl önce hükmü kalmamıştı. Benim bundan haberim yoktu ve başta cenazeci olmak üzere herkes elimde olmayan paradan payını isteyince ister istemez durumu öğrendim. Ayrıca bıraktığı koca bir deste ödenmemiş faturaları ödemekse yine bana düştü. İnsanlar, özellikle de Bay Biderman durumumu büyük bir anlayışla karşıladı, bunun aksini iddia etmek haksızlık olur.”
Anlattıklarının tümü eski bir hikâyeydi, sıkıcı ve bir o kadar da acı… Ne var ki, sonra Broad Sokağı yokuşunun ortalarındaki apartmana yaklaştıkları sırada annesi Bobby’ye yeni bir şey söyledi. “Baban,” dedi. “Bir defa olsun hoşlanmadığı bir floş çıkarmamıştır.”
“Floş nedir, anne?”
“Boş ver. Ama sana şu kadarını söyleyeyim, Bobby. Sakın seni para için iskambil oynarken yakalamayayım. Bu belayı bütün ömrüme yetecek kadar yaşadım ben.”
Bobby daha fazlasını öğrenmek istiyorsa da sormama akıllılığını gösterdi. Yeni sorular sorması annesinin yeni bir tirada başlamasına neden olurdu. Mutsuz karı ve kocaları anlatan filmin birden annesini, kendisinin anlayamadığı biçimde sinirlendirmiş olabileceği aklına geldi. Pazartesi günü okulda arkadaşı John Sullivan’a floşları soracaktı. Bobby bu terimin pokerle ilgisi olduğunu düşünüyor, ama emin olamıyordu.
Oturdukları apartmana yaklaşırlarken annesi, “Bridgeport’ta insanın parasını yutan yerler vardır,” dedi. “Bazı sersemler oralara giderler. Sersem erkekler her şeyi berbat eder, sonra da pisliklerini temizlemek zavallı kadınlara düşer. Evet…”
Bobby bundan sonrasını biliyordu. Annesinin favori konularından biriydi.
Liz Garfield bir yandan anahtarı çıkarıp Connecticut’un Harwich kentindeki Broad Sokağı’nın 149 numaralı kapısını açmaya hazırlanırken, “Hayat adil değil,” dedi. 1960 yılının nisan ayıydı. Havada ilkbahar kokusu vardı. Liz’in yanında da ölen babasının kızıl saçlarına sahip sıska bir erkek çocuk duruyordu. Liz’in oğlunu nadiren okşadığı zamanlarda çocuğun hemen hiç saçlarına el sürmüyor, genellikle koluna veya yanağına dokunuyordu.
“Hayat adil değil,” diye tekrar etti. Kapıyı açtı ve içeri girdiler.
Annesine bir prenses gibi davranılmadığı gerçekti, kocasının daha henüz otuz altı yaşındayken boş bir evin yer muşambasının üstünde can vermesi de her şeye tuz biber ekmişti, ama Bobby bazen durumun daha da beter olabileceğini düşünüyordu. Örneğin, çocuk iki üç hatta dört tane olabilirdi.
Annesi ikisini geçindirmek için ya gerçekten zorlu bir işte çalışmak zorunda kalsaydı? Sully’nin annesi kent merkezindeki Tip-Top ekmek fırınında çalışıyor, fırınları yakmak zorunda olduğu haftalarda Sully-John’la iki ağabeyi annelerini neredeyse hiç görmüyorlardı. Bobby ayrıca saat üç düdüğü çaldığı zaman Peerless Ayakkabı Şirketi’nden sıra sıra çıkan kadınları da görmüştü. (Kendisi iki buçukta okuldan çıkıyordu.) O kadınların hepsi fazla zayıf ya da şişko görünüyordu. Yüzleri renksiz denecek kadar soluktu, parmaklarında da iğrenç bir bayat kan renginde lekeler dikkati çekiyordu. Önlerine bakarak yürüyorlar, iş ayakkabılarıyla pantolonlarını market poşetlerinin içinde taşıyorlardı. Geçen sonbaharda Bobby, Bayan Gerber, Carol ve küçük Ian’la (Carol’un Sümüklü Ian dediği çocuk) kilise fuarına gittiği zaman kent dışında yerden elma toplayan erkeklerle kadınlar görmüştü. Onların kim olduğunu sorduğunda Bayan Gerber göçmen olduklarını söylemişti -tıpkı sürekli hareket halinde olan ve olgunlaşmış her türlü ekini mideye indiren bazı kuşlara benziyorlardı. Bobby’nin annesi de onlardan biri olabilirdi, ama değildi.
O sadece Home Town Emlak Şirketi’nde Bay Donald Biderman’ın sekreteriydi. Bobby’nin babası da kalp krizi geçirdiği sıralarda aynı şirket hesabına çalışıyordu.-Bobby, Donald Biderman, Randall’dan hoşlandığı ve tek çocukla dul kalmış olan kadına acıdığı için annesinin o işi elde ettiğini düşünmüştü önce. Ama Liz işinde iyiydi ve sıkı çalışıyordu. Çoğu kez geç saatlere kadar işinin başında kalıyordu. Bobby bir iki kez annesi ve Bay Biderman’la beraber olmuştu. Bunların içinde en iyi anıları şirketin pikniğine aitti. Ama bir başka gün de Bobby’nin okul avlusundaki bir oyun sırasında dişi kırıldığında Bay Biderman anne oğulu arabasıyla Bridgeport’taki dişçiye götürmüştü. İki yetişkinin birbirlerine nasıl.baktıkları bu arada çocuğun dikkatinden kaçmamıştı. Bay Biderman bazen gece vakti telefon ediyor, Bobby’nin annesi bu görüşmeler sırasında ona, “Don,” diyordu. Ancak, “Don,” yaşlıydı, Bobby’nin de onu fazla önemsediği yoktu.
