Marguerite Duras, hastalığı nedeniyle uzun bir sessizlik döneminden sonra I990’da Yaz Yagmuru’nu yayımlamıştır. Romanın kahramanı Ernesto kalabalık ve yoksul bir ailede yaşamaktadır, ancak çevresi onun bir dahi olmasını engelleyemez. Ernesto ve kız kardeşi Jeanne yaşadıkları suç ortaklığını ensest ilişkiye dönüştürürler. Büyülenmenin ve çocukluğun sonu olan yaz yağmurundan sonra onları ayrılık beklemektedir. Marguerite Duras 1914’de Çinhindi’nde dünyaya geldi.
Orada babası matematik öğretmenliği, annesiyse ilkokul öğretmenliği yapıyordu. Çocukluğu boyunca, Fransa’da geçirdiği kısa bir süre dışında, on sekiz yaşına dek Saygon’dan hiç ayrılmadı. Paris’te hukuk, matematik ve siyaset bilimi okudu. İlk romanı Les Impudents’ı 1943 yılında yayımladı. Sevgili ile 1984’te Fransa’da Goncourt Ödülünü aldı.
Bütün eserlerinde edebiyatı sorguladı. Duras 1996 yılının Mart aymda 82 yaşında öldü. * * Hervé Sors’a Kitapları banliyö trenlerinde buluyordu babam. Ayrıca ölümlerden ve taşınmalardan sonra hediye edilmiş gibi çöp tenekelerinin yanında da buluyordu. Bir keresinde Georges Pompidou’nun Hayatı’nı bulmuştu. Bu kitabı iki kez okumuştu. Çöp tenekelerinin yanında paket edilip bağlanmış eski teknik yayınlar da bulurdu ama onları almazdı.
Georges Pompidou’nun Hayatı’nı annem de okumuştu. Bu Hayat her ikisine de çok ilginç gelmişti. Daha sonra Ünlü Kişilerin Hayatları’nı -dizinin adıydı buaramışlardı ama Georges Pompidou’nun hayatından daha ilginç bir hayata rastlayamamışlardı ve bunun nedeni de belki söz konusu insanların adlarını bilmemeleriydi. Kitapçıların önündeki “Ucuzluk” sergilerinden bu tür kitaplar çalmışlardı. Kitapçıların ilgilenmedikleri Hayatlar çok ucuzdu. Baba ve anne Georges Pompidou’nun yaşamındaki olayların öyküsünü bütün romanlara tercih etmişlerdi.
Bu adamla ilgilenmelerinin nedeni sadece şöhreti değildi, tersine bu kitabın yazarlarının anlattıkları bütün yaşamların ortak mantığından bakıldığında Georges Pompidou’nun yaşamı çizgi dışı ve olağanüstüydü. Baba, Georges Pompidou’nun, anne de karısının yaşamında buluyorlardı kendilerini. Onların yaşamları kendi yaşamlarına yabancı değildi ve hatta kendi yaşamlarıyla ilişkileri olan bir yaşamdı. Çocuklar hariç, diyordu anne.
Doğru, diyordu baba, çocuklar hariç. Onların yaşam öyküleriyle ilgilenmelerinin nedeni yaşam içindeki zamanın doldurulmasının öyküsüydü yoksa yazgılar ya da felaketlerin yol açtığı özel olaylarla ilgilenmiyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu yazgılar da çoğu zaman birbirinin aynısıydı. Baba ve anne, bu kitaptan önce kendi yaşamlarının başka yaşamlara ne kadar çok benzediğinin farkında değillerdi. Bütün yaşamlar birbirinin aynı, çocuklar hariç, diyordu anne.
Çocuklar hakkında bir şey bilinmiyordu. Doğru, diyordu baba, çocuklar hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Anne ve baba bir kitaba başladıklarında mutlaka bitirirlerdi onu… Kitap daha başında çok sıkıcı gelse de, okuma aylarını alsa da mutlaka bitirirlerdi… Edouard Herriot’nun La Foret Normande adlı kitabı için de aynı şey söz konusu olmuştu; bu kitapta hiç kimsenin hayatı anlatılmıyor, baştan sona Normandiya ormanlarından söz ediliyordu.
Anne baba Vitry’ye yaklaşık yirmi yıl (belki yirmi yıldan da fazla olmuştu) önce yerleşmiş yabancılardı. Vitry’de tanışmış ve orada evlenmişlerdi. Bir oturma izin belgesinden ötekine hâlâ geçici yerleşme hakkına sahip olarak yaşıyorlardı orada. Evet, çok uzun zamandan beri öyle yaşıyorlardı. Bu insanlar işsizdi. Hiç kimse onlardan yararlanmak istememişti kesinlikle çünkü kökenlerini bilmiyorlardı tam anlamıyla ve uzmanlıkları yoktu.
Onlar da ısrarcı olmamışlardı iş konusunda. Çocuklar da, ölen büyük çocukları da dahil olmak üzere orada doğmuşlardı. Bu çocuklar sayesinde başlarını sokacak bir yer bulmuşlardı, ikinci çocuklarıyla birlikte kendilerine yıkımı durdurulan bir ev verilmişti ve daha sonra bir toplu konuta taşınacaklardı. Ama bu toplu konutlar hiçbir zaman yapılamadı ve onlar bu evde kaldılar.
