BİRİNCİ BÖLÜM
Ferit, Ferid, it, id, t, d, t değil, d, fotenik, fonetik ve babasının kahkahaları; sonra annesi, bir ormanın karanlığında hangi ağacın arkasına saklandığını belli etmeden, maymuna benzer bir gölgenin üfürdüğü borazan biçiminde bir sazın geniş ağzından çıkan yeşil, turuncu, daha sonra kıpkırmızı alevden bir sesle acı acı haykırıyordu. Borazan ve maymun kayboldu. Sonra ormanla beraber sesin anneliği de kaybolurken, trene benzeyen bir gölge, hiç bir makine gürültüsü çıkarmadan hızla geçiyor ve haykırış, lokomotifin bacasından kara bir duman halinde yükseliyordu.
Ayaklarının şiddetli bir silkinişinden sonra, her şey karardı. Yalnız ışık benekleriyle dolu sisli bir derinlik içinde hiç bir şekle bağlı olmayan haykırış devam ediyordu.
Gözlerini açtı. Uyanma duygusunun etrafını pek az aydınlatan loş bir bilgi halesi içinde, sesin rüya bittikten sonra kesilmediğini yarım yamalak idrak etmeğe başlamıştı. Sağ yanındaki duvara değen dirseğinin ucundan yukarıya doğru yürüyen kireç soğukluğu, yokluğun içinden yavaş yavaş çıkan bir kolunu ona tamamıyla keşfettirdiği anda, nefsiyle dışarda bir madde arasındaki temasın delâletinden gelen taze bir idrak, bütün vücudunu mekân içinde tesis etmesini kolaylaştırdı ve bir derece daha uyandı. Karyola ile duvar arasına kaymış ve sıkışıp kalmış omuzunu, altında somya olmadığı için kamburlaşan şiltenin ortasına doğru zahmetle çekti, başını yastığın çukuruna yerleştirdi ve kulak verdi.
Haykırış, rüyadakinden daha yakın ve daha keskin, devam ediyordu. Henüz onu dolduran kelimelerle yeni uyanmış dikkat arasındaki temas ısınmadığı için, sesin terkibindeki açlığın mânâ unsurları silikti. Yavaş yavaş bazı kelimeler seçilebiliyordu. “Duvar mısın?” yahut “duyar mısın?”, “Çabuk”, “yürü”. Sonra, bütünü kavranamayan uzun cümleler arasında kısaları belirledi: “Çıldırtacaksın beni”, “saadetini de alamadın”, “sallanma, sallanma, çabuk!”
Odasının bir tahta bölme ile bitişik odadan ayrıldığını hatırlayıncaya kadar bu sesin oradan geldiğini anlayamadı. Şimdi iyice duyuyordu. Bir kadın sesiydi bu. İnce ve keskin, dikkati hemen kapan ve bırakmayan bir ses. Şiddeti eksilmeyen ve iniltiye doğru hiç bir ricat ümidi vermeyen bir ses. -Ne kadar annesini hatırlatıyor!- Ve acı, çok acı bir ses. Bir ses ki, şu tahta bölme gibi önüne çıkan her maddeyi bir tül kadar inceltip delik deşik ederken açtığı ince boşluklardan içeriye, cevheri örselenmeden, elenmiş bir halde giriyor. Rüyadakinin tıpkısı. Bir ses ki yapışkan ve sürekli. Hâlâ ayni şiddetle haykırıyor. Bir ses ki unutulmaz. Bir ses ki, bir ses ki, felâketli bir ömrün bütün zehirlerini, onların birikmesinde günahı olmayanların da içine doldurabilmek için, en küçük bir şikâyet sebebini büyük bir boşalma fırsatı gibi yakalar, tizleşir ve kezzap gibi keskinleşerek yalnız sahibini değil, bütün insanları tehdit eden meçhullere karşı imkânsızlığın çığlığı imiş gibi içimizdeki ümit köklerini haşlar ve hepimizin müşterek haykırışımız olmak istidadını kazanır.
