Roman (Yabancı)

Masumiyet Çağı

masumiyet cagi 5ed42e37e0f31Kendisini kıta Avrupa`sının kökleşmiş ve kemikleşmiş alışkanlıklarından soyutlayarak, yeni tarz bir yaşama biçimi ve yeni tarz bir sosyete yaratmak hevesindeki Amerikan burjuvazisi, kendilerine Avrupa`dan geçmiş pek çok alışkanlığı küçümserken, aslında benzer bir hayatın içinde yaşadıklarını bilmiyorlardı.

Hayata bakışları da öyleydi. Bir kadın için en kötü evlilik dul kalmaktan daha iyiydi. Ama evlenilecek erkeğin duruşu, sosyal statüsü ve serveti, seçimleri zora sokuyor, bayanlar arasındaki rekabeti arttırıyordu.

May, Archer ile evlenmek konusunda çok istekliydi; Archer`ın kalbi ise Madam Olenska`daydı ve onun kocasından boşanıp kendisiyle evlenmesi için elinden geleni yapıyordu. Madam Olenska ise, ne servetten vazgeçiyor, ne de Archer`a duyduğu sevgiden.

Gizlice yapılmış anlaşmalar, kadınların ayak oyunları, gizli buluşmalar, küçük ama ayıp karşılanan tensel yaklaşımların gölgesinde var olmaya çalışan bir aşk… Ama kimin aşkı daha gerçekti?

Hem kıtalar ne fark ediyordu ki? Aşk, Amerika`da da Avrupa`da da aşktı…

Amerikan edebiyatının önemli kadın yazarlarından biri olan Edith Wharton, aşkın masumiyetini anlatırken bu yoldaki her türlü gizli kapaklı işi kabul edilebilir sayan Amerikan toplumuna da eleştiri getirmekten alamıyor kendisini. Pulitzer Ödüllü bu romanı okurken May`in acısını yaşayacak, Archer için endişelenecek ve Madam Olenska`nın durumuna şaşıracaksınız.

20. Yüzyıl Amerikan edebiyatının en önemli kadın yazarlarının başında gelen Edith Wharton, dünyadaki ününü Masumiyet Çağı adlı kitabına borçludur. Yayınlandığı andan itibaren artan bir şekilde ilgi görmüş olan bu kitap yazarına Pulitzer Edebiyat Ödülünü de kazanmıştır.

-1-

Bin sekiz yüz yetmişli yılların başlarında, bir ocak ayı akşamüstü, Christine Nilsson, New York Müzik Akademisi’nde Faust Operası’nı söylüyordu.

Şehirden uzak bir yere, pahalılığı ve görkemiyle büyük Avrupa başkentlerindekilerle yarışacak yeni bir opera binasının inşa edileceği söylentisi yayıldığı hâlde, moda dünyası, her kış, yıpranmış meşhur akademinin eski kırmızı ve altın rengi localarını yenilemekten hiç şikâyet etmezdi. Muhafazakâr kesimden olanlar, küçük ve sevimli olduğu; New York’un artık kendilerinden korkmaya ve aynı zamanda sıkılmaya başladığı “yeni insanların” girmelerine engel olduğu; ayrıca duyarlı tarihsel çağrışımı ve müzik dinlemek için inşa edilmiş salonlarda her zaman bulunamayan bir özellik olan kusursuz müzikal akustiği olduğu için akademiyi çok seviyorlardı.

