Cuma akşamı işten bir arkadaşın evinde akşam davetindeydim. Otuz kişi kadardık, yirmi beş-kırk yaşları arasında ara kadrolar sadece. Öyle bir an geldi ki, salak karının biri soyunmaya başladı. Tişörtünü, sonra sutyenini, arkasından eteğini çıkardı, bir yandan da suratına inanılmaz şekiller veriyordu. Birkaç saniye avuç içi kadar külotuyla dönüp durduktan sonra, yapacak başka bir şey bulamadığından tekrar giyinmeye başladı.
Bu arada, hiç kimseyle yatmayan bir kız bu. Bu da davranışının abukluğunu iyice ortaya çıkarıyor. Dördüncü votka kadehinden sonra kendimi kötü hissetmeye başladım ve gidip kanepenin arkasındaki minder yığınının üzerine uzandım. Hemen sonra iki kız gelip kanepeye oturdu. Hiç de güzel olmayan iki kız bunlar, servisin iki paçozu.
Yemeği birlikte yiyecekler, çocukta dilin gelişimi konusunda kitaplar okuyorlar, bu tür zırvalar işte. Ânında günün havadislerinin yorumuna geçtiler; işin aslı, servisten bir kız o gün işe kıçının tepesinde fena halde mini bir etekle gelmişti.
Bu konuda ne mi düşünüyorlardı? Çok iyi buluyorlardı bunu. Siluetleri bir gölge oyunundaki gölgeler gibi acayip irileşmiş bir halde gibi üstümdeki duvara vurmaktaydı. Sesleri sanki çok yukarılardan gelir gibiydi, sanki biraz Kutsal Ruh gibi. Aslında hiç iyi değildim, bu açık. On beş dakika boyunca tatsız tuzsuz şeylerden konuştular.
Yok o kız canı nasıl istiyorsa öyle giyinme hakkına sahipmiş de, yok bunun herifleri baştan çıkarma arzusuyla hiç ilgisi yokmuş da, yok bu sadece kendini iyi hissetmek içinmiş, kendi kendinin hoşuna gitmek içinmiş de, vs. Çöken feminizmden geriye kalan, içler acısı son artıklar. Hatta bir an yüksek sesle şu sözler çıkmış ağzımdan: “Çöken feminizmden geriye kalan içler acısı son artıklar.” Ama beni duymadılar. O kızı ben de fark etmiştim.
Görülmeyecek gibi değildi. Üstelik servis şefininki bile kalkmış durumdaydı. Tartışma sona ermeden uyuyakalmışım, ama berbat bir düş gördüm, iki paçoz, servisin ortasından geçen koridorda kol kola girmiş, bacaklarını havalara kaldırarak avaz avaz şarkı söylüyordu: “Kıçı açık geziyorsam, Sizi ayartmak için değildir! Gösteriyorsam kıllı bacaklarımı, Canım istediği içindiiir!”
Mini etekli kız bir kapı aralığında duruyordu, ama bu kez üzerinde gizemli ve sade, uzun, siyah bir elbise vardı. Gülümseyerek onlara bakıyordu. Omzuna servis şefini temsil eden dev bir papağan tünemişti. Kız ikide birde umursamaz ama işini bilen eliyle kuşun kamındaki tüyleri okşuyordu. Uyandığımda halının üstüne kusmuş olduğumu fark ettim.
Akşam eğlencesi bitmek üzereydi. Kusmukları minder yığınlarıyla örtüp gizledim, sonra eve dönmeyi denemek üzere kalktım. O an arabamın anahtarlarını kaybetmiş olduğumu fark ettim. 2 Marceller arasında İki gün sonra, bir pazar günüydü, yeniden o semte gittim, ama arabam gene bulunamadı.
Aslına bakılırsa onu nereye park ettiğimi hiç hatırlamıyordum; pekâlâ bütün sokaklarda olabilir gibi geliyordu. Marcel-Sembat Sokağı, Marcel-Dessault… bir yığın Marcel. İnsanların yaşadığı dikdörtgen binalar. Şiddetli bir kimlik izlenimi.
Ama benim arabam neredeydi? Marceller arasında dolanıp dururken, arabalara ve bu dünyanın işlerine karşı yavaş yavaş bir yorgunluk çöktü içime. Satın alındığından beri şu Peugeot 104 bana sıkıntıdan başka bir şey getirmemişti: defalarca ve pek de anlaşılmaz tamiratlar, hafif çarpmalar…
Tabii ki karşı tarafın sürücüleri aldırmaz havalara girip defterlerini çıkartarak işi karşılıklı anlaşmayla çözmekten yana oluyorlar ve şöyle diyorlar: “OKEY tamam”; ama aslında size nefret dolu gözlerle bakıyorlar:
Bu berbat bir şey. Hem sonra, aslına bakılırsa, ben işe metroyla gidiyordum; gidecek yer bulamadığımdan artık hafta sonları da bir yere ayrılmaz olmuştum; tatillerimde çoğu zaman işimi seyahat acenteleriyle hallediyordum, bazen de tatil köylerinde kalıyordum.
Emile-Landrin Caddesi’nde ilerlerken kendi kendime sabırsızlıkla, “Şu araba ne işe yarıyor ki?” diye tekrarlayıp durdum. Gene de bir hırsızlık ihbarında bulunma düşüncesi ancak Ferdinand-Buisson Bulvarı’na çıkınca aklıma geldi.
Bu günlerde pek çok araba çalınıyor, özellikle de yakın banliyölerde: Hikâyem sigorta şirketince de, bürodaki arkadaşlar tarafından da kolayca anlaşılıp kabul edilirdi. Aslında arabamı kaybettiğimi nasıl itiraf edebilirdim? Ânında adım dalgacıya çıkardı, hatta anormale, maskaraya; böylesi büyük ihtiyatsızlık olurdu.
Böyle konular hiç şakaya gelmez; ününüz böyle anlarda oluşur, dostluklar bu durumlarda kurulup bozulur. Ben hayatı tanırım, deneyimliyim. Arabanızı kaybettiğinizi itiraf etmeniz, kendinizi düpedüz sosyal bütünden koparmanız demektir; o halde hırsızlık bahanesine sığınalım.