Ofisteki günlerinde (ve akşamlarında) annesinin ne yaptığından Bobby emin değildi, emin olduğu tek şey; bunun ayakkabı yapmak, elma toplamak veya sabahın dört buçuğunda Tip-Top ekmekçisinin fırınlarını yakmakla uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığıydı. Ama annesine bazı şeyleri sormak bela aramaktan başka bir şey olmazdı. Örneğin, Sears’den biri ipekli olmak üzere üç yeni elbiseyi alabildiği halde, Western Oto’nun vitrinindeki Schwinn için (rengi kırmızı ve doreydi, ona sadece bakmakla bile duyduğu özlemden Bobby’nin midesine kramp giriyordu) nasıl olup da aylığı 11.50 dolardan üç taksidi ödeyemiyordu. Bu gibi şeyleri Bobby’nin annesine sorarsanız başınız gerçekten derde girerdi.
Bobby de sormuyordu. Sonunda, bisikletin parasını kendisi kazanmaya karar verdi. Bunun için sonbahara, hatta kışa kadar bile çalışması gerekebilirdi, o model belki de o zamana kadar Western Oto’nun vitrininden kaybolurdu, ama çocuk buna rağmen gayret edecekti. Durmadan uğraşmak, büyük çaba göstermek lazımdı. Hayat kolay hele adil hiç değildi.
Bobby’nin on birinci yaş günü nisanın sonuncu salı gününe rastladı. Annesi o gün ona gümüş folyoya sarılı yassı bir küçük paket verdi. Pakedin içinden turuncu renkte bir kütüphane kartı çıktı. Bir yetişkin kütüphane kartı. Güle güle Nancy Drew, Hardy Kardeşler ve donanmadan Don Winslow. Öbürlerine ise Merdivenin Tepesindeki Karanlık türünden gizemli, karmaşık ve ihtiras dolu tüm öykülere merhaba. Kule odalarındaki kanlı hançerler de cabası. (Nancy Drew ile Hardy Kardeşlerle ilgili öykülerde de esrarlı olaylar ve kule odaları, ama pek az kan vardı, ihtiras ise hiç yoktu.)
Annesi, “Başvuru masasındaki Bayan Kelton’un dostum olduğunu unutma,” dedi. Her zamanki uyarı sesiyle konuşsa da oğlunun sevindiğini görüyordu ve bundan memnundu. “Ama Peyton Place ya da King’s Row gibi açık saçık bir kitabı almaya kalkışırsan bundan haberimin olacağını unutma,” diye ekledi.
Bobby gülümsedi. Annesinin doğru söylediğini biliyordu.
“Masada öbür memur, yani Bayan İşgüzar varsa ve senden turuncu kartı nereden bulduğunu sorarsa, ona kartın öbür yüzüne bakmasını söylersin. İmzamın yukarsında yazılı iznim var.”
“Teşekkür ederim, anne. İyi etmişsin.”
Liz gülümsedi, sonra oğlunun yanağına dudaklarını hafifçe dokundurdu. Göz açıp kapayana kadar biten kuru bir öpücük. “Sevinmen hoşuma gitti,” dedi. “Eve eğer erken dönebilirsem, bir midye ve dondurma ziyafeti için Colony’ye gideriz. Yalnız, pastan için hafta sonunu beklemek zorundasın; o zamana kadar sana pasta yapmak için hiç vaktim olmayacak. Haydi, şimdi paltonu giy ve fırla, çocuk. Yoksa okula geç kalacaksın.”
Merdiveni birlikte inip kapının önüne çıktılar. Kaldırımın kenarında bir taksi vardı. Poplin ceketli bir adam yolcu tarafının penceresinden içeri eğilmiş, taksi ücretini ödüyordu. Arkasında küçük bir bagaj yığını vardı: bavullar ve saplı kâğıt poşetler.
Liz, “Bu, üçüncü kattaki odayı kiralayan adam olmalı,” dedi. Dudaklarını yine büzmüştü. Üst basamakta duruyor, taksi şoförüyle işini bitirmekte olan adamın kendilerine doğru uzanmış sıska kabaetlerini inceliyordu. “Eşyalarını kâğıt torbalarda taşıyan insanlara güvenmem,” diye devam etti. “Eşyasını kağıt torbalarda taşıyan biri benim için ancak pasaklı diye nitelendirilebilir.”
Bobby, “Adamın bavulları da var,” dese de annesi, yeni kiracının üç küçük çantasının dikkate bile alınmayacağını belirtti. Bir kere uyumlu değillerdi; üstelik öfkeli birisi tarafından tâ California’dan tekmelenerek buraya getirilmiş izlenimi uyandırıyorlardı.
Bobby ile annesi asfalta indiler. Taksi uzaklaşmıştı. Poplin ceketli adam onlara doğru döndü. Bobby için insanlar üç kalabalık gruba ayrılıyordu: çocuklar, yetişkinler ve yaşlılar. Yaşlılar ak saçlı yetişkinlerdi. Yeni kiracı da bu gruptandı. Yüzü zayıf, bol çizgili ve yorgun görünüşlüydü. (Ama yalnız soluk mavi gözlerinin etrafında kırışıklar vardı.) Ak saçları bir bebeğinkiler kadar ince telliydi ve yaşlılık lekeleriyle kaplı bir alnın etrafında iyice seyrelmişti. Uzun boyu ve kamburlaşmış sırtı Bobby’ye WPIX’de cuma geceleri saat 11:30’da gösterilen korku filmlerindeki Boris Karloff’u hatırlatmıştı. Poplin ceketin altına onun için fazla büyük görünen ucuz bir işçi tulumu giymişti. Ayaklarında da aşınmış ucuz deri ayakkabılar vardı.
“Merhaba,” derken zoraki gülümsedi. “Adım Theodore Brautigan. Sanırım, bir süre burada yaşayacağım.”
Uzattığı ele Bobby’nin annesi belli belirsiz dokundu. “Benim de adım Elizabeth Garfield,” dedi. “Bu da oğlum Robert. Şimdi de kusurumuza bakmazsanız, Bay Brattigan…”
“Adım Brautigan, bayan, ama siz ve oğlunuz bana sadece Ted derseniz sevinirim.”