Madam Nilsson’ın o kış ilk sahne alışıydı ve kaygan, karlı caddelerden özel kupa arabaları, geniş aile landonları ya da daha gösterişsiz; ama daha rahat olan “kahverengi iki kişilik at arabalarında” binaya taşınan, günlük gazetenin tabiriyle “seçkin muhteşem seyirci”  o gün oraya, onu dinlemek için toplanmıştı. Operaya iki kişilik bir at arabasında gelmek, kendi at arabasında gelmek kadar onur vericiydi ve aynı şekilde geri dönüş de, akademinin sütunlu girişinin altında, soğuktan ve cinden dolayı burnu tıkalı faytoncusu işaret edene kadar beklemek yerine (demokratik ilkelere şakacı bir dokundurma yaparak) sırada beklerken önüne gelen ilk arabaya binmesini sağlamak gibi büyük bir avantajı da vardı. Tecrübeli faytonculardan birinin ustaca sezgisine göre, Amerikalılar eğlenceden bir an önce kaçmayı, eğlenceye bir an önce gitmekten daha çok istiyorlardı.

Newland Archer, arka tarafta bulunan loca kapısını açtığı zaman perde henüz açılmıştı ve sahnede bahçe manzarası vardı. Genç adamın daha erken gelmesini engelleyen herhangi bir neden yoktu; çünkü saat yedide annesi ve kız kardeşiyle beraber akşam yemeğini yemiş ve daha sonra da gotik kütüphanede siyah ceviz ağacından yapılma cilalı kitap rafları ve uzun sandalyeler arasında ağzında bir puroyla oyalanmıştı. Bayan Archer’ın sigara içilmesine müsaade ettiği tek oda burasıydı. Fakat her şeyden önce, New York büyük bir şehirdi ve Bay Archer da büyük şehirlerde operaya erken gitmenin kesinlikle doğru bir davranış olmadığının farkındaydı. Neyin “doğru olup” neyin “olmadığı”, Newland Archer’ın New York’unda, binlerce yıl önce atalarının kaderlerine yön veren esrarengiz totemler kadar önem taşıyordu.

Gecikmesinin ikinci nedeni ise kişiseldi: Ağzında purosuyla zaman öldürmüştü; çünkü o, doğuştan aşırı duyarlı biriydi ve keyif verici bir şey hakkında düşünmek, o şeyin gerçekleşmesinden daha çok haz veriyordu ona. Düşündüğü şey ince ve narin bir detaysa, bu durum daha da geçerlilik kazanıyordu, ki hoşlandığı şeyler genelde hep inceydi. Şu anki durumda da sabırsızlıkla beklediği an o kadar nadir ve harika bir andı ki, baş kadın oyuncunun menajeriyle geliş saatini ayarlamış olsaydı bile akademiye bu kadar mükemmel bir zamanlamayla gelemezdi. Girdiği zaman baş kadın oyuncu “beni seviyor – beni sevmiyor – beni seviyor!” şarkısını söylüyor ve bir yandan da çiy tanesi kadar berrak notalarla papatya yapraklarını etrafa saçıyordu.

Kadın doğal olarak “M’ama!” diye söylüyordu şarkıyı; “O beni sevmiyor,” diye değil; çünkü müzik dünyasının değiştirilemez ve sorgulanamaz yasaları, İsveçli sanatçılar tarafından söylenen Fransız operaların Almanca metinlerinin, dili İngilizce olan seyircinin daha net anlayabilmesi için, İtalyanca’ya çevrilmesini gerektiriyordu. Bu olay, Newland Archer’ın hayatını kuşatan diğer gelenekler gibi çok doğal geliyordu ona: Her gün saçını, üstünde adının baş harfleri mavi mineyle kazılı gümüş bir fırçayla taraması ya da ceket cebinde bir çiçek olmadan toplum içine katiyen çıkmaması (gardenya çiçeği tercih edilirdi) gibi gelenekler.

“M’ama… Non m’ama…” diyordu baş kadın oyuncu ve “M’ama!” diyordu yer yer yaprakları kopartılmış papatyayı ağzında gezdirirken ve aşk zaferinin doruğa ulaşmasıyla, iri gözlerini, katıksız ve gerçekçi saf kurbanının baktığı kadar sonuçsuzca çabalayarak bakmaya çalışan küçük, kahverengi Faust-Capoul’un karmaşık bakışlarına doğru kaldırırken.

