ÇocukHikaye - Öykü

Mark Twain – Çalınan Taç

Mecaz olarak spor terimlerinin kullanılmasını kuşkuyla karşılayan biri olarak bu yazıya başlarken aynı şeyi yapmaktan her ne kadar kaçınsam, hatta inat ve ısrarla dirensem de (işte, sizler de şahitsiniz nasıl zorlandığıma…); Mark Twain’i hakkıyla tarif edebilmek için yana yakıla doğru sözcükleri ararken, boks term sözcüğünü de eklemek yanlış olmaz sanırım). Küçücük bir kız ya da oğlan çocuğunun kutsal ve iyi olanla şeytani ve kötü olan arasında seçim yapmaya zorlandığı bir hikâye düşünebiliyor musunuz?

Her şeyi bilen büyüklerinin sözünü dinleyen ve iyi olanı seçen çocuk ileride büyüdüğünde sağlıklı, zengin, akıllı ve güzel ya da yakışıklı biri olurken; biraz cesaretle kötü olanı seçen çocuk ise, daha kitabın beşinci bölümüne bile gelmeden iri bir kayanın altında ezilerek cezasını bulsun. Yüreklere korku salan şu meşhur ‘ders çıkarma’ azmiyle yazılmış çoğu hikâyeden anlaşıldığına göre, o yıllarda kitap okumak, eğlendirici ve hayal gücünü geliştirici bir edim değil, ahlaki ve kutsal öğretilerle çocukların beynini yıkamanın diğer adıymış.

Bu yazım türü 1865’te, İngiliz yazar Lewis Carroll’un Alice Harikalar Diyarında adlı romanına dek böyle devam etti; çocuklara ve gençlere yalnızca ve tamamıyla eğlenmeyi vaat eden ilk kitaptı bu. Çünkü Alice’in ne bir akıl hocası vardı, ne de yol göstereni; o, her zaman doğru seçimler yapan bir öncü olmadı asla, günümüzde bile, kendi hayal dünyasının peşinde koşan bir maceraperest olarak zevkle okunması boşa değildir.

Çalınan Taç (Prens ile Dilenci) ise, birbirine zıt iki karakterin yer değiştirmesiyle okurlarına harika bir karışım sunan ilk eserdir; öyle ki, yalnızca eğlenceli, macera ve heyecan dolu bir hikâye olmakla kalmaz, içerdiği pek çok düşündürücü sözle, Twain’in dünya görüşü üzerine de önemli ipuçları verir. Mark Twain nazik bir dille okurlarından üzerinde fazlaca düşünmeden doğru belledikleri şeyleri bir kez daha düşünüp tartmalarını, vardıkları sonuçları tekrar değerlendirmelerini talep eder.

Hatta buna benzer bir şeyi kendisi de yapmaktan geri durmaz, eğlenceli ve tuhaf bir hikâye yazma dürtüsüyle çıktığı yolda kalemi kendiliğinden yön değiştirir ve sonuçta yazdığı şey, toplumun türlü hastalıklarını yerden yere vuran acımasız bir tirada dönüşür. Dedik ya, Mark Twain bu, sual olunmaz.

Eğer araştıracak olursanız (daha doğrusu, öğretmenlerinizden biri araştırmanızı isterse) yazdıklarında yoksulluk, sömürü, dinsel hoşgörüsüzlük, bağnazlık, eski monarşilerin adaletsizliği gibi konulardan bireylerin psikolojisi, hatta en dikkat çekici başlıklarından biri olan, kişileri birbirinden farklı kılan özellikler gibi çok çeşitli konularda kalem oynatmış olduğunu görürsünüz.

Twain ne yapar eder, sonunda son derece usturuplu bir şekilde okurunu bu konular üzerinde düşünmeye ikna eder. Tarih boyunca tüm yazarların ulaşmaya çabaladığı, pek çoğunun da, “Lanet olsun, bunu neden ben akıl edemedim?” diye kafasını duvarlara vurmasına yol açan ustalık da bu değil midir zaten? Çalınan Taç’ın (Prens ile Dilenci) hikâyesi on altıncı yüzyılda, bir sonbahar günü, İngiltere’nin Londra kentinde başlar.

Sefil mi sefil, pislik içinde, buz gibi bir evde fakir bir ailenin istenmeyen çocuğu, Tom Canty dünyaya gelir. Onunla aynı anda İngiltere’nin en zengin ailesinin de bir çocuğu olur, ülkede herkesin aylardır heyecanla beklediği ve bir gün kral olarak taç giyip tahta çıkacak olan Edward Tudor’dur bu çocuk. Birbirine hiç mi hiç benzemeyen hayatlar içine doğan iki farklı çocuk.

