Rengi gül pembesinden daha açık olan dudaklarını hazin bir gülümseme kapladı. Güneşin ilk ışığından daha parlak, sırmadan daha nazik sarı saçları -kim bilir kaç günden beri taranmadığından -darmadağınık bir halde, entarisinin yırtıklarından güzelce seçilebilen çıplak, beyaz omuzlarını örtüyordu. Alnında mesutların mutlu hayalini bozan kederlerin üzerinden geçtiğine delalet edecek bir takım çizgiler belirmişti. Kaşlarının rengi saçlarının renginden daha koyuydu. Dudaklarında belirsiz bir şekilde dolaşan tebessüme karşı, uzun, kıvırcık, altın kirpiklerinde çiğ tanesi gibi görünen iki damla gözyaşı yüzüne düşüvermek üzere titriyordu.
Koyu mavi gözleri düşünürcesine kederli bir halde, kırık tarafı eski bir paçavra ile örtülmüş olan pencereye çevriliydi. Sonbahar güneşinin kırılmış, yere düşmüş bir cam parçası üstünde oluşturduğu manzarayı seyre dalmıştı. Entarisinin göğsüne tesadüf eden tarafının ötesi, birisi yırtılmış olduğundan balmumundan dökülmüş zannedilen göğsünün manzarası zavallının günlerce aç kaldığını ima edecek bir halde pek hafif, pek kansız, pek dermansız olduğunu gösterirdi.Yastığı içi ne ile doldurulduğu bilinmeyen bir torbadan, yorganı parça parça olmuş, zaman geçmesiyle esmerleşen pamukları dışarı fırlamış bir hırkadan, yatağı yünleri çıkmış ince bir şilteden ibaret görünüyordu.
Hayat gözlerinin içinde, ölüm dudaklarının üstündeydi. Yattığı yer küçük bir kulübeden ibaretti.Kulübenin mevkii alçak, duvarları taştır. Bu nedenle içeri girilir girilmez insanın yüzüne rutubetin serinliği çarpar. Arkadaki tahta sürmenin sefil bir hırsız, bir alçak eliyle parçalanmasından dolayı korunması Cenab-ı Hakk’a terkedilen kapının aralıklarından giren rüzgar, karşısında bulunan ve genç kadının yatmasına mahsus olan, toprak üstüne serilmiş eski şiltenin yünlerini hareket ettirdikçe talihsiz kadının hırkayı üstüne çekerek titrediği görülüyor.
Kapıdan girildiği vakit sağ tarafta siyah çamurlarla sıvanmş duvarın kenarında pejmürdeliği kadının yattığı şilteden, başını koyduğu yastıktan pek de aşağı kalmayan bir yatak görülür.
Kimindir? Kocasının mı? Çocuğunun mu? Bunlar şimdilik bizce bilinmiyor. Kulübenin kapı
yanındaki kırık penceresinden başka bir penceresi daha var ki bu sefil meskenin tepesindedir.
Altında, yerde birbirine karşı iki taş, bu iki taşın ortasında süprüntülükten toplandığı anlaşılan bir takım çalı çırpı, bu çalı çırpının üstünde kararmış bir toprak tencere, tencerenin içinde beş on pirinç tanesiyle biraz su görünür. Çoğunlukla sabahları inleye inleye yatağından kalkan bu kadın bir kibritle o çalıyı tutuşturduğu vakit -eğer hava sakinse-insanı boğucu bir duman, tepe penceresinin etrafında kül rengi bir halka oluşturarak rutubetin kulübeye doldurmak istediği beyaz sislere karışır. Eğer rüzgar esiyorsa, yukarı çıkan duman tekrar aşağı inmeye, kulübenin içini çevrelemeye başlar ki kadıncağızı en çok üzen şey budur. Duvarda asılı bir torba, torbanın içinde birkaç kuru ekmek parçası vardır. Kadının ayak ucunda kırık bir testi, testinin yanında üstüne dikilen yağ mumu bitmiş bir şişenin dibinde üç dört kibrit bulunur. Fakir kadının odasında bu yazdıklarımızdan başka bir şey ararsanız şunu bulursunuz: Sabahları güneş doğarken ara sıra bir hıçkırık, akşamları güneş batarken derin bir inilti, gece yarıları yorgun bir teneffüse karışan uzun bir sessizlik.
Yattığı yerden halsizce kalktı, pencerenin yanına geldi, oturdu. Dışarı bakıyordu. Ara sıra sokağın ötesine berisine bakması birisini beklemekte olduğunu gösteriyor ve yüzünde görülen üzüntü alametleri arttıkça artıyordu.
Bir aralık ayak sesi işitti. Sevinçli bir gülümseme ile kendi kendine”Onlardır!”dedi. Bu esnada pencerenin önünden bir yabancı geçti; zavallı kadın üzüldü. Meraklı bakışların yerini üzüntülü
bakışlar aldığı sırada yüzü birdenbire güldü. Yerinden sevinçli bir haykırışla fırladı. O güzel gülüşünün yanı sıra dedi ki :
-Artık geliyorlar!