Locanın arkasındaki duvara dayanmış olan Newland Archer, gözünü sahneden ayırdı ve binanın öbür tarafına yöneltti. Kilosu, onu operaya gelmekten mahrum edecek kadar fazla olan; ama özel gecelerde her zaman ailenin daha genç bireyleri tarafından temsil edilen yaşlı Bayan Manson’ın locasıyla karşı karşıyaydı şimdi. O an locanın ön tarafında Bayan Manson’ın gelini, Bayan Lovell Mingott ve kızı, Bayan Welland ve işli elbiseli bu kadınların arkasında da biraz geride kalmış, beyazlar içinde, gözleri kendinden geçmiş bir şekilde sahne âşıklarına kilitlenmiş olan bir kız oturuyordu. Madam Nilsson’ın “M’ama!” deyişi sessiz salonda yankılandığı zaman (papatya şarkısı söylenirken herkes her zaman susardı) hafif pembe bir kızarıklık kızın yanaklarına yayıldı; alnını sarı saçlarının dibine kadar örttü ve ucuna tek bir gardenya çiçeği iliştirilmiş sade bir tülle örtülü olan diri göğüslerine renk kattı. Gözlerini aşağı, dizlerinin üstünde duran büyük zambak buketine indirdi ve Newland Archer, kızın, beyaz eldivenli parmak uçlarını, çiçeklerin üzerinde sevecen bir şekilde gezdirdiğini gördü. Archer tatmin olmuş bir edayla iç geçirdi ve gözlerini tekrar sahneye çevirdi.

Sahne için hiçbir masraftan kaçınılmamıştı. Öyle ki, Paris ve Viyana’daki opera salonlarını çok iyi bilen insanlar tarafından bile onaylanmıştı sahnenin güzelliği: Ön plan, sahnenin önündeki ışıklara kadar, zümrüt yeşili bir kumaşla örtülmüştü. Ortada, çemberle bağlanmış simetrik yeşil yün yığınları, portakal ağaçları gibi şekillenmiş çalıların alt kısımlarını oluşturuyordu ve pembe, kırmızı büyük güllerle tutturulmuştu. Güllerden oldukça büyük olan ve kiliseye düzenli olarak giden kadınlar tarafından modayı takip eden papazlar için yapılmış, çiçekli tükenmez kalem silgisine benzeyen devasa menekşeler, yerdeki yünden yapılma yosunlardan ve gül ağaçlarının altından fışkırıyordu. Ayrıca aşırı savurgan biri olan Bay Luther Burbank, sahnede bolca papatya da kullanılmasını istemişti.

Bu büyüleyici bahçenin tam ortasında, soluk, mavi renkli bir satenle ayrılmış beyaz kaşmir içinde, yine mavi bir kuşaktan sallanan ufak el çantası ve iç gömleğinin her iki tarafına eşit bir şekilde düşürülmüş büyük, sarı saç örgüsüyle Madam Nilsson duruyordu. Üzgün gözleriyle M. Capoul’un derin duygularla dolu sahte bir dürüstlükle kur yapışını seyrediyordu. M. Capoul, her an bir kelime ya da bir bakışla, ikna edici bir şekilde, sağ kanattan eğri bir şekilde yansıtılan, tuğladan yapılma villanın ön plan penceresini işaret ediyordu.