“Olur. Neyse, Robert okula geç kaldı, ben de işime. Tanıştığımıza sevindim, Bay Brattigan. Haydi acele et, Bobby. Tempus fugit.”
Genç kadın kente doğru yokuş aşağı yürümeye başladı. Bobby ise daha ağır adımlarla yokuş yukarı Asher Caddesi’ndeki Harwich İlkokulu’na doğru ilerlemeye koyuldu. Birkaç adım sonra durup arkasına baktı. Annesinin Bay Brautigan’a kaba davrandığını, dahası, kibirli bir insan izlenimi uyandırdığını düşünüyordu. Kibir ve kendini beğenmişlik küçük arkadaş çevresinde en büyük kusurdu. Carol kendini beğenmiş birinden nefret ederdi. Sully-John da öyle. Bay Brautigan şimdiye kadar yolu yarılamış olmalıydı, ama eğer aynı yerdeyse Bobby ona gülümsemek istiyordu. Adamcağız böylece Garfield ailesinin hiç değilse bir üyesinin kibirli olmadığını anlayacaktı.
Annesi de durmuş, arkasına bakıyordu. Aslında niyeti Bay Brautigan’a bakmak değildi. Böyle bir şey Bobby’nin aklının köşesinden bile geçmemişti. Uz, arkasına dönüp oğluna bakıyordu. Oğlunun arkasına döneceğini Bobby’den bile önce bilmişti. Çocuk her zamanki şen mizacına rağmen içinin karardığını hissetti. Annesi bazen Bobby daha onu kandıramadan Sarasota’nın karlı bir gün geçireceğini söylüyor, o da annesinin haklı olduğundan şüphe etmiyordu, insanın annesine bir şey yutturabilmesi için kaç yaşında olması gerekirdi? Yirmi mi? Otuz mu? Belki onun ihtiyarlamasını ve kafasının içindekilerin tavuk çorbasına dönmesini mi beklemek gerekirdi?
Bay Brautigan uzaklaşmamıştı. Eve uzanan dar yolun kaldırım ucunda duruyordu. İki elinde birer bavul vardı, üçüncüsü de sağ kolunun altındaydı. (Üç kâğıt poşeti Broad’un 149 numarasının önündeki çimlerin üstüne sürüklemişti.) Bu ağırlığın altında büsbütün iki büklüm olmuştu.
Liz Garfield’in bakışı onun üzerinden oğluna kaydı. Gözleri ona, git, diyordu. Tek kelime söyleme. O yeni. Nereden geldiği, ne olduğu belirsiz biri. Ve buraya eşyasının yarısını kâğıt poşetlerin içinde taşıyarak geldi. Tek kelime söyleme, Bobby, sadece git.
Ama Bobby annesini dinlemedi. Belki de doğum günü için ona bir bisiklet yerine bir kütüphane kartı armağan edildiği için. “Sizinle tanıştığıma sevindim, Bay Brautigan. Umarım, burayı seversiniz,” dedi.
Bay Brautigan da, “Tanrı sana zihin açıklığı versin, oğlum,” dedi. “Mümkün olduğu kadar çok şey öğrenmeye çalış. Annen haklı, tem- i pus fug it.”
Bobby tekrar annesine baktı. Küçük isyanı, acaba bu küçük övgünün etkisiyle bağışlanmış olabilir miydi? Ama annesinin ağzı acımasızdı. Kadın başka bir şey söylemeden döndü ve yokuş aşağı yürümeye devam etti. Bobby de kendi yoluna gitti. Annesi sonradan onu pişman etse de yabancıyla konuştuğuna memnundu.
Carol Gerber’in evine yaklaşırken turuncu kütüphane kartını çıkarıp baktı. Herhalde bir Schwinn değildi, ama yine de iyiydi. İyiden de fazla. Keşfe çıkacağı koskoca bir kitap dünyası onu bekliyordu. Kart sadece iki üç dolara alınmış olsa bile ne önemi vardı? Önemli olanın düşünce olduğunu söylemezler miydi hep?
En azından annesi öyle söylüyordu.
Bobby kartı çevirip öbür yüzüne baktı. Annesinin el yazısıyla şöyle bir not yazılmıştı: “İlgililere: Bu, oğlumun kütüphane kartıdır. Harwich Halk Kütüphanesi’nin yetişkinlere ait bölümünden haftada üç kitap almasına ben izin verdim.” Yazının altındaki imza Elizabeth Penrose Garfield’e aitti.
Liz, adının altına bir dipnot eklemişti: “Aldığı kitapların gecikme cezalarından Robert sorumlu olacaktır.”
Carol Gerber, “Doğum günü çocuğu!” diye bağırarak pusu kurduğu bir ağacın arkasından fırladı. Bobby ürkmüştü. Carol kollarını onun boynuna dolayarak yanağından öptü. Bobby kızardı ve birilerinin onları görmüş olmasından çekinerek etrafına baktı. Bu sürpriz öpücükler olmasa bile bir kızla arkadaş olmak güç işti. Neyse ki endişe edilecek bir şey yoktu. Her sabahki öğrenci kafileleri tepenin doruğundaki Asher Caddesi’nde okula doğru yol alıyordu, ama burada aşağıda yalnızdılar.
Bobby yanağını ovuşturdu.
Kız, “Numara yapma, hoşlandın,” dedi gülerek.
Bobby de hoşlandığı halde, “Hiç de değil,” diye karşılık verdi.
“Doğum günün için nasıl bir armağan aldın?”
Bobby, “Bir kütüphane kartı,” diyerek kıza kartı gösterdi. “Br yetişkin kütüphane kartı.”
“Harika!” Carol’un gözlerinde gördüğü anlam acıma mıydı yoksa? Herhalde değil. Hem olsa da ne çıkardı? “Al. Bu senin için.” Kız ona, üstünde adının yazılı olduğu bir Hallmark zarfı uzattı. Zarfın üstünde kalp ve oyuncak ayı çıkartmaları vardı.