Gözlerini yumdu ve kaçan uykusunu ararken, rüyasının uçuk hatırası içinde, ona seslenen babasının sözlerinden -Ferit, Ferit, id, id…- ve kahkahalarından parçalara bitişikten gelen ve şimdi bütün cümleleri rahatça işitilen ses karışıyordu: “Ne yedin oğlum; söylesene, yine o bademli, yoğurt tatlısı mı? Yeme diyorum sana. Bas diline parmağını, bas, bas da kurtul, bağırtma beni, bas, bassana…”
Gözlerini açtı ve başını kaldırdı. Bitişikte her gece böyle bir gürültü kopması ihtimalinin verdiği korku içinde, birinci geceyi geçirdiği bu odadaki uykularının geleceğe ait şansını tahmine elverişli bir keşifte bulunmak için yataktan kalktı, ışığı yaktı, paltosunu sırtladı ve bitişik odanın kapısına koştu. Elini topuza değdirir değdirmez kanat açılıvermişti.
“Bu ne gürültü! Uyuyamıyorum!” diyemedi.
İki demir karyola arasında, ayakta duran kadın, birdenbire açılan kapının önünde onu görünce, başını omuzlarının arasına kısarak ve elinde tuttuğu bir tası göğsüne vurarak öyle şiddetli bir korku refleksiyle geri çekildi ve büzüldü ki, Ferit, bitişik odanın yeni kiracısı olduğunu haber verdikten sonra, “eğer bir hasta varsa…” deyip yardım teklif etmek zorunda kaldı. “Eksik olma oğlum” dedi kadın. Uzun boylu ve zayıf. Kırkını geçkin. Dirseği yırtık nefti bir örme ceket giymiş. Ferit’e kırpılmadan bakan, biri ötekinden daha büyük, çipil ve nemli gözler, sola doğru hafif çarpılmış ağız. Sağındaki karyolada oturmuş, yüzü sapsarı bir oğlan çocuk. -Tası tutan elini birdenbire yanına sarkıtan kadın onu gösterdi ve “zehirlenmiş galiba” dedi.- Soldaki karyolada yorganı burnuna kadar çekmiş, yaşı belli olmayan bir kızın parlak siyah gözlerinde, hayaletler görüyormuş gibi ürkek ve yabani bir dikkat.
Kadın yine bağırmaya başladı: “Gitsin, bir doktor alıp gelsin, hâlâ ayağına bir pantolon çekecek” ve soldaki karyolanın ötesindeki boşluğa gözlerini dikerek tekrarladı: “Çabuk, sallanma, çabuk!” Fakat orada kimseler yoktu.
Ferit kadının muhatabını araştırırken, onun bir koluna bağlı ince bir çamaşır ipinin soldaki karyolaya doğru uzandığını ve kol kıpırdadıkça, orada yatan kızın yorgan altındaki ayağını harekete getirdiğini gördü. Kadını kıza bağlayan ipin mânâsı üzerinde fazla düşünmeye vakit kalmadan sol tarafta bir yükün yarı aralık kapısı ardına kadar açıldı ve içerden cüce denecek kadar ufak yapılı, beyaz kırpık bıyıklı, pembe bir ihtiyar çıktı. Eziyetli ve sarsak iki adım attıktan sonra, durdu. Öne doğru eğildi, avucunu sağ bacağının kalçası üzerinde baldırına doğru kuvvetle bastıktan sonra, ağır ağır doğruldu ve gülümsedi. Gözlerini yükün içine doğru çeviren Ferit, orada, küçük ve örtüsüz bir şilte, bir yastık ve yorgan yerini tutan eski bir palto gördü. Orada yattığı anlaşılan ihtiyar, Ferit’e ince bir çocuk sesiyle “Selâmün aleyküm” dedikten sonra, geriye döndü, paltosunu ve şapkasını aldı. Hekim çağırmaya lüzum olmadığını söyleyen Ferit “ben doktor mektebinde okuyorum, dedi, çocuğa bir bakayım da ondan sonra…”
Kadının yüzünde, burnunun dudağına yakın sol tarafında bir Halep çıbanı vardı ve öfkeli anlarında bile, yalnız o yanağına bakılırsa gülümsediği hissini veriyordu. Hızır gibi imdadına yetişilmesine sevinirken, bu sefer öteki yanağında şahinden beliren bir gülümseyişe nispetle sol yanağı öyle hareketsiz kaldı ki, bir bakışta bu farkı yakalayan Ferit, onun yakınlarda bir yüz felci geçirdiğini anladı ve çocuğa yaklaştı.
– Çıkar dilini bakayım. Adın ne senin?
– Babuş.
Sekiz yaşında var, yoktu. Annesininki gibi çipil, fakat daha siyah ve kapakları şişmiş gözleri parlak, ufarak ve batıktı. Yüzünde tırmıklar vardı. Ortası basık burnu, çıkık elmacık kemikleri ve genişçe şakakları ona Çinli ile Tatar arasında ırk tereddüdü geçirmiş bir Orta Asya çocuğu tipi veriyordu. Kirli saçları kulaklarının üzerine yürüyecek ışığın biraz aydınlatabildiği merdivenin üst basamağında yüzü koyun kapaklanmış yatan ihtiyara bağırdı:
– Düştün mü? Bunak!
Sağ elini silkerek yana doğru eğildi ve yaklaşan Ferit’e: “Kırılmış, elim haşlandı” dedi. Kadın Ferit’e şimdi ne yapacaklarını sordu. Babuş’un midesi üzerine sıcak su ile ıslanmış havlu koymak için ihtiyarı evin altındaki kahveden bir bardak sıcak su almaya göndermişti. Kör olası Vafi, şu merdivenin başına bir ampul taktırmadığı için, karanlıkta ihtiyar, basamağın yırtık muşambasına ayağı takılarak düşmüş, elinden bardak fırlamış ve parçalanmış. Kömür yok ki kadın maltızına ateş koysun da su ısıtsın. İhtiyar oturduğu yerde, ikisine de arkası dönük, başının ağır sallanışlarıyla ve her şeye rağmen devam eden bir tevekkülün sakin ve titrek sesiyle, Kasım’ın dükkânını biraz evvel kapadığını, kepengin deliğini küfür ederek açtığını, ocağın söndüğünü, fakat semaverden zar zor bir bardak sıcak su çıktığını anlattı. Çocuğun sancısı da devam ediyormuş. Ferit bir çare düşündü. Kadına bir havluyu tavandaki ampule sararak iyice ısıtmasını ve çocuğun midesi üzerine koymasını tavsiye etti.
Odasına döndü ve yatağının ayak ucunda durdu. Kulağında sesler yine vardı, fakat hafiflemişti. Yalnız, deminki gözler yerine bu sefer tam bir yüz görünüyordu. Aynı gözler, dar ve çıkık bir alın üzerinde simsiyah bir saç yığını, geniş ve sivri şakaklar. Buraya kadar, yorganı burnuna çekmiş yatan kızın tıpkısı. Fakat yorgan yok. Ortası hasta çocuğunkinden daha az basık ve kanatları geniş bir burun altında, üst dudağı ince bir çizgi halinde ve alt dudağı kalın bir ağızla yuvarlak ve yumuk bir çene arasında koyu bir gölge yutmuş çukur.
Ferit yatağın kenarına oturdu. Korkusunu iten bir tecessüsle gözlerini kapadı ve hayali aradı. Birdenbire yüz daha vuzuhla belirdi ve sesler arttı.
Ferit hemen gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Kalbi çarpıyordu. Etrafına baktı. Bitişik odadan oğluna sıcak havlunun iyi gelip gelmediğini soran kadının yorgun sesi geliyordu. Çocuk başıyla ve müspet cevap vermiş olacak ki, annesi ferah bir sesle havluyu tekrar ısıtacağını söyledi.
Ferit kızı tekrar görmek istiyordu. Bu arzu kulağındaki sesleri hemen yok etti.
Gitti, kapıyı vurdu ve içeriye girdi. Oraya adımını atar atmaz, kızın ona daha sabit bir dikkatle bakan gözlerini ve yüzünün bütününü gördü. Bu simanın demin zihninde belirenden farkı azdı; ayni burun, ayni ağız, ayni çene; yalnız, dudağın altındaki çukur derin değildi. Ferit bu yüze bakarken o kadar şaşırdı ki, kızın yattığı karyolanın ayak tarafında, annesinin tavandaki ampule uzanarak havluyu ısıttığını neden sonra, görebildi. Ondan evvel görüş açısı içine yandan giren bu uzun gölge bulanık bir karaltıdan ibaretti.
Kadın, bezi çocuğun midesine tekrar koyarken, Ferit’e bunun iyi geldiğini söylüyor ve dua ediyordu. İhtiyar ortada yoktu. Yüke girip yattığı, kapının aralığından görülen ve yorgan yerine kullanılan paltonun eğri duruşundan belliydi.
Ferit kıza yaklaştı ve onun pek az kırpılan gözlerine fazla bakmadan çekinerek sordu:
– Sen daha uyumadın mı?
Kız hiç bir şey duymamış gibi ona bakıyor ve yüzünde hiç bir cevap hazırlığı görülmüyordu. Ferit tekrarladı. Oğlanın üzerine yorganı çeken anası ona döndü:
– Konuşmaz o, dedi, bizim başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Yangında hem sesi kayboldu, hem dili tutuldu. Anlar, fakat gık diyemez. Ne hekimler, hocalar… Hiç… Siz asıl ona bir ilâç bulsanız da, ömrümün sonuna kadar size dua etsem…
Ferit kendi kendine sordu: Aphonie, Aphasie? Fakat onu hâlâ saran şaşkınlığın sebebi, tamamını şimdi gördüğü bu yüzün biraz evvel zihninde belirenin aynı olmasıydı; ve o sesler, sesler…
Mırıldandı:
– Bakayım… Yarın görüşürüz… Allah rahatlık versin.
Çocuk ağrısı geçer geçmez uyumaya başlamıştı. Kadın teşekkür etti. Kız, bu sefer yabanîliği azalmış bir dikkatle ondan gözlerini ayırmıyordu.
Ferit odasına gelince, ayakta gözlerini yumdu. Bu sefer ne imaj, ne sesler vardı. Soyundu ve yattı. Gözlerini kapadı. İşte şimdi de, birinci yatışından evvel sabunla, iyice yıkadığı ve her zaman delice temiz tuttuğu saçlarında, ensesinde ve boynunda bir sinir kaşıntısı vardı; belkemiğine ve karnına doğru yürüyor, bazen kaşlarının kılları arasında sıçrıyordu.
Deminki uyanıştan beri ne kadar zaman geçmişti? Kol saatini rehinden kurtaramadığı için, tahmine çalıştı. En az yarım saat… Ve rüyasını hatırladı. Haykırış, içerideki kadının sesiydi ve onu uyandırdıktan sonra da devam etmişti. Şimdi de Vafi Beyle gündüzki konuşmasını hatırlıyordu. Odabaşı onun adını deftere kaydederken “ben Ferid’i d ile yazarım” demişti. Ferit’in babası da bu fikirde idi ve Hamid’in “âhir-i ömrümüzde ismimizin sonuna bir it taktılar!” sözünü tekrarlarken kopardığı kahkahaların peşinden “bugünkü imlâda fonetik yok, fonetik, fonetik!” diye bağırırdı.
Ferit bunları Vafi Beye anlatmak istemişti. Fakat onun koruk yeşili gözlerindeki soğukluk, Ferid’de ona gıyabî bir müttefik ikram etmek arzusunu öldürmüştü. Belki orada bunu söyleyemediği için, şuurunun eşiğinde kalan ses -Ferid, Ferit, it, id… – rüyasına girmişti. Annesine gelince ölümünden evvel bir sene içinde iki yetişmiş kızını kaybeden kadının, o tarihten sonra, günlük ve küçük sıkıntılara tahammülsüzlükten gelen haykırışlarıyla içeriki kadının sesi arasında da benzeyişler çoktu.