“Sevgilim!” diye düşündü Newland Archer gözleri zambaklar arasındaki genç bayana doğru geri kayarken. “Bütün bunların ne anlama geldiğini tahmin bile etmiyor.” Ve bayanın genç yüzüne, ona sahip olmanın heyecanıyla dikkatle baktı. Erkeksi gururu, derin bir saygı ve bayanın olağanüstü saflığıyla karışmıştı. “Faust’u beraber okuyacağız… İtalya nehirleri kıyısında…” diye düşündü bulanık bir şekilde manzarayı, balayı için tasarladığı manzarayla birleştirerek: Edebiyatın başyapıtları arasında geçireceği bir balayı planlıyordu. Bu, gelinine vereceği bir ayrıcalık olacaktı. May Welland, Newland Archer’dan “hoşlandığını” (bayanlar tarafından itiraf amaçlı söylenen New York’un kutsanmış sözcüğü) sadece o akşamüzeri açık bir şekilde belli etmişti ve Archer’ın nişan yüzüğüne doğru ilerleyen hayal gücü, evlilik sözü veren bir öpücük ve Lobengrin Marşı, bayanı, yanında, eski Avrupa’nın cazibeli bir manzarasında hayal etmesine yol açmıştı.

Newland Archer, müstakbel Bayan Newland Archer’ın kesinlikle herkese kanan saf, yarım akıllı bir kadın olmasını istemiyordu. Archer onun (insanı aydınlatan dostluğu sağ olsun) zaman ve durum ne gerektiriyorsa öyle davranmasını ve kendisini “genç çiftler” arasında dünyanın en ünlü evli kadını yapmasını sağlayacak kadar zeki olmasını istiyordu. Bu davranış, bir yandan erkeğin cesaretini alaycı bir şekilde kırarken, bir yandan da erkeği kendilerine çekmek için bayanların uyguladığı, süregelen bir gelenekti. Kalbinin derinliklerine indiğinde, eşinin de, cazibesinin iki yıl boyunca Archer’ın aklını başından aldığı evli bayan kadar akıllı ve onu en az o kadın kadar mutlu etmeye hevesli bir insan olmasını diliyordu. Bu çalkantılı iki yıl boyunca tabii ki hiçbir şekilde zayıf olduğunu belli etmemişti; ama bu iki yıl Archer’ın hayatını altüst etmiş ve kış boyunca yaptığı bütün planları iptal etmesine neden olmuştu.

“Bu ateş ve buz mucizesi nasıl yaratılmış ve her ikisi de dünyada varlıklarını sürdürmeyi nasıl başarmışlar?” sorusunun cevabını bulmaya bir dakika bile zaman ayırmadı; ama bunu çözümlemeden de olaya bu şekilde bakabilmek hoşuna gitti; çünkü o, saçları dikkatle taranmış, beyaz yelekli, ceket cebi çiçekli, locada birbirinin yerini alan beylerin onunla karşılıklı selamlaştıklarını ve opera gözlüklerini, eleştirici bir biçimde, sistemin bir parçası olan bayanlara çevirdiklerini biliyordu. Newland Archer kendisini, New York’un seçilip de gelmiş bu örnek beylerinden akıl ve sanat açısından daha üstün hissetti. Muhtemelen kendisi onlardan daha fazla okumuş, daha fazla düşünmüş ve dünyada onların gördüklerinden çok daha fazla şey görmüştü. Hepsi birer birer, kendilerinden mevkice daha düşük olan insanlara ihanet etmişlerdi; ama bir araya geldiklerinde New York’u temsil ediyorlardı. Bu erkeksi dayanışma, Archer’ın onların bu öğretisini ahlâki açıdan her şekilde kabullenmesini sağlamıştı. Bunu kabullenmemesinin ve sadece kendi açtığı çığırda ilerlemesinin ona, sorundan başka bir şey getirmeyeceğini içgüdüsel olarak hissetmişti.