Bobby kalbi çarparak zarfı açtı. Üstünde saçma sapan bir şeyler yazılı olursa kartı pantolonunun arka cebine tıkabileceğini düşünüyordu.
Neyse ki böyle şeyler yazılı değildi. Belki biraz bebeksiydi. Başında geniş kenarlı fötr şapka olan bir çocuk atın üstüne oturmuştu. Resmin altında da blok harflerle DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN KOVBOY diye yazılıydı. Sevgiler, Carol, biraz sulucaydı, ama Carol ne de olsa bir kızdı. Elden ne gelirdi?
Bobby, “Teşekkür ederim,” diye homurdandı.
“Biliyorum, bir bebek kartı, ama ötekiler daha da beterdi.” Yokuşun biraz daha yukarsında Sully-John da onları bekliyor, bir yandan da yoyosuyla oynuyordu. Onu kâh sağ kolunun, kâh sol kolunun altından, kâh arkasından geçiriyordu. Ama bacaklarının arasından geçirmeye kalkışmıyordu artık. Bir keresinde okul bahçesinde bunu yapmış ve hayalarına fena halde vurmuştu. Bunun üzerine ulur gibi bağırmış, Bobby ile öbür çocuklardan birkaçı gözlerinden yaşlar gelene kadar gülmüşlerdi. Carol ve diğer kız arkadaşları merakla koşuşmuşlar, fakat oğlanlar kızlara bir şey dememişlerdi. Carol o sırada erkek çocuklar çok aptal, dediyse de, Bobby onun gerçekten öyle düşündüğünü sanmıyordu. Öyle düşünmüş olsa ağacın arkasından fırlayıp onu öper miydi hiç? Annesinin verdiğinden kat kat güzeldi o öpücük.
“Bu bir bebek kartı değil,” dedi.
Kız omuzlarını silkti. “Öyle sayılır. Sana bir yetişkin kartı almak istedim, ama hepsi fazla abartılıydı.”
Bobby bu sözleri doğruladı. “Biliyorum.”
“Sen de büyüyünce sulu bir yetişkin mi olacaksın, Bobby.?”
“Umarım hayır. Ya sen?”
“Hayır. Ben annemin arkadaşı Rionda gibi olacağım.”
Bobby dudak büktü. “Rionda fazla tombul.”
“Ama çok kıyak biri. Ben tombul olmadan kıyak olacağım.”
“Binamıza yeni biri taşındı. Üçüncü kattaki odayı tutmuş. Annem oranın çok sıcak olduğunu söylüyor.”
“Öyle mi? Neye benziyor o adam?” Carol kıkırdadı.” Hoş biri mi?”
“İhtiyar bir adam.” Bobby biraz düşünmek için konuşmasına ara verdi. “Ama ilginç bir yüzü vardı,” diye devam etti. “Annem, sırf bazı eşyaları poşetlerin içinde olduğu için görür görmez ondan hoşlanmadı.”
Sully-John da onlara katılmıştı. “Nice senelere, orospu çocuğu,” diyerek Bobby’nin sırtına yumruğunu indirdi. Orospu çocuğu, Sully-John’un en sevdiği sıfattı; Carol’unki ise kıyak’tı. Bobby şu sıralar kararsızdı, ama bombok’u her nedense havalı buluyordu.
Carol, “Eğer küfredersen seninle yürümem,” dedi.
Sully-John alttan aldı. “Tamam.” Carol biraz büyüyünce bir Bobbsey ikizine benzeyecek havalı bir sarışındı. John Sullivan ise uzun boylu, siyah saçlı ve yeşil gözlüydü. Bobby Garfield arkadaşlarının arasında yürürken az önceki depresif halini unutmuş gibiydi. Bugün onun doğum günüydü, o, arkadaşlarının arasındaydı ve hayat güzeldi. Carol’un doğum günü kartını arka cebine tıktı, kendi yeni kütüphane kartını ise düşmesi veya çalınması mümkün olmayan ön cebinin derinlerine kaydırdı. Carol birden ip atlar gibi zıplamaya başladı. Sully-John ona durmasını söyledi.
Carol, “Niçin?” diye sordu. “Ben ip atlamasını severim.”
Sully-John, “Ben de orospu çocuğu demesini severim, ama sen istemezsen demem,” diye mantıklı bir karşılık verdi.
Carol, Bobby’ye baktı.
Bobby özür diler gibi boynunu büktü. “İp olmadan zıplamak biraz bebekçe bir davranış, Carol,” dedi. Sonra omuzlarını silkti. “Ama istersen zıplayabilirsin. Bize göre hava hoş, öyle değil mi, S-J?”
Sully-John, “Haklısın,” dedi ve yine yoyosuyla oynamaya başladı. Arkadan öne, yukardan aşağıya doğru vap-vap-vap.
Carol zıplamayı kesti. İkisinin arasında yürüyor, Bobby Garfield’in kız arkadaşı olduğunu, Bobby’nin bir sürücü belgesiyle bir Buick’inin olduğunu, Bridgeport’a WKBW Rock and Roll Extravaganza’yi görmeye gittiklerini düşlüyordu. Bobby’yi kıyak buluyordu. Onun en kıyak yanı da bunun farkında olmayışıydı.
Bobby saat üçte okuldan eve döndü. Daha önce de gelebilirdi, ama depozitolu şişeleri toplamak, Şükran Günü’nde Bir Bisiklet Almak kampanyasının bir parçasıydı. O da şişe aramak için Asher Caddesi’nin hemen ötesindeki fundalıklı araziye saptı. Üç Rheingold’la bir Nehi buldu. Fazla bir şey etmezdi, ama sekiz cent yine de sekiz cent’ti. “Damlaya damlaya göl olur,” annesinin favori deyişlerinin bir diğeriydi.