Bir oda, bir mutfak, daha sonra -her yıl bir çocuk doğduğundan- belediye mutfaktan, dar bir koridorla ayrılan bir yatak odası yaptırdı. Bu koridorda yedi çocuğun en büyükleri Jeanne ve Ernesto yatıyordu. Öteki beş çocuk yatak odasında yatıyordu. Katolik Yardımı’ndan da oldukça iyi durumda gaz sobaları gelmişti. Çocukların okul sorunuyla ne belediye ne çocuklar ne de anne baba ciddi biçimde ilgilenmişlerdi.
Bir keresinde anne baba çocukların eğitimi için eve bir öğretmen gönderilmesini istemişti ama “yok daha neler, çok şey istemiyor musunuz!” gibisinden bir cevap almışlardı. Evet aynen böyle… Belediyeyle ilgili bütün ilişkilerinde kötü niyetli davranışlarla karşılaşıyorlardı ve tuhaf bir inatlaşma içindeydiler görevliler. Sonuç olarak bu insanlar trenlerde, kitapçıların ucuzluk reyonlarında, çöp tenekelerinin yakınlarında buldukları kitapları okuyorlardı. Vitry belediye kütüphanesine giriş kartı talep etmişlerdi.
Aldıkları cevap: “bir bu eksikti!” Onlar da ısrar etmemişti. Allahtan kitapları bulabilecekleri banliyö trenleri ve çöp tenekeleri vardı. Baba ve anne fazla çocuk sahibi olduklarından toplu taşıma araçlarından ücretsiz yararlanıyorlardı ve sık sık Paris’e gidiyorlardı. Paris’e gidip gelmeler özellikle bir yıl süren Georges Pompidou okumalarından sonra başlamıştı. Başka bir kitap hikâyesi daha yaşanmıştı bu ailede. İlkbahar başında çocuklar yaşamıştı bunu.
O dönemde Ernesto on iki-yirmi yaş arasında olmalıydı. Ernesto okumayı bilmediği gibi yaşını da bilmiyordu. Sadece adını biliyordu. Olay bir ek binayı andıran komşu evin bodrum katında geçmişti; burası çocukların yararlanması için her zaman açık tutulurdu ve çocuklar her gün, soğuk ya da yağmurlu havalarda, güneş battıktan sonra ya da öğleden sonra yemek vaktine kadar orada vakit geçirirlerdi. Kitabı en küçük kardeşler bu bodrumda, kalorifer borularının geçtiği bir yerde, döküntüler arasında bulmuşlardı. Ve Ernesto’ya götürmüşlerdi bu kitabı.
Ernesto uzun uzun bakmıştı kitaba. Çok kalın, siyah, deri kaplı bu kitabın sırtı kısmen yanmıştı… neyle yakıldığı anlaşılmıyordu ama güçlü bir alet olmalıydı bu… kuyumcu körüğü ya da ateşte kızartılmış bir demir çubuk… Yanığın oluşturduğu delik yusyuvarlaktı. Kitap bu deliğin çevresinde yakılmadan önceki gibiydi ve bu deliğin çevresindeki sayfalardan oluşan bölümün okunması gerekiyordu. Çocuklar kitapçı vitrinlerinde ve anne babalarının ellerinde kitaplar görmüşlerdi ama bu kadar kaba muameleye maruz kalmış bir kitaba ilk kez rastlıyorlardı.
En küçük erkek ve kız kardeşler ağlamışlardı. Yakılan kitabın bulunmasından sonraki günlerde Ernesto bir suskunluk dönemine girmişti. Öğle sonraları elinde yanık kitapla sürekli bodruma kapanıyordu. Ernesto, daha sonra, birdenbire ağacı hatırlamış olmalıydı. Berlioz sokağı ve neredeyse her zaman boş olan bir sokağın, çok dik bir yokuşla otobana ve Portà-l’Anglais de Vitry’ye kadar inen Le Camelinat sokağının köşesinde bir bahçe vardı.
Bahçe özenle oluşturulmuş demir kazıklı tel bir çitle çevriliydi. Sokakta öteki bahçelerin yüzölçümleri ve biçimleri de bu bahçeninkiyle aynıydı aşağı yukarı ve bunlar da aynı şekilde çitlerle çevriliydi. Ama bu bahçede hiçbir ilginç şey, hiçbir çiçek tarhı, hiçbir çiçek, hiçbir bitki, hiçbir çalılık yoktu. Tek bir ağaç vardı. Bir ağaç. Bütün bahçe tek bir ağaçtan oluşuyordu. Çocuklar böyle bir ağaç görmemişlerdi kesinlikle. Vitry’de hatta Fransa’da bir eşi daha yoktu bu ağacın.