“Gözlerime inanamıyorum,” diye haykırdı Lawrence Lefferts aniden opera gözlüğünü sahneden ayırarak. Lawrence Lefferts, her şeyden önce, New York’ta “giyim” konusunda en başta gelen otoriteydi. Karmakarışık ve etkileyici olan bu sorun üzerine herkesten çok daha fazla kafa yormuştu; ama sadece bu sorun üzerine kafa yorması kusursuz ve büyüleyici yeteneğiyle boy ölçüşemezdi. “Giyim” konusundaki bilginin bir insanda doğuştan bu kadar kusursuz olabileceğini hissetmek için birinin, onun kel alnının eğimine; güzel, sarışın bıyığının kıvrımına; uzun, zarif deri ayakkabılarına bakması yeterliydi. Her zaman iyi giyinmeyi bilir ve uzun boyuyla her an zarafet yansıtırdı. Genç bir hayranının bir gün kendisine dediği gibi, “Akşamüstü kıyafetiyle ne zaman kravat takılıp ne zaman takılmayacağını söyleyecek bir kişi varsa, bu, şüphesiz, Larry Lefferts’dır.” Dans ayakkabısı ve deri ayakkabının nerelerde ve ne zaman giyileceği konusundaki görüşüne de kimse itiraz edemezdi.

“Tanrım!” dedi ve gözlüğünü yaşlı Sillerton Jackson’a doğru uzattı.

Lefferts’ın gözlüğünü takip eden Newland Archer, az önceki haykırışın, yaşlı Bayan Mingott’un locasına yeni girmiş birinden kaynaklandığını şaşkınlıkla fark etti. İnce yapılı genç bir bayan; May Welland’dan biraz daha kısa boylu. Şakaklarına kahverengi bukleler düşmüştü ve alnında elmas süslü bir şapka vardı. “Josephine bakışını” andıran bu şapka, abartılı bir şekilde demode tokalı bir kemerle, göğsünün altından bağlanmış lacivert kadifeden yapılma bir gece elbisesi ile tamamlanmıştı. Dikkat çektiğinin farkında olmadan bu olağan dışı elbiseyi taşıyan kişi, öndeki ikinci kişinin oturduğu sağ köşedeki koltuğa geçmesinin uygun olup olmayacağını Bayan Welland ile tartışırken, locanın ortasında bir müddet ayakta durdu. Sonra hafif bir gülümsemeyle öne doğru eğildi ve Bayan Welland’ın baldızı ile diğer köşeye yerleşmiş olan Bayan Lovell Mingott’un olduğu sıraya oturdu.

Bay Sillerton Jackson, opera gözlüğünü Lawrence Lefferts’a geri verdi. İçgüdüsel olarak bütün beyler yaşlı adamın ne diyeceğini duymak için gözlerini ona doğru çevirdiler; çünkü “giyim” konusunda nasıl Lawrence Lefferts bir otorite ise, yaşlı Bay Jackson da “soy” konusunda söz sahibiydi. New York’taki herkesin soy ağacını bilir ve Mingottlar’ın (Thorleyler sayesinde) Güney Carolina’daki Dallaselar’la olan ilişkilerini ve Philadelphialı Thorleyler’in atalarının (üniversite bölgesindeki Manson Chiverseleri’yle katiyen karıştırmadan) Albany Chiverseler’le olan yakınlıklarını bilmesinin yanı sıra, her ailenin ana fertlerinin temel karakteristik özelliklerini de sıralardı. Örneğin, genç kuşak Leffertlar’ın (Long Island’ takiler) inanılmaz cimriliğini, Rushworthlar’ın budalaca yaptıkları evlendirme eğilimlerini ya da New York’taki kuzenlerinin sürekli evlenmeyi reddettiklerini (herkesin yakından tanıdığı zavallı Medora Manson feci bir istisnaydı… Ama onun annesi bir Rushworth’tu), Albany Chiverseleri’nin her kuşağında ortaya çıkan delirme hastalığını… Hepsini, hepsini bilirdi.