İki saniye sonra kapı açıldı. İkisi de sekiz yaşında gösteren, biri kız bir oğlan iki çocuk içeri girdi.Bu çocuklar birbirine o kadar benzerdi ki kızın saçları biraz daha uzun olmasa bunları
birbirinden ayırt etmek mümkün olmazdı. Gerek yaşlarının aynı göstermesinden, gerek yüzlerinin benzerliğinden bunların hem erkek ve kız kardeş oldukları hem de ikiz doğdukları anlaşılırdı.
Zavallı kadının küçücük bir modeli olan kızın sırtında, birçok yerinden yamalı, yırtık bir hırka, bu hırkanın altında altın renkli saçlarıyla beraber topuklarına kadar uzanan eski bir entari vardı.
Başını rengi soluk bir yemeni örtüyordu.
İkisi de analarını gördüler. Oğlan büyük adamlarda bile nadir görülen bir ağırbaşlılıkla elini paltosunun cebine soktu, dört onluk çıkardı; annesinin önüne bıraktı. O aralık -bilmem niçin
-titremeye başlayan dudaklarını oğlanın alnı üstüne koydu. Oğlan da annesini öptükten sonra çekildi. Duvarın dibine rastladığını yukarda söylediğimiz şiltenin üstüne oturdu.
Kız annesine yaklaştı. Gitti, duvarda asılı duran ekmek torbasının altına çömeldi. Kızının bu safça kırılmasını gören zavallı kadın annelerden başka kimsede görülmesi mümkün olmayan bir bakışla mini mini meleğin yüzüne baktı ve titreyişi her yüreği üzüntüye boğan kederli sesine şu birkaç kelimeyi ekledi:
-Afife; sen niçin öyle duruyorsun? Bak kardeşin Şefik’e.Senin gibi mi duruyor? Her gün sen de kendini öptürürdün. Bugün sana ne oldu?
Küçük kız yavaş yavaş başını çevirdi. Yüzündeki kırgınlığa gözyaşları eklenmişti. Elini koynuna götürdü. Oradan çıkardığı bir dilim ekmeği anacığına gösterdikten sonra buruk bir sesle
-Sen Şefik’i öpüyorsun, o da seni öpüyor; benim neme lazım? dedi.
-Niçin yavrum?
-Öyle ya; o sana para getirdi. Ben bu bir dilim ekmekten başka bir şey bulamadım.Bunun için mi beni öpeceksin?
Kadın yerinden kalktı. Afife’nin yanına koştu. Kızcağızı sevgi ile göğsü üstünde birkaç defa sıktıktan ve yanaklarına iki öpücük kondurduktan sonra
-Hayır, sen ekmek getiriyorsun, o para getiriyor; ikiniz de beni besliyorsunuz, dedi.
Güzel kızcağız annesinin bu iltifatı üzerine sarı saçlarla üstüne nur inmiş sanılan başını
anacığının kolları arasına soktu. Artık hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
şairleri üzüntüye boğacak, ressamları çıldırtacak olan bu hüzün verici manzarayı seyre dalan Şefik annesinin kendinden çok Afife’ye iltifat ettiğini anladığı gibi hemen her çocukta görülen kıskançlık duygularına yenildi. Annesini, kızın üzüntüsünü dindirmek için birkaç kez daha öpmekten menetmek istedi:
-İnanma anacığım. Yalandan ağlıyor; kimseden para istemedi. Hani bir bebek yok mu şu aşağıdaki attarın dükkanında? Orada durdu; şimdiye dek ona baktı, sonra…
Afife, başı anasının koynunda hıçkıra hıçkıra kardeşinin sözünü kesti:
-Yalan söylüyor, vallahi yalan! O kadar çok bakmadım. Attar bugün o bebeğin boynuna küçük bir zincir geçirmiş; o gözüme ilişti de…
Zavallı ana Şefik’e”Zararı yok oğlum”dedikten sonra Afife’ye
-Ağlama Afife. Çocuklar bazen oyuncaklarla da eğlenebilirler, dedi.
Öğle vakti yaklaşmış, çocukların karnı acıkmıştı. Ana bunu hissetiği için kalktı, ekmek torbasının içinden bir kağıt aldı. Kağıdın içinden tuz çıkardı. Tenceredeki suya attı. Sonra bir kibrit çaktı, çalı çırpıyı tutuşturdu. Yoğun bir duman tepe penceresine doğru yükselmeye başladı.
Bu esnada soğuk bir kuzey rüzgarı esiyor, yıkarı çıkan duman tekrar aşağı iniyordu. İki çocuk buna alışmış olduklarından ses çıkarmıyorlardı. Fakat duman kulübenin içini öylesine kapladı ki artık çocuklar annelerini, anne de çocuklarını göremiyordu. Bu nedenle zavallı kadın kızına seslendi:
-Kızım kapıyı aç. Yukardan inin, duman oradan çıksın.