Sıradan bir ağaç gibi gözüküyordu, farkedilmeyebiliyordu. Ama bu ağacı bir kez görenin onu bir daha aklından çıkarması mümkün değildi. Normal uzunlukta bir ağaçtı. Gövdesi beyaz kâğıt üstündeki bir çizgi gibi dimdikti. Kubbe biçimindeki yaprakları sudan yeni çıkmış gür ve güzel saçları andırıyordu. Ama bu yaprakların altında bahçe bir çöldü. Işıktan başka hiçbir şey bitmiyordu burada. Bu ağacın yaşı yoktu, mevsimlere, iklimlere kayıtsızdı, çaresiz bir yalnızlık içinde yaşıyordu.
Bu bölgeyle ilgili kitaplarda adı geçmiyordu kesinlikle. Belki hiçbir yerde adı geçmiyordu. Kitabın bulunmasından günler sonra Ernesto ağacı görmeye gitmiş ve çevresindeki çitin tam karşısındaki bayırda oturup seyretmişti onu. Daha sonra her gün gitmişti oraya. Kimi zaman çok uzun süre kalıyordu ama hep yalmz gidiyordu.
Bu ağaç ziyaretlerinden Jeanne dışında kimseye söz etmiyordu. İlginç bir biçimde burası erkek ve kız kardeşlerin Ernesto’yu aramaya gelmedikleri tek yerdi. Yanmış kitaptan sonra ağaç belki de onu delirtmeye başlayan şeydi. Erkek ve kız kardeşler böyle düşünüyorlardı. Ama nasıl bir deli… bunu sanki hiç anlayamayacaklardı. Bir akşam erkek ve kız kardeşler Jeanne’a bu konudaki düşüncelerini, ne düşündüğünü sordular. Jeanne’a göre Ernesto ağacın yalnızlığından ve de kitabın yalnızlığından etkilenmiş olmalıydı. Ona göre Ernesto kitabın kurbanlığını ve ağacın yalnızlığının kurbanlığını aym kader içinde birleştirmişti.
Ernesto Jeanne’a yanmış kitabı bulduğunda yalnız ağacı hatırladığını söylemişti. Aynı anda iki şeyi düşünmüştü: bunların kaderlerini ilişkilendirmek, bunları kafasında ve bedeninde eritmek ve karıştırmak… Ernesto böylelikle tüm yaşamın bilinmezliğine yaklaşmak istiyordu. Ve şunu da eklemişti Jeanne: Ernesto beni de düşünmüştü. Ama erkek ve kız kardeşler Jeanne’ın söyledikerinden hiçbir şey anlamamışlardı ve yeniden uykuya dalmışlardı. Jeanne farketmemişti bunu ve ağacı ve Ernesto’yu anlatmaya devam etmişti.
Ernesto bu şekilde konuşmaya başladıktan sonra Jeanne için yanmış kitap ve ağaç Ernesto’nun nesneleri olmuşlardı, Ernesto bulmuştu onları, elleriyle, gözleriyle, düşüncesiyle dokunmuştu onlara ve Jeanne’a sunmuştu sonra. Hayatının bu döneminde Ernesto okumayı bilmiyordu, herkes onun okumayı bilmediğini biliyordu ama o yanmış kitaptan bir şeyler okuduğunu söylüyordu. Ne düşündüğünü, ne yaptığını bilmeden söylüyordu bunları ve sonra, daha sonra, arkasından hiçbir şey sormamıştı kendisine bu konuyla ilgili olarak… yanılıp yanılmadığını, gerçekten okuyup okumadığını, hatta bunun okuma olup olmadığım, okumanın böyle mi yoksa başka türlü bir şey olup olmadığını…. hiç düşünmemişti.
İlk başta şöyle bir deneme yapmıştı anlattığına göre: bir sözcüğün şekline tümüyle nedensiz ve keyfi bir düşünceyle bir anlam yüklemişti. Sonra aynı şeyi ikinci sözcük için yapmıştı, başka bir anlam vermişti ama birinci sözcüğe verdiği sözde anlama göre anlamlandırmıştı ikinci sözcüğü ve bütün cümleden bir anlam çıkarıncaya kadar devam etmişti bu. Böylece okumanın kendi bedeninde kendiliğinden yaratılmış bir hikâyenin bir tür sürekli akışı olduğunu anlamıştı. Kitaptan bu yöntemle bir şeyler çıkardığını sanmıştı…
Uzun zaman önce Fransa’nın uzak köşelerinden birinde yabancı bir kral hüküm sürmüştü… Kralların hikâyelerini okumamıştı o, belli bir dönemde, belli bir ülkede yaşamış bir kralın hikâyesini okumuştu… öyle sanıyordu. Kitap yanmış olduğundan bu hikâyenin küçük bir bölümünü okumuştu… sadece bu kralın yaşamını ve yaptığı işlerle ilgili olarak bazı bölümleri okumuştu… Erkek ve kız kardeşlerine böyle söylemişti. Ama bu kitap konusunda kıskançlık içinde olan kardeşleri Ernesto’ya şöyle demişlerdi: -Sen bu kitabı nasıl okuyabilirsin, aptal herif, okumayı biliyor musun ki? Ne zaman öğrendin okumayı?