Bu soy ağacı ormanına ek olarak, Bay Sillerton Jackson’ın, dar, çukur alnı ve o gri saçlarının altında, New York’ta son elli yıl içinde meydana gelmiş, gün yüzüne çıkmamış bütün rezaletlerin ve gizemlerin kaydedildiği bir defter saklıydı. Bilgisi her geçen gün artıyordu ve hafızası da çok kuvvetliydi. Öyle ki size, bankacı Julius Baeaufort’un aslında kim olduğunu ve yüklü bir miktar parayla, daha evliliğinin birinci yılı dolmadan ortadan bir anda kaybolan yaşlı Bayan Manson’ın yakışıklı babası Bob Spicer’a ne olduğunu söyleyebilecek tek kişi oydu. Opera binasında bir sürü seyirciyi memnun eden güzel bir İspanyol dansçısı da, ne tesadüf ki, aynı gün gemiyle Küba’ya gitmişti. Fakat bu sırlar ve daha birçokları Bay Jackson’ın kalbinde saklıydı; çünkü onurunun bu tip özel olayları açığa çıkarmasına izin vermemesinin yanı sıra, sağduyuluğuyla ünlü olmasının da bilmek istediklerini öğrenmesine yardım ettiğinin farkındaydı.

Bu yüzden Bay Sillerton Jackson, Lawrence Lefferts’a gözlüğü geri verirken, locadaki herkes susup şüpheyle ne diyeceğini bekledi. Bir dakika için göz kapakları sarkmış, şeffaf mavi gözleriyle bu kibar kalabalığı sessizce inceledi. Sonra düşünceli bir tavırla bıyığını burdu ve sade bir şekilde, “Mingottlar’ın göz göre göre suç işleyebileceklerini hiç düşünmezdim,” dedi.

-2-

Newland Archer, bu kısa olay karşısında garip bir şekilde utanmıştı.

New York erkeklerinin dikkatini çeken locada, annesi ve teyzesiyle beraber nişanlısının da oturuyor olması onu rahatsız etmişti. Bir dakika için kraliçe elbisesi içindeki bu bayanın kim olduğunu ne anlamış ne de varlığının neden orada bulunanlar arasında bu denli heyecan yarattığını hayal edebilmişti. Sonra birden fark etti ve bir kızgınlık hissi sardı içini. Hayır! Gerçekten Mingottlar’ın göz göre göre suç işleyebileceği kimsenin aklına gelmezdi!

Ama işlemişlerdi! Şüphesiz işlemişlerdi; çünkü arkasından gelen alçak sesli yorumlar, Archer’ın kafasında hiçbir soru işareti bırakmamıştı: Bayan, May Welland’ın kuzeniydi. Aile içinde her zaman “zavallı Ellen Olenska” diye söz edilen kuzeni. Bayanın birkaç gün önce Avrupa’ dan geldiğini biliyordu. Bayan Welland (uygun görerek) zavallı Ellen’ı görmek için yaşlı Bayan Mingott’a gittiğini bile söylemişti. Archer aile birliğini tümüyle onaylıyordu ve Mingottlar’ın hayran olduğu özelliklerden biri de, namuslarına leke sürmüş insanları bile sağlam bir şekilde desteklemeleri ve bağırlarına basmalarıydı. Genç adamın kalbinde hiçbir kötü niyet yoktu ve gelecekteki eşinin de mutsuz kuzenine karşı yanlış bir harekette bulunmadığını bilmesi içini rahatlatıyordu. Fakat Kontes Olenska’yı aile içine almak, onu halka tanıtmaktan daha farklı bir şeydi. Hele opera binasında ve Newland Archer ile genç bayanın nişanlarının ilanına birkaç hafta kala böyle bir şeyin olması, duruma pek de uygun değildi. Evet, yaşlı Sillerton Jackson’ın hissettiği şeyi o da hissetmişti: Mingottlar’ın böyle bir suç işleyebileceğini hiç düşünmezdi! Beşinci Bulvar’ın sınırları içerisinde kim bir şeye meydan okuyacak olursa, aile reisi olan yaşlı Bayan Manson Mingott’un da aynı şekilde meydan okuyacağını biliyordu. Kendisi sadece Staten Adalı Catherine Spicer’ dı. İnsanların gözünde değer kazanmasını sağlayacak ne bir serveti ne de mevkisi vardı. Üstelik babası da herkesin gözünden düşmüş bir sahtekârdı. Ama bütün bunlara rağmen Newland Archer, bu yüce ve güçlü bayana her zaman hayranlık duymuştu. Catherine Spicer, zengin Mingott ailesinin lideriyle akrabalık kurmuş, iki kızını “yabancıyla” evlendirmiş (İtalyan bir markiz ve İngiliz bir bankacı) ve Central Park yakınlarındaki uçsuz bucaksız bir araziye soluk krem renkli taştan, (kahverengi kum taşı akşamüzeri kötü durduğundan) büyük bir ev inşa ettirerek de bütün bu yaptıklarını taçlandırmıştı.