Bobby ellerini yıkadı (o şişelerin bir ikisi oldukça pisti), buzdolabından yiyecek bir şeyler çıkardı, sonra American Bandstand’ı izledi. Ardından, Carol’a telefon ederek Bobby, Darin’in de bandoya gelip şarkı söyleyeceğini haber verdi. Carol, Bobby, Darin’i kıyak buluyor, hele şarkı söylerken parmaklarını şaklatmasına bayılıyordu. Carol, kuş beyinli üç dört arkadaşıyla televizyonun karşısındaydı. Hepsi arka planda aralıksız kıkırdamaktaydılar. Ses Bobby’ye bir pet dükkanındaki kuşları çağrıştırdı. Dick Clark televizyonda bir tek Stri-Dex ilaçlı petinin ne kadar sivilce iltihabını emebileceğini gösteriyordu.
Bobby’nin annesi saat dörtte telefon etti. Bay Biderman’ın geç saate kadar çalışmasını istediğini haber veriyordu. Bu durumda Colony’deki doğum günü şölenini iptal edecekleri için üzgündü. Buzdolabında bir gün öncesinden kalma dana yahnisi vardı; Bobby bunu yiyebilirdi, kendisi de oğlunu yatırmak için saat sekizde evde olacaktı. Kadın, “Tanrı aşkına, ocakla işin bitince havagazını kapamayı unutma,” diye oğlunu uyardı.
Televizyonun başına dönerken Bobby hayal kırıklığı içindeydi, ama hiç şaşırmamıştı. Dick şimdi Bandstand’de panelin sonuçlarını açıklıyordu. Bobby, ortadaki delikanlının bütün ömrüne yetecek kadar Stri-Dex petlerine ihtiyacı olduğunu düşündü.
Ön cebine elini soktu ve turuncu renkli yeni kütüphane kartını çıkardı. Keyfi yerine gelmeye başlamıştı. Canı istemezse burada, TV’nin karşısında önünde bir dizi eski çizgi romanla oturması gerekmiyordu. Kütüphaneye kadar gidip yeni kartını, yeni yetişkin kartını kullanmaya başlayabilirdi. Bayan İşgüzar’ın nöbet zamanıydı. Kütüphanecinin gerçek adı Bayan Harrington’du, Bobby onu güzel buluyordu. Bayan Harrington parfüm kullanıyordu. Bobby kadının teninde ve saçlarında güzel bir anı gibi hafif ve tatlı olan bu kokuyu daima hissetmişti. Ve Sully-John her ne kadar şu anda trombon dersinde olsa da, Bobby kütüphaneden sonra arkadaşının evine gidebilir, onunla belki top oynardı.
Şöyle düşündü: Aynı zamanda bu şişeleri Spicer’e de götürebilirim, bu yaz bir bisiklet kazanmam lazım. Hayat ona birden anlamlı gelmeye başlamıştı.
Sully’nin annesi Bobby’yi yemeğe kalması için davet etti, ama çocuk kabul etmedi. “Eve dönsem daha iyi olacak,” dedi. Bayan Sullivan’ın kemikli etini ve fırında pişmiş patateslerini evde kendisini bekleyen yiyeceklere bin kere tercih ederdi, ama ofisten eve dönünce annesinin ilk yapacağı işin buzdolabını açıp içindeki artık yahninin bitip bitmediğine bakmak olacağını biliyordu. Yahni yerli yerinde olursa Bobby’ye akşam yemeğinde ne yediğini soracaktı. Bu soruyu sorarken sakin davranacak, laf olsun diye sormuş numarası yapacaktı. Bobby ona Sully-John’da yemek yediğini söyleyecek olsa, annesi başını eğecek, ne yediklerini, tatlının da olup olmadığını bilmek isteyecek, sonra da Bayan Sullivan’a teşekkür edip etmediğini soracaktı. Hatta divanda Bobby ile yan yana oturup TV’de Sugarfoot’u seyrederlerken bir kâse dondurmayı onunla paylaşacaktı. Her şey yolunda gidiyor gözükecek, ama aslında yolunda gitmeyecekti. Er veya geç o günün acısı çıkacaktı. Bu belki bir iki gün, hatta belki bir hafta sonra olmasa da mutlaka olacaktı. Bobby bundan adı kadar emindi. Annesi herhalde gerçekten geç saate kadar çalışmak zorundaydı, ama doğum gününde Bobby’nin artık bir et yemeğini yalnız başına yemesinin, izin almadan yeni kiracıyla konuşmasının cezası olduğu muhakkaktı. Çocuk bu cezadan kaçmaya çalışırsa, bu da bir mevduat hesabındaki para gibi arttıkça artacaktı.
Bobby, Sully-John’un evinden döndüğünde saat altıya çeyrek vardı ve hava hızla kararmaktaydı. Okuyacak iki yeni kitabı vardı: Kadife Pençeler Olayı adında bir Perry Mason dedektif romanıyla Clifford Simak’tan Güneşin Etrafındaki Çember adında bir bilim kurgu. Her ikisi de ellenmekten bombok gözüküyordu, Bayan Harrington da Bobby’ye hiç güçlük çıkarmamıştı. Aksine Bobby’ye yaşından öte şeyler okuduğunu ve devam etmesini söylemişti.
S-J’den dönerken Bobby batan bir gemide Bayan Harrington’la beraber olduğu bir öykü uydurdu. Yalnız onlar hayatta kalıyor, üstünde S. S. LUSITANIC yazılı bir cankurtaran simidi bularak boğulmaktan kurtuluyorlardı. Böylece küçük bir adaya sürükleniyorlardı. Bol bol palmiyeleri, balta girmemiş ormanları ve bir de yanardağı bulunan bu adada kumsalda yattıkları sırada, Bayan Harrington çok üşüdüğünü söylüyordu. Bobby ona sarılıp ısıtamaz mıydı acaba? Bobby tabii bunu yapmaya dünden razıydı. Derken ormanın içinden yerliler çıkıyordu. Önceleri dostça davranıyorlardı, ama çok geçmeden yanardağın yamaçlarında yaşayan yamyamlar oldukları, kafataslarıyla çevrili bir açıklıkta kurbanlarını öldürdükleri meydana çıkıyordu, işlerin gitgide kötüye gittiği ve Bobby ile Bayan Harrington kocaman bir kazana doğru sürüklendikleri sırada yanardağ guruldamaya başlıyordu. Sonra da…
“Merhaba, Robert.”
