Miguel de Cervantes Saavedra, baba tarafından Endülüslü, anne tarafındansa Yenikastilyalı bir ailenin çocuğudur. 1547’de, üniversite şehri Alacala de Henares’de dünyaya gelir. Çok küçük yaşlardan itibaren şiire ve oyunculuğa ilgi duyduğunu, “Parnas’a Yolculuk” adlı manzum eserinde bizzat anlatır. 1568 yılı Cervantes’in hayatında bir dönüm noktası olur. Bir düelloda karşısındaki kişiyi yaralar. Olay mahkemeye intikal eder. Bunun üzerine Miguel, hemen Madrid’i terk eder.
Mahkeme, düellocunun sağ elinin bilekten kesilmesine ve on yıl için İspanya Krallığı’nın sınırları dışına sürülmesine karar verir. Karardan sonra Miguel İtalya’ya kaçar. 1570’de, Napoli’de bulunan Üçüncü İspanyol Alayına silahşör olarak kabul edilir. Cervantes, o dönemde kalemi bırakıp kılıcı alır eline… 1575’te Arnavut asıllı bir korsana esir düşer ve beş yıl boyunca esir olarak yaşar. Tam dört kere firar eder fakat kaçmayı başaramaz.
15 Eylül 1580’de, bir rahip Miguel için istenen fidyeyi öder ve yazar kurtulur.1580’de Madrid’e dönen Cervantes bir süre sonra sahne eserleri yazmaya başlar. Bu eserlerden bugüne yalnızca “El Trato de Argel “ ve “La Numanica” ulaşır. Ardından ilk romanı “La Galatea”yı tamamlar. 1584 yılında evlenip La Manoha’ya taşınan Cervantes bundan böyle adının sonuna bir de “Saavedra” ekleyerek Miguel de Cervantes Saavedra diye imza atmaya başlar.
1595, Cervantes’in bir şiir yarışmasına katılıp birinci olduğu yıldır. Tarihler 1597’yi gösterdiğinde ise zimmetine para geçirdiği ve başka yolsuzluklara karıştığı iddiasıyla tutuklanıp Sevilla Kraliyet hapishanesine konulur. Burada “Don Kişot” u yazmaya başlar. Eseri 1604 yılında bitirir. Ertesi yıl, “Keskin Zekalı Mançalı Don Kişot” yayınlanır.
Roman, daha yayınlandığı andan itibaren yok satar. Şeker hastası olan Cervantes, 22 Nisan‘da hayata gözlerini yumar. Cervantes’in kısa yaşam öyküsünü başyapıtı “Don Kişot” için söylenmiş bir sözle bitirelim: “İnsan, hayatında üç kez Don Kişot’u okumalıdır. Kahkahanın kolayca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hâkim olmaya başladığı orta yaşta ve her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta.”
Gibraleon Markisi, Benalcazar ve Banares Kontu, Alcocer Viskontu, Capilla, Curiel ve Burguillos Kentlerinin Efendisi BEJAR DÜKÜ’NE Saygıdeğer Velinimetim, Sizin, hem halka hem de soylulara hizmet eden eserleri koruyan bir bey olduğunuzu biliyorum. İddiasız kitapların sahiplerini dahi lütfunuzdan mahrum bırakmadığınıza güvenerek, “Becerikli Şövalye Mançalı Don Kişot’un Maceraları” adlı emeğimi size ithaf ediyorum.
Eğer onu himayenize alır, yayınlanmasını sağlayacak olursanız; bu iyiliğinizi ömür boyu unutmayacağım. Kitabımın, bilgili yazarların elinden çıkmış eserlerin inceliğinden ve edebî süslerden mahrum olduğunu biliyorum. Ancak bilgisizliklerine bakmadan, başkalarının eserlerini küçük gören, kaba kuvvetlerin saldırısını hak edecek basitlikte de değildir.
Onu güçlü kanatlarınız altına aldığınız takdirde, bu kaba kuvvetler Mançalı Don Kişot’u ezemeyeceklerdir. Soylu birinin emrinde çalışmadığım ve soyluların meclisinde bulunmadığım için, size tam olarak nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum. Eğer bilseydim, inanın o sözlerin en güzelleri ile sizi yüceltmek isterdim.