Bu kadının kolunu kızının ayağına bağlayan ip, şimdi Ferit’e somnambülizmle “aphasie” arasında beyin merkezine bağlı bir münasebet olup olmadığını düşündürüyordu Fakülteye devam etseydi bunu hocaya sorardı. Evvelki sene imtihanda kendisi buna benzer bir sualle karşılaştığı zaman, aphasie’nin Vernicke nahiyesinde bir yaradan ileri geldiği hakkındaki izahını hoca, nazariyeler arasında bir nazariyeden ibaret olduğu için kâfi bulmayarak, Brocca ve Charcot’dan beri gelen izahların tam bir tablosunu istemişti. Hem burada hastanın sesi de çıkmadığına göre, teşhisi daha ziyade aphonie’ye götürüp anasının bahsettiği yangından ileri gelen kuvvetli choc’a bağlamak daha doğru olacaktı. Geceleyin, karanlık su akıntılarının emrinde, sahibi için nahoş bir maceraya açılmasından korkulup sahile bağlanmış bir kayığa benzeyen kızla anası arasındaki ipin sorumu da dönüp dolaşıp o kör olası Vafi’nin boynuna dolanmıyor muydu? Kapıların kilidi olsaydı, hastanın odadan çıkmak ihtimali kalmayacaktı. Ferit şimdi de, biraz evvelki gibi şuurun sathına dışarıdan vuran bir projeksiyon gibi değil, normal olduğu için korkutmayan bir tasavvur halinde kızın gözlerini hatırladı. Şimdi onları daha net görüyordu. Hiç şüphesiz bunlar, sesi çıkmayan sahibinin içinde boğulan mânâları dışarıya nakletmek için, her gün biraz daha artan bir ifade kabiliyeti edinmeye çalışıyorlardı. Ferit, günün birinde, yalnız bakışların diliyle bu gözlerin bir konferans verecek veya şiir söyleyecek hale gelebileceklerini tasarladı. Sonra düşüncenin muhtevasını dilden ayırmak mümkün olup olmadığı hakkında bir gün felsefe seminerinde hocaya sorduklarını hatırladı. Tıp Fakültesini bırakıp felsefeye devam ettiği günden beri, mânâlar yüklü bir ses perdesinin, bir iç çekişin, bir yüz kımıldatışın, bir bakışın bazen sayfalarca yazıya bedel ifade kıymetinde, nominal vetireleri aşan, daha zengin ve kökleri daha derin bir semboller sistemi olup olmadığını çok düşünmüştü. Belki ruhun mahrem ürperişlerinin kelimelerden ziyade sese, bakışlara ve tavırlara vurması, onlara düre içinde, lügat mânâlarına sığmayacak kadar sayısız yorumlanma imkânları veren serbest uzanışlarının, bakış veya tavır gibi hareketli ifade vasıtalarında canlı mânâlarının şartı haline gelen kımıldanışı ve düreyi bulabilmelerindendi.
Fakat uykusu bastıran Ferit, bu izahın, acele hal çarelerine doğru koşan bir sabırsızlıktan doğabileceğini düşündü, başının yastıktaki yerini değiştirdi, yorganı biraz daha çekti ve üşüyen ayaklarını birbirine yapıştırıp gözlerini sımsıkı yumdu. Kızın gözleri hâlâ görünüp kayboluyordu. Bunlara güzel denemezdi. Yüz çirkindi, muhakkak. Oğlanın şakakları ve çıkık elmacık kemikleri ablasında kardeşlik damgasıydı. Ve bir ucu mutlaka Orta Asya’ya giden şecerenin tesalüp sırlarını ele veriyordu. Herhalde babaları Tatar soyundandı. Fakat kızın, çerçevesini babasından alan, uçları şakaklara doğru çekik, badem gözlerinin içinde de anası vardı. Şimdi bunlardan, Ferit’in uyku bulutlarıyla gittikçe daha fazla dolan zihnine karanlık tesirler boşalıyordu. Tesirler ve resimler… Bir filin hortumunda havaya kalkan bir apartman gibi acayip manzaralar arasında, bazı kelimeleri kabaran, fakat mânâları anlaşıldığı halde, geri kalan kelimeleri yakalanmayan cümleler, kulakla duyulmuşa benzeyen bir sesle tekrarlanıyordu: “kırılmış”, “elbette hoşlanır”, “konuşmaz o” ve bir itfaiye otomobilinin arkasında koşan üç yeşil…