Bobby başını kaldırdı. Carol Gerber’in, yanağına bir öpücük kondurmak için ağacın arkasından fırladığı zamankinden de çok şaşırmıştı. Seslenen, evdeki yeni adamdı. Üst basamakta oturmuş, bir sigara tellendiriyordu. Aşınmış eski ayakkabıların yerine aşınmış eski terlikler giymişti. Sıcak bir akşam olduğu için poplin ceketini çıkarmıştı. Bobby, onun kendi evindeymiş gibi rahatına baktığını düşündü.
“Bay Brautigan, size de iyi akşamlar.”
“Seni korkutmak istememiştim.”
“Korkmadım ki…”
“Bence ürktün. Binlerce kilometre uzaktaydın. Hem bana lütfen Ted de.”
“Peki.” Bobby öyle demekle beraber, sözünde durabileceğine emin değildi. Bir yetişkini (özellikle de ihtiyar bir yetişkini) küçük adıyla çağırmak, annesinin öğretileri kadar kendi eğilimlerine de ters düşüyordu.
“Okul iyi miydi? Yeni bir şeyler öğrendin mi?”
“İyiydi.” Bobby bir sağ, bir sol ayağına basıyor, yeni kitaplarını bir elinden ötekine geçiriyordu.
“Benimle bir dakika oturmaz mısın?”
“Tabii, ama uzun kalamam. Yapacak işlerim var, biliyorsunuz.” Başta akşam yemeği vardı. Artık yahni ona çekici gelmeye başlamıştı.
“Haklısın. Yapacak işlerin var ve tempus fugit.”
Bobby, kapının önündeki geniş basamakta Bay Brautigan’ın -Ted’in- yanında oturup Chesterfield’inin kokusunu ciğerlerine çekerken, hiç bu kadar yorgun bir adam görmediğini düşünüyordu. Taşınma yorgunluğu olabilir miydi bu? Üç küçük bavulla üç kâğıt poşeti taşımak insanı ne kadar yorabilirdi? Bobby daha sonra adamların bir kamyonla başka eşyalar getirebileceğini düşündü, ama bu pek mümkün görünmüyordu. Bay Brautigan’ın taşındığı yer sadece tek odaydı, bir yanında mutfak olan, başka her şeyin de öbür yanda bulunduğu bir tek odaydı sonuçta. İhtiyar Bayan Sidley’e inme inip kadıncağız kızının yanına taşındığı zaman o ve Sully-John çıkıp orayı gözden geçirmişlerdi.
Bobby, “Tempus fugit, zaman uçuyor demek,” dedi. “Bu deyiş annemin hiç dilinden düşmez. Ayrıca, zaman ve gelgitin hiç kimseyi beklemediğini, zamanın da bütün yaraları iyileştirdiğini söyler o.”
“Demek annen birçok deyişi olan bir kadın, öyle mi?”
Bobby, “Evet,” dedi. “Birçok deyişi var.” Bu deyişleri hatırlamak onu birden yormuştu.
“Ben Jonson zamana, ihtiyar dazlak mızıkçı derdi.” Ted Brautigan sigarasından derin bir nefes çekti ve dumanı burun deliklerinden dışarı üfürdü. “Boris Pasternak da zamanın tutsakları ve sonsuzluğun rehineleri olduğumuzu söylemiş.”
Bobby büyülenmiş gibi ihtiyar adama bakıyordu. Guruldayan boş midesini geçici olarak unutmuş gibiydi. Zamanın ihtiyar ve dazlak bir mızıkçı oluşu hoşuna gitmişti; bu kesinlikle çok doğruydu, ama nedenini sorsanız söyleyemezdi. Bu nedeni söyleyememek de işin güzel yanıydı. Yumurtanın içindeki bir şey ya da buzlu camın arkasındaki bir gölge gibiydi bu.
“Ben Jonson da kim?” diye sordu.
Bay Brautigan, “Çok çok uzun yıllar önce ölmüş bir İngiliz,” dedi. “Bencil ve para konusunda akılsız biri. Aynı zamanda yellenmeye eğilimi olan biri. Ama…”
“Bu da ne demek?”
Ted dilini dudaklarının arasına sıkıştırdı ve kısa, ama çok gerçekçi bir osuruk sesi çıkardı. Bobby ellerini ağzına götürdü ve avuçlarının arkasında kıkırdadı.
Ted Brautigan, “Çocuklar osurmanın komik bir şey olduğunu sanırlar,” diye başını salladı. “Oysa benim yaşımdaki bir adam için hayatın giderek artan garipliklerinden biridir. Ben Jonson yellenmelerinin arasında pek çok akıllıca şey söylemiştir. Dr. Johnson’un -yani Samuel Johnson’un- söyledikleri kadar çok değil, ama yine de epeyce çok.”
“Ya Boris kim?”
“Pasternak. Bir Rustur.” Bay Brautigan eliyle “önemi yok” der gibi bir hareket yaptıktan sonra, “Kitaplarını görebilir miyim?” dedi.
Bobby onları yaşlı adama uzattı. Bay Brautigan (Bobby ona Ted demelisin diye kendi kendine hatırlattı) başlığına şöyle bir göz attıktan sonra Perry Mason’u çocuğa iade etti. Clifford Simak’ın romanını daha uzun zaman elinde tuttu. Sigarasının duman halkalarının arasından başlığına baktıktan sonra sayfalarını çevirdi. Böyle yaparken başını sallıyordu.
“Bunu okudum,” dedi. “Buraya gelmeden önce okumak için çok zamanım oldu.”
“Öyle mi?” Bobby ilgilenmişti, “iyi midir?”