Afife koştu, kapıyı açtı. Bu zavallı aileyi bir taraftan duman boğuyor, bir taraftan rüzgar üşütüyordu. Şefik annesinin yanına oturmuş, ellerini alevlere sokarcasına ısıtmaya koyulmuştu.
Afife kapıyı açtıktan sonra yatağına girmişti. Bir ara titreye titreye başını kaldırdı.”Nine, üşüyorum!”dedi. Kadıncağız”Gel öyleyse, kardeşinin yanına otur”cevabını verdi. Kız kalktı, Şefik’in yanına oturdu. Isınmaya çabaladı. Mümkün olmadı. Isınamadı; yine annesine dedi ki:
-Titriyorum!
-Kucağıma gel Afife; ellerini koynuma sok.
Kızcağız anacığının her yerden emin olan kucağına sığındı. Bir annenin kucağı çocuklarının sığınağıdır. Kadınlara seçkin bir mevki veren annelik şefkati oradan doğar. Bir yetimin gözyaşları
oraya akar. Bir masumun sevinçleri orada gizlenir. Kederli bir kalbi mesut edecek teselliler oradadır.
Afife’nin üşümüş mini mini elleri annesinin vücuduna temas ettikçe kadıncağız da tabiatıyla üşüse bile bunu yüzüyle belli etmemek için yine gülümsemeye çalışıyordu.
Afife ısındı; annesinin kucağından indi. Bir saat sonra çorba pişmişti. Kadın toprak tencereyi indirdi. Ekmek torbasından bir parça kuru ekmekle bir parça soğan çıkardı. Çorbasının içine attığı
tuzun kalanını kapıdan giren ve tepe penceresinden inen rüzgar dağıtmış, toprağa karıştırmıştı.
Bu rüzgar çorba piştikten sonra fakir kadının ocağını da söndürdü. Ne ısınacak ateş ne soğan batırılacak tuz kalmıştı.
Kadıncağız oğlana şöyle bir emir verdi:
-Şefik, karşımızdaki bakkal iyi bir adamdır. Hatta bize veresiye birkaç kez ekmek de verdi.
İnsaflı bir insana benzer. Hadi ona git. Benden söyle, üç kaşık versin, biraz da tuz. Kaşıklarla çorbayı, tuz ile soğanı yeriz.Olmaz mı yavrum?
-Ya herif vermezse?
-Verir. verir, hele sen git.
Çocuk kapıdan çıkar çıkmaz karşıki dükkanda oturan bakkalın yüzünü gördü. Adamın suratında ne bir insaf izi, ne bir merhamet eseri vardı. Dükkanının ortasına koyduğu murdar bir masanın kenarında yine murdar kıyafetli bir müşteri oturmuş, bakkalın bir gün önce pişirdiği kuskus pilavını yemeye koyulmuştu.
Şefik dükkana yaklaştığı sırada bakkal müşteriye pişirdiği pilavın güzelliklerini ve faydasını
anlatmakla meşgul olduğundan çocuğun annesinin siparişlerini söylemek için kendisini beklediğini fark edemedi. Çocuk dükkanın önüne diğer erzak ile beraber dizilen ve içine ceviz doldurulan bir sepetin önünde durmuş, yaklaşık on dakikadan beri -kim bilir nasıl masumca bir his ve bir üzüntü fikri ile -cevizlere hasret dolu bakışlarını çevirmişti. Müşterinin yüzü sokağa dönük olduğundan, çocuğun on dakikadan beri ceviz sepeti önünde durduğuna ve üzgün üzgün cevizlere bakmakta olduğuna dikkat ediyor ve küçük bir hırsız sandığı Şefik’in yine küçük bir hırsızlığını -insanlık hesabına-haber vermek için çocuğun elini sepete soktuğunu görmek istiyordu.
Gördü, onu da gördü. Zavallı çocuk büyük bir masumiyet utangaçlığıyla karıştırarak anacığının geçimini sağlamak için kızara kızara uzattığı mini mini elini sepete soktu. Oradan bir ceviz aldı.
Sanki doğduğundan beri seyretmeye muvaffak olamamış, güzel, muntazam, süslü bir oyuncak seyrediyormuş gibi elindeki cevizi -fakat bir saniye için -baktıktan sonra yine sepete bıraktı.
Şefik’in elindeki ceviz sepete düşerken rüyasında işitse gülyabaninin yahut çarşamba karısının sesi zannedeceği kalın, müthiş bir ses şu kelimeleri telaffuz etti:
-Usta Yani, senin cevizler uçmaya başladı!
– Ne ?
Evet, bakkalın arkasına dönüp bakması çocuğun cevizi bıraktığı zamana rastladı. Bakkal ise çocuğun bu mertçe hareketini kendinden korktuğuna vererek kaşlarını çattı:
-Defol oradan! Sabahleyin beni belaya sokma!…Cevizleri çalacaktın ha?
-Hayır, Usta Yani; ben çalmaktan korkarım.
-Hadi bakalım; git, iyiliğini başkasına anlat.