Fakir bir yazarın, sizin gibi soylu birine ömrünün tek semeresi olan eserinden ve iyi niyetlerinden başka verecek nesi olabilir? Lütufkârlığınıza sığınır, saygılarımı sunarım benim efendim. Miguel de Cervantes Saavedra.
Bir yazar için, öyle zannediyorum ki, kitabın en zor bölümü “önsöz”ü olsa gerektir. Zira kitabı kolayca yazıp bitirdiğim halde, önsöz için ne söyleyeceğimi bilememenin aczi içerisindeyim. Parlak cümleler bulup tumturaklı sözler sarfedemediğime göre, hissiyatımı size açmayı daha uygun görüyorum…
Yemin etme basitliğini göstermeden şuna inanmanızı istiyorum: Zihnimin çocuğu olan şu eser , şimdiye kadar yazılmışların en güzeli olsun istedim. Diyeceksiniz ki: Hangi baba, kendi çocuğunun en güzel ve en zeki olmasını istemez! Çok haklısınız… Ancak, şurası da bir gerçek: Tanrı’nın hakkımızda takdir ettiği bir şeyi kimsenin değiştirmeye gücü yetmez.
Payımıza düşene razı olmak zorundayız. Buna rağmen babalık sevgisi göze perde çeker, çocuktaki kusurları görmesine engel olur. Baba, çocuktaki kusurları birer meziyet gibi anlatır ve onunla övünür. Pek tabii olarak, ben de bu kaidenin dışına çıkamadım. Çocuklar arasında benim çocuğumun en güzeli olduğuna inanıyorum…
Fakat ey sevgili okuyucum, sen baba olmadığın için dilediğin tenkidi yapmakta serbestsin! Bu yüzden kimse seni cezalandıramaz. Kendi evindesin ve oranın kralı sensin. Eski bir filozofun dediği gibi: “Cübbemin altında, kralı bile öldürebilirim…” Kitabımı okurken, aklına ne gelirse söyleyebilirsin. Kötü söylersen, inan sana darılmam. İyi söylersen de kimseden mükâfat alacak değilsin. Seni böylesine meşhur bir şövalye ile tanıştırdığım için övünecek de değilim.
Ancak, aynı şeyi Sanço Panza için söyleyemem… Bu saf ve iyi yürekli seyis ile tanıştığın için çok şanslısın. Onda sadakatin ve dürüstlüğün bütün özelliklerini görecek; dünya üzerinde böyle insanların azaldığına üzüleceksin. Sevgili okuyucum, Tanrı sana vücut ve akıl sağlığı versin, bu arada beni de unutmasın. Cervantes MANÇALI DON KİŞOT Mança ilinin küçük bir köyünde, soylu bir bey yaşıyordu. Bir rivayete göre adı Kesada, diğer bir rivayete göre de Alanso idi…
Pek zengin sayılmazdı ama babasından kalan mirası, har vurup harman savurmadığı takdirde, ömrünün sonuna kadar yeterdi. Gösterişi ve lüks yaşamayı sevmezdi. Şatosunda ellisini çoktan geçmiş emektar bir kahya kadın, her işe koşturan bir uşak ve evde kalmış şapşal bir kız yeğen vardı. Aynı tencereden hem ev halkı hem de kendisi yerdi.
Ev halkı dediğimiz de işte topu topu yukarıda saydığımız üç kişi idi. Diğer soylular gibi, burnundan kıl aldırmayan cinsten değildi. Köyün fakirlerine yardım eder, kapıya geleni geri çevirmezdi. Ahırında cılız bir atı, silahlığında dededen kalma kılıcı, mızrağı, kalkanı ve çengelleri yer yer dökülmüş bir zırhı vardı. Kapısında da sıradan bir av köpeği duruyordu.
Boş zamanlarını ava çıkarak, dostlarıyla sohbet ederek veya şövalye romanları okuyarak geçirirdi. Zamanla avdan hoşlanmaz oldu. Şövalye romanlarına daha çok vakit ayırdı. Ziyaretine gelen dostlarına okuduğu roman kahramanlarının maceralarını anlata anlata onları bezdirirdi. Papaz Efendi, Berber Nikolas’a dert yanıyordu: – Azizim, bizim bey, şu kahrolası şövalye romanlarına merak saralı tuhaflaştı. Sohbeti de artık çekilmez oldu. – Haklısın muhterem Peder!
Ben kral olsaydım, şövalye romanı yazanların hepsini ipe çektirirdim. Senyör Kesada, her ay şehre iniyor; çantalar dolusu kitap satın alıyordu. Öyle bir gün geldi ki, odasının her tarafı kitaplarla doldu. Okurken rahatsız edilmekten hoşlanmıyor, ziyaretine gelen dostlarını bile kabul etmiyordu. Roman kahramanları, onun nazarında dünyanın en büyük insanlarıydı.
Nerede bir mazlumun iniltisi varsa orada bitiyorlar, zalimlerin tepesine demir yumruk gibi iniyorlardı. Ne yazık ki, analar artık böyle yiğitler doğuramaz olmuşlardı… Meydanı boş bulan kötü insanlar, zayıfları alabildiğince eziyor; adaleti temsil etmekle görevli hakimler, zenginlerin ve güçlülerin tarafını tutuyorlardı. Eğer, kendisini insanlığın hizmetine adamış, yiğit bir şövalye çıkmazsa; durum daha da kötüye gideceğe benziyordu. Bunları düşünürken, birden kafasında şimşekler çaktı:
“Soylu bir geçmişim, korkusuz bir yüreğim, adaleti temsile yeterli bir aklım var! Neden bu yiğit şövalye ben olmayayım? Zalimlere haddini bildirmekten, zayıfların imdadına koşmaktan beni alıkoyan nedir?” Gelmiş geçmiş bütün şövalyelerin ruhunu sevince boğacak bu fikirler, bizim soylu beye öyle parlak geldi ki; kendisini tutamayıp haykırdı: – Titreyin ey zalimler! Sevinin bütün ezilenler!
Düzeni bozulmuş şu dünyaya, “Mutlu Çağ”ı getirecek olan yiğit bir şövalye doğuyor! Soylu bey, kararını vermişti. Bu günden tezi yok hazırlıklara başlayacaktı. Kimseye sezdirmeden dededen kalma silahları odasına taşıdı. Onları silip parlattı. Sonra ahıra indi; atını gözden geçirdi. Bu iskeleti çıkmış, uyuz beygir, ona meşhur şövalye Amadis’in küheylanı kadar yiğit göründü.
İskender’in atı bile yanında yaya kalırdı… Osmanlı Sultanı onu görse, sahip olmak için kim bilir kaç kese altını gözden çıkarırdı. Böyle soylu bir atın, herkesin dilinde dolaşan, güzel bir adı olmalıydı. Bütün isimler üzerinde uzun uzun düşündü. Kimini kısalttı, kimini değiştirdi. Nihayet, “Rosinenta” adında karar kıldı. Atına soylu bir isim bulduktan sonra sıra kendisine gelmişti. Sekiz gününü uzun bir liste hazırlamakla geçirdi. Hemen hemen hepsinin başına doğduğu ilin adını koymuştu.
Çünkü bu bir şövalyelik geleneği idi… Onuncu günün akşamı şu isim ona en güzeli gibi göründü: “Mançalı Şövalye Don Kişot”. Bir kaç defa tekrarladıktan sonra kulağa da hoş geldiğine karar verdi. Evet, evet… Bu, dostları sevindirecek; düşmanları korkutacak bir isimdi. Geriye, aşık olacağı bir sevgili bulmak kalmıştı. Okuduğu şövalye romanlarında sevgilisi olmayan kahraman yoktu. Gerçeği söylemek gerekirse, bizim soylu bey veya yeni adı ile Mançalı Şövalye Don Kişot zaten aşıktı.
Gençliğinde güzel bir köylü kızını sevmiş, ancak karşılık bulamadığı için, aşkını herkesten gizlemişti. Kızın adı, Aldonza Lorenzo idi. Fakat bu, soylu hanımlara veya prenslere yakışacak bir isim değildi. Atına ve kendisine isim bulmak için iki hafta kafa yorduğuna bakılırsa; sevgilisine de bir kaç gün ayıracak demekti. Ancak hiç de öyle olmadı. Roman kahramanlarından biri, öte dünyadan, ona şu ismi fısıldadı: “Toboso’lu Dulsinea!”.