“En iyi kitaplarından biri,” dedi Bay Brautigan, yani Ted. Bir gözü kapalı, öbürüyse dumandan kısılmış halde Bobby’ye yan gözle baktı. Bu bakış ona hem akıllı, hem de gizemli bir hava veriyor, polisiye filmlerdeki pek güvenilemez tipleri çağrıştırıyordu. “Ama bunu okuyabileceğine emin misin?” diye sordu. “Yaşın on ikiden fazla olamaz.”
Bobby, “On bir yaşındayım,” dedi. Ted’in onu on iki yaşında zannetmesi hoşuna gitmişti. “Bugün on birinci yaş günüm. Bu kitabı okuyabilirim. Belki içindekilerin hepsini anlamam, ama öykü iyiyse hoşuma gidecektir.”
“Yaş günün ha!” Ted etkilenmiş görünüyordu. Sigarasından son bir nefes çektikten sonra izmariti aşağı fırlattı, izmarit kaldırıma çarpıp kıvılcımlar püskürttü. “Öyleyse yaş günün kutlu olsun, sevgili Robert!”
“Teşekkür ederim. Ama Bobby adı daha çok hoşuma gidiyor.”
“Öyleyse Bobby. Peki, yaş gününü kutlayacak mısınız?”
“Hayır. Annem bugün geç saate kadar çalışacak.”
“Öyleyse küçük odama gelmek ister misin? Fazla bir şeyim yok, ama bir konserve kutusunu açmasını bilirim. Bir de pastam olmalı.”
“Teşekkür ederim. Ama annem bana yiyecek bir şeyler bıraktı. Onları yemem lazım.”
“Anlıyorum.” Şaşırtıcı olsa da adam gerçekten anlamış görünüyordu. Ted, Güneşin Etrafındaki Çember’i Bobby’ye iade etti. “Bay Simak bu kitapta bizimki gibi daha bir sürü dünya olduğunu var sayıyor,” dedi. “Güneşin etrafında bir çember oluşturan bizimkine benzer paralel dünyalar. Çok heyecan verici bir fikir, değil mi?”
“Evet,” dedi Bobby. Paralel dünyaları başka kitaplardan da biliyordu. Çizgi romanlardan da.
Ted Brautigan şimdi ona düşünceli bir ifadeyle bakıyordu.
Bobby huzursuzlanarak, “Bir şey mi var?” diye sordu. Annesi orada olsa, “İlginç bir şey mi gördünüz?” derdi.
Bir an Ted’in yanıt vermeyeceğini sanmıştı, yaşlı adam uyuklar gibi gözükmesine yol açan derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Sonra şöyle bir silkindi ve daha dik oturdu. “Bir şey yok,” dedi. “Yalnız küçük bir fikrim var. Belki biraz para kazanmak istersin diyorum. Hoş, bende de fazla para yok ya, ama…”
“Evet, evet!” Çocuk, şu bisiklet var da, diyecek olduysa da, kendini tuttu. Herkese içini dökme, de annesinin favori deyişlerinden biriydi. Ama sonunda dayanamayıp atıldı. “Ne isterseniz yaparım!”
Ted Brautigan o anda hem telaşlanmış, hem de eğlenmiş görünmüştü. Her nasıl olduysa yüzü birden değişmişti. Bobby de ihtiyar adamın bir zamanlar genç biri olduğunu görebiliyordu şimdi. Belki de biraz küstah biri. “Bir yabancıyla böyle konuşmak tehlikelidir,” dedi. “Artık Bobby ve Ted olsak bile, gerçekte hâlâ birbirimize yabancıyız.”
“O Johnson denen adam yabancılar hakkında da bir şeyler söylemiş mi?”
“Hatırlayabildiğim kadarıyla hayır, ama bu konuda Kutsal Kitap’tan bir alıntı var: ‘Çünkü senin için bir yabancıyım ve bir konuk. Kıyma bana ki, buradan gitmeden…’ Ted bir an durakladı. Yüzünden gülümseyiş silinmiş, yine yaşını gösteren bir ihtiyar olmuştu. Sonra yine kuvvetlenen bir sesle tamamladı, ‘…buradan gitmeden ve hiç olmadan önce kuvvetimi toparlayayım.’ Mezmurlar Kitabı. Hangisi olduğunu hatırlayamıyorum.”
Bobby omuzlarını silkti. “Merak etmeyin. Ne kimseyi öldürür, ne de soyarım, ama kesin olan bir şey var ki, biraz para kazanmak istiyorum.”
Ted, “Bırak da biraz düşüneyim,” dedi. “Biraz düşünmem lazım.”
“Tabii. Eğer yaptırılacak işleriniz varsa tam aradığınız insanım. Bundan emin olabilirsiniz.”
“İşler mi dedin? Olabilir. Ama benim seçeceğim kelime bu değil.” Ted, kemikli kollarıyla daha da kemikli dizlerini sardı ve çimlerin ötesindeki Broad Sokağı’na baktı. Artık ortalık kararmıştı; Bobby’nin en çok sevdiği akşam saati gelmişti. Yanlarından geçen otomobiller farlarını yakmışlardı, Bayan Sigsby de Asher Caddesi’ndeki bir yerden ikizlerine içeriye, akşam yemeğine gelmelerini sesleniyordu. Günün bu saatinde -ve şafak sökerken tuvalette güneş ışınlan küçük pencereden içeri akıp yarı kapalı gözlerine dolarken o küçük tuvaletini yaptığı sırada- Bobby bir başkasının kafasındaki düş gibi hissediyordu kendini.
“Buraya gelmeden önce nerede oturuyordunuz, Bay…Ted?”
“Burası kadar hoş olmayan bir yerde,” dedi adam. “Kesinlikle burası kadar hoş olmayan bir yerde. Ya sen ne kadar zamandır burada oturuyorsun, Bobby?”
“Kendimi bildim bileli. Ben üç yaşındayken babam öldüğünden beri.”
“Ve bu sokaktaki herkesi tanıyorsun, değil mi? En azından sokağın bu blokunda oturanları?”
“Evet, öyle sayılır.”
“Şu halde yabancıları tanırsın, değil mi? Geçici olarak oturanları. Tanımadığın kimselerin yüzlerini.”
Bobby gülümseyerek başını eğdi. “Öyle sanıyorum.”
Çocuk bundan sonra gelecekleri bekledi -bu çok ilginçti- ama görünüşe bakılırsa hepsi bu kadardı. Ted ağır ağır ve dikkatle ayağa kalktı. Bobby adam yüzünü ekşiterek gerinirken kemiklerinin çatırdadığını duyabiliyordu.
Yaşlı adam, “Haydi gel,” dedi. “Hava serinliyor. Ben de seninle içeri gireceğim. Senin anahtarını mı kullanacağız, benimkini mi?”
Bobby gülümsedi. “Sizin anahtarı alıştırsak daha iyi olmaz mı?”
Ted -onu Ted olarak düşünmek daha kolaydı- cebinden bir anahtarlık çıkardı. Üstündeki biricik anahtarlar büyük sokak kapısını açanla odasınınkiydi. Her ikisi de yeni ve pırıl pırıl altın rengindeydi. Bobby’nin iki anahtarı aksine yer yer çizilmiş ve matlaşmıştı. Ted kaç yaşındaydı, diye merak etti çocuk. En aşağı altmış yaşında. Cebinde yalnız iki anahtar bulunan altmış yaşında bir adam. Garipti doğrusu.
Ted sokak kapısını açtı; Amerika’nın batısına bakan Lewis ve Clark’ın eski tablosunun bulunduğu binanın büyük ve loş antresine girdiler. Bobby, Garfield’lerin dairesinin kapısına yönelirken Ted merdivenlere yürüdü. Orada eli trabzanın üstünde olduğu halde bir an durdu. “Simak’ın kitabı müthiş bir öyküdür,” dedi. “Ama üslubu pek iyi değil- Kötü demek istemiyorum, ama bana inan, daha iyisi vardır.”
Bobby bekliyordu-.
“Ayrıca, iyi bir öykü anlatmayan çok kaliteli yazılarla dolu kitaplar da vardır. Bazen bir kitabı öyküsü için oku, Bobby. Bunu yapmayan kitap züppelerine benzeme. Bazen kelimeler için -kitabın dili için- oku. Bunu yapmayıp riskten kaçanlar gibi olma. Ama hem iyi bir öyküsü, hem de güzel bir üslubu olan bir kitap bulursan, o kitabı bir hazine gibi sakla.”
Bobby, “Öylelerinden çok var mıdır dersiniz?” diye sordu.
“Kitap züppeleriyle riskten kaçanların sandıklarından fazla. Çok daha fazla. Belki ben de sana bir tane veririm. Gecikmiş bir doğum günü armağanı olarak.”
“Bunu yapmanız gerekmez.”
“Hayır, ama istiyorum. Doğum gününü bir daha kutlarım.”
“Teşekkür ederim.” Bobby bundan sonra kendi dairesine girdi, yahniyi ısıttı (yemek fokurdamaya başladıktan sonra gazı kapatmayı, ayrıca, tencereyi lavabonun içinde ıslatmayı unutmadı) ve arkadaş olarak TV’yi açıp bir yandan da Güneşin Etrafındaki Çember’i okuyarak yalnız başına yemeğini yedi. Chet Huntley’le David Brinkley’in akşam haberlerini yarım kulak dinledi. Ted kitap konusunda haklıydı; gerçekten olağanüstüydü. Kelimeler de ona anlaşılır göründü, ama fazla bir deneyiminin olmadığını da unutmamalıydı.
Sonunda kitabı kapayıp Sugarfoot’u seyretmek için kendini divanın üstüne atarken, böyle bir kitap yazmak isterdim. Acaba bir gün başarabilecek miyim, diye düşünüyordu.
Belki başarırdı. Dondukları zaman boruları onarmak için ya da yandıkları zaman Commonwealth Parkı’ndaki sokak lambalarının ampullerini değiştirmek için birine ihtiyaç olması gibi, öyküleri de birinin yazması gerekiyordu.
Bir saat kadar sonra Bobby tekrar Güneşin Etrafındaki Çember’i alıp okumaya başladığı sırada annesi eve döndü. Ruju dağılmış, kombinezonunun bir ucu da sarkmıştı. Bobby bunu ona göstermeyi düşündüyse de, annesinin bu tür uyarılardan ne kadar nefret ettiğini anımsadı. Hem ne önemi vardı? Çalışma günü sona ermişti ve bazen onun da belirttiği gibi, ikisi baş başaydı.
Liz, artık yahninin yenip yenmediğini kontrol etmek için buzdolabına göz attı, gazın söndürüldüğünden emin olmak için ocağa baktı, tabakla yahni kabının sabunlu suya daldırılıp daldırılmadığını görmek için lavabonun başına gitti. Sonra, oğlunu şakağından öptü, daha doğrusu, geçerken Bobby’nin yüzüne sadece dudaklarını dokundurdu ve ofiste giydiği kıyafetini ve çorabını değiştirmek için yatak odasına geçti. Mesafeli ve düşünceli görünüyordu. Bobby’ye mutlu bir doğum günü geçirip geçirmediğini bile sormadı.
Çocuk daha sonra annesine Carol’un kartını gösterdi. Uz, ona gerçekte görmeyerek şöyle bir baktı ve, “Çok şirin,” deyip geri verdi. Sonra oğluna yüzünü yıkamasını, dişlerini fırçalamasını ve yatmasını söyledi. Bobby söz dinledi, ama Ted’le arasında geçen ilginç konuşmadan annesine söz etmedi. Şimdiki ruh haliyle buna kızabilirdi. Mesafeli kalmasına izin vermek, gerektiği sürece yalnız kalmasına olanak tanımak ve tekrar oğluna yaklaşması için ona zaman bırakmak en doğrusuydu. Ama Bobby dişlerini fırçaladıktan sonra yatağına girerken kederli ruh halinin onu yine pençesine aldığını hissediyordu. Bazen annesinin yakınlığını istiyordu, ne çare ki Liz bunun farkında bile değildi.