Yaşlı Bayan Mingott’un yabancılarla evli kızları bir efsane olmuşlardı. İlk olarak bir daha annelerini görmeye hiç gelmediler. İkinci olarak, yapı itibariyle sürekli kafası meşgul ve egemen bir iradeye sahip, sürekli evde oturmayı seven ve oldukça şişman olan Bayan Mingott da kızlarını ziyaret etmek için, mantıklı olarak, evden dışarı hiç çıkmadı; ama krem rengi ev, (Paris aristokratlarının şahsi otelleri model alınarak inşa edildiği zannediliyor) onun, ahlâki açıdan ne kadar cesaretli bir kadın olduğunun görünür kanıtıydı. Ev, devrim öncesi mobilyalarla ve Louis Napoleon’un kraliyet sarayı olan Tuileries’ den (orta yaşlarında yıldızının parladığı yer) gelen hediyelik eşyalarla sanki Otuz Dördüncü Cadde’de oturmanın ya da çerçevesi olan ve itilerek açılan pencerelerin yerine kapı gibi açılan Fransız pencerelerinin olmasının hiçbir garip yanı yokmuş gibi sade bir şekilde dekore edilmişti.

Bay Sillerton Jackson dâhil herkes, yaşlı Catherine’ nin güzel olmadığında hemfikirdi. “Güzellik”, New Yorklular’ın gözünde, her başarının doğruluğunu kanıtlayan ve aynı zamanda bazı kusurların örtülmesini sağlayan bir Tanrı vergisiydi. Zalim insanlar, onun da yüce adaşı gibi başarıyı, güçlü iradesi, taş kalpliliği, özel hayatındaki aşırı terbiyesi ve ciddiyetiyle biraz da olsa doğruluğu kanıtlanmış kibirli küstahlığıyla elde ettiğini söylüyorlardı. Bay Manson Mingott, eşi henüz yirmi sekiz yaşındayken ölmüştü ve Spicerlar’a karşı olan genel bir güvensizlikten ötürü, bir önlem olarak parayı “saklamıştı”; ama o öldükten sonra dul kalan eşi o parayla korkusuzca her istediğini yaptı: Yabancı topluluklara serbestçe katıldı; kızlarını bozulmuş ve modaya uygun kesimle evlendirdi; dükler ve büyükelçilerle dostluk kurdu; papacılarla ailecek arkadaşlık etti; opera şarkıcılarını eğlendirdi ve dikkate değer bir balerin olan Bayan Taglioni ile de yakın bir arkadaşlık kurdu. Bütün bunlar olurken de (bunu ilân eden ilk kişi Sillerton Jackson olduğundan) ününe hiçbir şekilde zarar gelmedi. Sillerton Jackson onun sadece eski Catherine olmadığını söylüyordu her zaman.

Bayan Manson Mingott, çoktandır kocasının servetini yemeğe alışmıştı ve yarım yüzyıl boyunca da hep varlık içinde yaşadı. Fakat kendisinden önceki nesillerden aldığı dersler, onu son derece tutumlu yapmıştı. Bir elbise ya da eve bir eşya aldığında, her zaman en iyisini ve kalitelisini almaya dikkat ederdi. Gelip geçici zevklere para harcamazdı. Bu yüzden, tamamen farklı nedenlerden ötürü, yiyeceği Bayan Archer’ınki kadar kıttı. Akrabaları, masasındaki bu yokluğun, her zaman bollukla ilişkilendirilen Mingott adını kirlettiğini düşünüyorlardı; ama “kalitesiz tabaklara” ve donuk şampanyaya rağmen yine de gelmeye devam ediyorlardı. New York’taki en iyi aşçıyı tutarak ailenin güvenini geri kazanmaya çalışan oğlu Lovell’dan yakınarak kahkahayla, “Bir ailede iki kaliteli aşçıya ne gerek var? Kızları evlendirdim ve ben de sos yiyemiyorum zaten,” derdi hep.

Newland Archer bu gibi derin düşüncelere dalmışken bir kez daha gözünü Mingottlar’ın locasına çevirdi. Bayan Welland ve baldızının Mingott eleştirileriyle karşı karşıya kaldığını gördü. Yaşlı Catherine bunu her aile üyesine aşılamıştı ve sadece May Welland kızararak (belki de Archer’ın onu izlediğini bildiğinden) durumun ciddiyetini ortaya koymuştu. Madam Olenska, bu kargaşa nedeniyle gözleri sahneye sabitlenmiş ve öne eğilirken New Yorklular’ın görmeye pek alışık olmadıkları türden (özellikle başkalarının kendisini fark etmesini istemeyen ve bunun için makul bir nedeni olan hanımefendilerin asla yapmayacağı bir şekilde) omuz ve göğüs dekoltesi vererek zarif bir şekilde locadaki köşesinde oturuyordu.

Kıyafet konusu dışında çok az şey Newland Archer’a korkunç geliyordu. Madam Olenska’nın solgun ve ciddi yüzü, şu anki duruma ve mutsuz hayatına uyuyordu; ama elbisesinin omzundan o şekilde kaymış olması onu hem şaşırttı hem de moralini bozdu. May Welland’ın bu şekilde davranan bir bayanın etkisine maruz kalabileceği düşüncesinden nefret etti.

“Hem…” dedi arkasında oturan daha genç beylerden biri (herkes şeytan ve Martha sahnesi boyunca konuşurdu). “Hem ne olmuş ki?”

“Onu bırakmış. Bunu kimse inkâr etmiyor.”

“O çok kaba bir insan, değil mi?” diye devam etti kontesin savunucuları listesine girmeye hazırlanan meraklı bir Thorley.

“Evet, en kabası. Onunla Nice’te tanıştım,” dedi Lawrence Lefferts otoriter bir edayla. “Yarı felçli, hor görülmüş bir adam. Oldukça yakışıklı; ama gözleri çok haşin bakıyor. Eminim şu an Çin’den topladığı kadınlarla beraberdir. Her ikisine de ödeme yapıyor anladığım kadarıyla.”

Herkes gülüyordu ama genç savunucu, “Yani?” diye sordu.

“Yani sekreteriyle yakalamış.”

“Ah, anlıyorum.” Savunucunun yüzü bir anda asıldı.

“Çok uzun sürmemiş. Birkaç ay sonra Viyana’da yalnız yaşamaya başladığını duydum. Sanırım Lovell Mingott onu almaya gitti. Kontesin çaresizce mutsuz olduğunu söylemişti bana. Bu bir şey değil; ama onu operaya getirmek başka bir şey.”

“Belki de…” dedi genç Thorley kendisini riske atarak. “Evde yalnız bırakılmak için fazla mutsuzdur.”

Bu söz üzerine saygısız bir kahkaha koptu; genç bey derinden kızardı ve sanki şaka yapmış gibi bakmaya çalıştı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Aklından Bir Sayı Tut

Editor

Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde #5 – Mahpus

Editor

Olimpos Kahramanları 4- Hades’in Evi

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası