1821’de Fransa’nın Rouen bölgesinde doğan Gustave Flaubert gençlik yıllarında ibaret edercesine edebiyatla ilgilenmiştir. Kendinden kısa bir süre sonra yazmaya başlayan Zola tarafınadan sistemazite edilen Natüralizm (Doğalcılık) akımının ilk yazarıdır. Gerçekçiliğe olan tutkusuyla, roman kahramanlarının hiçbirine yakınlık duymadan yazmıştır. Her karakteri ve her olayı titizlikle inceler, kişilerin ve olayların nedenini araştırır ve bunları mükemmel bir dille okuyucuya aktarır.
1857 yılında “Revue de Paris” dergisinde tefkira halinde yayımlattığı ilk eseri “Madam Bovary” hükümet tarafından toplum ahlak ve dini duygularına hareket ettiği gerekçesiyle yasaklandıysa da beraat etti ve Flaubert’e ülke çapında büyüm ün kazandırdı.
Etüd yapıyorduk. Müdür bey arkasında bir hademeyle içeri girdi. Hademenin hiç de hoş bir kılığı yoktu ve marangozdan yeni çıkmış bir masa taşıyordu. Kestirmekte olanlar toparlandı, herkes kendine çekidüzen verdi. Biraz korku, biraz şaşkın bir yüze bürünmüş öğrencilerin hepsi ayağa kalktı.
Eliyle (oturun) der gibi bir işaret yapan müdür etüd hocamıza döndü, hafif bir ses tonu ile:
– Monsieur Roger, size yeni bir öğrenci ge-tirdim, dedi, beşinci sınıfa gidiyor. Terbiyesi, çalışması hoşa giderse, yaşına uygun olan büyük sınıflara geçecek.
Müdür konuşurken yeni öğrenci kösede, kapının ardındaydı. Zoraki seçilebiliyordu. Onbeş yaşlanndaydı. Köylü bir ailenin çocuğu olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Boyu hepimizden daha uzundu. Dümdüz kesilen, bir kısmı alnına sarkan saçları, utangaç bir hali vardı. Akıllı ve efendi olduğu her halinden belli olan bu köy çocuğuna acıyordum. Siyah düğmeli, çuhadan yapılmış yeşil elbisesi, koltuk altlarını sıkıyor, yeni misafirimizi sanki rahatsız ediyordu. İşlemeli kol ağızlarının arasından çıplaklığa alışmış kırmızı bilekleri sırıtıyordu. Düşmemesi için bir askı ile omuzlarına asılmış durumdaki sarıya çalan pantolonu mavi çoraplı bacaklarını ortaya çıkarıyordu. Kunduraları boyalarım atmasına rağmen çiviliydi ve sapasağlamdı.
Kalkıp derslerimizi anlatmaya başladık. Dini bir sohbet dinler gibi dikkatle, can kulağıyla dinledi, dinlerken ayak ayak üstüne atmayı, sıraya dirseğini dayamayı bile göze alamıyordu. Saat iki olup da zil çalınca, yeni öğrencinin bizimle birlikte sıraya girmesi için, öğretmen kendisine seslenmek zorunda kaldı.
Çok sevdiğimiz, yapmaktan korkunç bir zevk aldığımız bir alışkanlığımız vardı: Sınıfa adım atar atmaz şapkalarımızı yere atmak. Çünkü elimizin boş kalmasını istiyorduk. Kapının eşiğine gelince şapkalarımızı duvara çarpıp ortalığı toza dumana katmak, sonra da o şapkayı sıraların altına fırlatmak. Evet, yapılan bu idi. Daha doğrusu alışkanlığımız bu iidi.
Fakat yeni konuğumuz bu durumu kavrayamamış gibiydi. Ya da bu riski göze alamamış da olabilirdi Hep ürkek ve çekingen davranıyor, dua sona ermesine rağmen şapkasını dizlerinin üzerinde tutuyordu. Tüylü takke, pamuk takke, yuvarlak şapka, samur kasket bozması gibi bir şeydi başı-mızdakiler. Bu şapkayı sevmiyor,- zoraki giyiyorduk. Yumurta biçimindeydi, balinalarla kabartılmıştı, halka biçiminde üç büklümle başlıyordu; sonra, kırmızı bir şeritle birbirinden ayrılan, kadifeden, tavşan tüyünden eşkenar dörtgenler yükseliyordu; arkasından karışık şeritlerden meydana gelmiş nakışlarla kaplı, kartonlu bir çokgenle biten bir çeşit torba geliyor, buradan da, pek ince bir uzun kaytanın ucunda,
sırma tellerden bir küçük püskül sarkıyordu. Yeniydi; siperliği parlıyordu.
– Kalk, dedi öğretmen.
Kalktı: kasketi düştü. Bütün sınıf gülmeye başladı.
Almaya eğildi. Yanındakilerden biri dirseğiyle vurup düşürdü; gene aldı.
Öğretmen esprili bir adamdı:
– Bırak şu tulganı, dedi.
Onun haline ve öğretmenin esprisine sınıf katıla katıla gülüyordu. Zavallı çocuk şaşkın bir haldeydi, ne yapacağını bilemiyor, nasıl davranacağına karar veremiyordu. Sonunda oturdu ve şapkasını dizlerini üzerine koydu, ve her zamanki haliyle:
– Kalk, dedi öğretmen. Adın ne senin? Yeni, hızlı, anlaşılmaz bir sesle, anlaşılmaz bir ad geveledi
– Bir daha söyle.
Hecelerin aynı hızlı, anlaşılmaz mırıltısı duyuldu, sınıfın gürültüsü iyice artmaya başladı.
– Yüksek sesle! diye bağırdı öğretmen, daha yüksek!
Yeni sonsuz bir buyrultu gücü gösterdi o zaman, açabildiği kadar açtı ağzını, ciğerlerinin bütün gücüyle, birini ça-ğırırcasına, şu kelimeyi haykırdı: Charbovari.
Büyük bir gürültü koptu birden, tiz seslerle yükseldi de yükseldi (çocuklar uluyor, havlıyor, tepiniyor, tekrarlayıp duruyorlardı: Charbovari! Ciharbovari!), sonra tek tek seslerle uzadı, güçlükle yatıştı, bazen yeniden başlıyor, şurasından burasından, iyice sönmemiş bir fişek gibi boğuk bir kahka-ha fışkıran bir sıra dizisini yeniden sarıveriyordu.
Öğrenciler işi o kadar azıtmış, o kadar ileri gitmişlerdi ki, ipin ucunu elinden kaçırmak üzere olduğunu anlayan öğretmen harekete geçti: Elebaşılara cezalar verdi Sınıf tekrar normale dönünce de yeni misafirimize yöneldi. Adını defalarca yazdırttı,, okuttu, hecelettirdi. Artık adını kavrayabilmişti. Öğretmenin ağzından şu iki kelime döküldü: Charles Bo-vary. Sonra da: “Haydi şimdi şuraya” diye emretti. Gösterdiği yer de tembel öğrencilerin kürsüsünün dibiydi. Zavallı acınacak bir haldeydi. Hareketlerinin yavaşlığı öğretmeni kızdırmışa benziyordu.
– Ne arıyorsun? dedi. Yeni kaygılı kaygılı çevresine baktı:
– Kas… dedi çekine çekine.
– Bütün sınıfa beşyüz mısra ceza! diye gürleyiveren kızgın bir ses, yeni bir kasırgayı Quosego gibi durduruverdi. “Rahat dursanıza!” diye devam ediyordu öğretmen. Kızmış-tı, mendiliyle alnını kuruluyordu. Sana gelince, yeni sen de ridiculus sum, (yani ben komiğin biriyim) fiilini yirmi kere yazacaksın bana.
Sonra, yumuşayan bir sesle:
– Şapkam da bulursun, çalmadılar! dedi Her şey eski sakinliğine kavuştu. Başlar kâğıtların üzerine eğildi, yeni de örnek bir duruşla durdu, arada sırada bir kalem ucuyla atılıp yüzüne çarpan ufak, tükrüklü kâğıt gülleleri de değiştirmedi halini. Yüzünü eliyle kuruluyor, başı önünde, kımıldamadan duruyordu.
Ders bitmiş, akşam olmuştu. Biraz sonra da etüde girmiştik. Etrafına dikkat etmiyor, sadece kendi işine yoğunlaşıyordu. Önce sırasından kolluklarını çıkardı, eşyalarının bazılarım büyük bir dikkatle yerleştirdi. Çalışkan ve titiz bir hâli vardı. Sözlük onun en önemli yardımcısıydı. Her kelimede sözlüğünü açıyor, kendini bütün gücüyle derslerine veriyordu.
Onun bu çabası ve iyi niyeti, sınıfta kalmasını kolaylaştırmış, bir alt sınıfa gönderilmesi tehlikesini şimdilik durdurmuştu. Latinceyi az da olsa biliyor, fakat kalıpları kavramakta zorluklar yaşıyordu. Biraz vurdumduymaz olan ailesi onu koleje geç göndermişti. Bu arada köyün papazı imdadına yetişmiş, az ad olsa Lâtince öğretmişti kendisine.
Babası eski bir alay operatör doktor yardımcısıydı. 1812 yılında, asker yazma ve gönderme işince adı bir rüşvet olayı-na karışmış, görevden el çektirilmişti. Ardından talihi yaver gitmiş, kendisine aşık olan bir zengin kızıyla evlenmiş ve altmış bin drahomalık bir servetin üstüne oturmuştu. Yakışıklı, ağzı laf yapan, palavracı biriydi. Mahmuzlarını yüksek sesle şakırdata şakırdata yürür, favorileri bıyıklanyla birleşirdi. Parmaklan hep yüzüklerle süslüydü, renkleri göz alıcı elbiseler giyerdi, babayiğit bir görünüşü vardı, seyyar satıcılar gibi şakraktı. Evlendikten sonra iyi yemekler yedi, geç kalktı, kocaman, porselen pipolar tüttürdü, geceleri eğlenceler bitmedikçe eve dönmedi, kahvelere dadandı, iki üç yıl karısının servetiyle geçindi. Kayınpederi öldüğünde elinde çok az bir şey kalmıştı. Önce dokumacılık işine atıldı, para kaybetti. Sonra, elindeki sermayenin geri kalanını iyi kullanabilmek için köye çekildi. Pamukçuluğa atıldı. Ama işi bilmiyordu. Çift sürecek atlara binecek, elma şırasını satıp para kazanacağı yerde içecek, gelir getirecek kümes tavuklarını kesip yiyecek, av kunduralarının domuz yağı ile yağlayacak kadar yabancıydı hayata ve hayatın gerçeklerine karşı. Baktı ki işleri hep kötü gidiyor, bu işler ona göre değil, her şeyi bıraktı ve başka uğraşlara yöneldi.
Caux ile Picardie arasında bir köyde, iki yüz frank karşılığında yan çiftlik, yarı bey evi durumunda bir yer kiraladı; daha kırk beş yaşında herkesi kıskanıp, bütün yanlışları Tan-rı’ya yükleyerek, keder, sıkıntı içinde içine kapandı, insanlardan iğrendiğini, huzur içinde yaşamaya karar verdiğini söylüyordu.
Karısı çılgınca vurgundu ona bir zamanlar; kulu kölesi olurcasına sevmişti kocasını. Ama artık olmuyordu, kocası kedisinden daha çok uzaklaştırmıştı. Eskiden şen şakraktı, açık yürekliydi, sevgiyle doluydu ya, yaşlanınca (ekşiyip sirkeleşen şaraplar gibi) çekilir yanı kalmamış, yaygaracı, sinirli bir kadın olmuştu. Önceleri kocası köyün aşiftelerinin ardından koşar-ken, bir sürü kötü yerlere girip çıktıktan sonra uyuşmuş bir durumda, leş gibi içki kokarak yanına dönerken, hiç ses çıkarmadan, çok acılar çekmişti! Sonra gururu ayaklanmıştı. O zaman da büyük bir dayanıklılıkla öfkesini yutup susmuş, bu öfkeyi ölünceye kadar sürdürmüştü. Hep işlerle uğraşıyor, şuraya buraya başvurup duruyordu. Avukatlara, başkana gidiyor, senet sürelerinin dolduğunu hatırlıyor, geriye atılmalarını sağlıyordu. Sonra evde, beyefendi sürekli olarak uykuyla uyanıklık arası bir uyuşukluk içinde somurturken, uyanınca da yalnız can sıkıcı şeyler söylerken ateşin başında piposunu tüttürüp küllerin içine tükürürken’ o ütü yapıyor, dikiş dikiyor, çamaşır yıkıyor, ırgatların başında duruyor, borçları ödeyip hesabı kesiyordu.