Zavallı Tom her gün açlıkla savaşır ve dilenmesi için zorla sokaklara salınırken, Galler’in genç prensi Edward ise, görevleri yalnızca kendisini soyup giydirmek olan bir hizmetkâr ordusuyla gününü gün etmektedir (bu gelenek içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüzyılda, Prens Charles tarafından hâlâ sürdürülmektedir). Ayrıca, zehir katılıp katılmadığını anlamak için yemeklerini tatmakla görevli bir çeşnicibaşı bile vardır, hatta bu işe çok şaşıran Twain romanın bir yerinde,

“Bu iş için neden köpekleri ya da lağımcı gibi aşağı tabakadan kimseleri kullanmadıkları ise bir muammaydı doğrusu” der. Zavallı Tom her gün sudan sebeplerle babasından ve büyükannesinden dayak yerken, genç prens Edward’ın, yanlış yaptığında kendisinin yerine dayak yiyen resmi bir “şamaroğlanı” vardır. Zavallı Tom kendi kendine gizlice okuyup yazmaya çalışır; bu çabası ailesi tarafından vakit kaybı olarak görülüp horlanırken, Edward Latinceyi, Yunancayı ve Fransızcayı sular seller gibi konuşabilmektedir.

Roman yazma konusundaki benzersiz ustalığının göstergelerinden biri de Twain’in, iki çocuğun bir gün sarayda karşılaşarak, sırf eğlence olsun diye giysilerini değiş tokuş etmesi gibi okura son derece saçma gelebilecek bir fikri, büyük bir inandırıcılıkla hayata geçirebilmesidir. Ardından Tom’un paçavralarını sırtına geçiren Edward, muhafıza haddini bildirmek için bahçeye çıkınca daha neye uğradığını bile anlayamadan tıpkı bir serseri gibi yaka paça dışarıya atılır.

Bir süre sokaklarda sürünür, bu arada önüne çıkan herkese İngiltere’nin gerçek prensi olduğunu söyleyerek derdini anlatmaya çalışmaktadır. Giderek insanlar tarafından aklını kaçırmış, zavallı bir mecnun olarak görülmeye başlayan Edward, acımasız alayların hedefi haline gelir, sürekli itilip kakılır.

Derken Tom’un zalim babasının eline düşer, sıkı bir dayaktan sonra yaka paça sürüklenerek ailesinin, köpek yuvasından farksız evine getirilir ve olaylar böylece devam eder. Tom’un annesi bile Edward’ı kendi oğlu sanır, yalnızca bir parça aklı karışmıştır, o kadar.

Bu olay karşısında Twain’in kendisi bile dayanamaz ve kaleminden dökülen en ilginç cümlelerden birini kâğıda geçirir: “Ah, benim zavallı oğlum, gördün mü bak, okuduğun bütün o saçmalıklar sonunda yapacağını yaptı, aklını başından aldı…” Bu sırada sırtında Edward’ın şık giysileriyle Tom da benzer problemler yaşamaktadır. Telaş içinde kralı Galler prensi olmadığına, yalnızca basit bir dilenci olduğuna inandırmaya çabalar; ama giysilerini giydiği prense o kadar benzemektedir ki, ne kral inanır majesteleri prens olmadığına, ne de en yakın hizmetkârları.

Benzer biçimde o sırada sarayın dışında Edward’a türlü işkenceler etmekte olan hoyrat kalabalık da aradaki farkı görememekte, çocuğun keçileri tamamen kaçırdığını düşünmektedir. Zamanla prens de dilenci çocuk da yeni kişiliklerini kabullenmeye başlarlar; içine düştüğü bu güç durumun bazı hoş yanları da olduğunu keşfeden Tom yaşadıklarından zevk almaya bile başlar. Ama Edward’ın yeni koşullara alışması o kadar da kolay olmaz.

Tam ortasına düştüğü perişan yaşantıdan öğrendiği en önemli şey, tebaasını yönetmek için ecdadı tarafından çıkarılan bütün o kanun ve fermanların aslında ne kadar acımasız ve adaletsiz olduğu gerçeğidir. Kendi tebaasından biri gibi, basit insanların koşullarıyla yaşarken ülkesinde var olan adalet sisteminin hiç de adaletli olmadığını öğrenir Edward böylece, krallarda hiç rastlanmayan türden kendine has bir merhamet ve şefkat duygusu geliştirir.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Franz Kafka – Hayvan Öyküleri

Editor

Ayfer Tunç – Evvelotel

Editor

Guy De Maupassant – Mutluluk

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası