Bu kitabın 1982 baskısına yazdığım önsözde, 1962 senesindeki ilk basımı sırasında aldığım tepkilerle eşimle birlikte yazdığımız, aynı felsefeyi savunan bir sonraki kitabımız Free to Choose’un 1980’de basılması esnasında aldığım tepkiler arasındaki dramatik değişimi belgelemiştim. Bu bakış açısındaki değişim, hükümetin Keynesyen yaklaşımlar ve refah devleti uygulamalarının etkisiyle artan rolüyle geçen zaman zarfında daha da gelişti.
1956 yılında benim ders verdiğim ve eşimin de bu kitaba şekil vermem konusunda bana yardımcı olduğu zamanlarda, hükümetin Birleşik Devletler’deki —federal, eyalet ve yerel düzeylerdeki- harcamaları toplamı millî gelirin yüzde yirmi altısına tekabül ediyordu. Bu harcamaların büyük bir çoğunluğu da savunma amaçlıydı ve savunma harici harcamalar da milli gelirin sadece yüzde on ikisine denk geliyordu.
Yirmi beş sene sonra bu kitabın 1982 basımı esnasında toplam harcama milli gelirin yüzde otuz dokuzu oranına yükselmişti ve savunma harici giderler iki kattan daha fazla bir yükseliş göstermiş ve milli gelirin yüzde otuz biri oranına ulaşmış bulunuyordu. Elbette, bu değişimin fikir iklimine etkileri de olacaktı. Margaret Thatcher’ın Britanya’da, Ronald Reagan’ın da Birleşik Devletler’de seçimi kazanmasına giden yolun açılması bu etkilerden biridir.
Belki Leviathan’ı durdurmuşlardı ama bir taraftan da onu öldürmüyorlardı. Birleşik Devletler’de toplam hükümet harcamaları 1982 senesinde yüzde otuz dokuz iken yavaş bir düşüşle 2000 senesine gelindiğinde yüzde otuz altılara geriledi ama bunun neredeyse tüm sebebi savunma harcamalarındaki azalmaydı. Savunma harici harcamalar 1982 senesinde kabaca sabit olarak yüzde otuz bir iken bu oran 2000’e gelindiğinde yüzde otuzdu.
1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1992’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonucunda bu yaklaşım daha fazla destek buldu. Bu iki olay, son yetmiş senedir tecrübe edilen ekonomiyi düzenlemenin iki alternatif yolunu dramatik bir biçimde s onları dırdı: tavandan tabana yapılanmayla tabandan tavana yapılanma; merkezi planlama ve kontrol mekanizmalarıyla serbest piyasa, daha net söylersek kapitalizmle sosyalizm.
Bu deneylerin sonuçları daha önce benzer daha ufak çaplı denemelerde öngörülmüştü aslında: Hong Kong ve Taiwan’la Çin, Doğu Almanya’yla Batı Almanya ve Güney Kore’yle Kuzey Kore bunlara örnek teşkil eder. Ama Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyet Birliği’nin çöküşünün dramatik sonuçları genel kanının bir parçası haline geldi ve böylece merkezî planlamanın aslında Friedrich A. Hayek’in 1944’teki o dâhiyane polemiğinde belirttiği gibi.
Kölelik Yolu olduğu fikri kabul gördü. Birleşik Devletler ve Büyük Britanya için doğru olan Tevrat’ta atlı geçeri bir deniz canavarı şeyler diğer ileri Batı ülkeleri için de geçerlidir. Savaş sonrasındaki on yıllık süreçte ard arda pek çok ülkede patlama yaşadığına şahit olunan sosyalizm, zamanla ihtiyatlı ve durağan bir yapı arz etmeye başladı.
Bugün dahi tüm bu ülkelerde baskı, piyasanın rolünü daha da arttırmak ve devletin rolünü azaltmak yönünde. Ben bu durumu fikirle uygulama arasındaki uzun boşluk olarak özetliyorum. II. Dünya Savaşı’nı takip eden on yılların hızlı sosyalizasyon süreci savaş öncesindeki anlayışın kolektivizme doğru evrilmesine yol açtı;
geçen birkaç on yılın hantal ya da durağan sosyalizm tecrübesi bakışların savaş sonrası değişimin erken etkilerine yönelmesine sebep oldu; geleceğin desosyalizasyon süreci de Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile beslenen değişimin olgun etkilerini yansıtacaktır. Bu görüş değişikliğinin az gelişmiş dünya ülkeleri üzerinde çok daha kesin etkileri olmuştur. Bu, günümüzdeki en büyük komünist devlet, Çin için de geçerlidir.
Deng Xiaoping’in yetmişlerin sonlarında piyasa reformlarına başlamasıyla tarım alanlarının özel mülkiyete açılması, elde edilen ürün miktarında önemli bir artışa sebebiyet verdi ve diğer piyasa öğelerini de komünist kumanda toplumuna sokmuş oldu.
Ekonomik özgürlükteki bu sınırlı artış Çin’in çehresini değiştirdi ve bizim özgür pazarlara olan inancımızı da pekiştirmiş oldu. Çin halen özgür bir toplum olmaya çok uzak bir noktada olabilir ama şüphe yok ki Çin’in insanları daha özgürler ve Mao dönemine kıyasla daha refah içinde yaşıyorlar. Politika hariç her açıdan daha özgür oldukları rahatlıkla söylenebilir.
Bunun yanında siyasal özgürlüklerin gelişimiyle ilgili küçük çapta birkaç olay da gözlenebiliyor; pek çok yerleşim biriminde bazı yöneticilerin seçimle işbaşına gelmeleri gibi. Çin’in kat etmesi gereken daha çok yol var ama şu anda doğru yönde ilerlediği söylenebilir. u. Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen dönemde standart doktrin, üçüncü dünyanın gelişimi için merkezi planlama ve geniş kapsamlı yabancı yardımlarının gerekliliğiydi.
Bu formülün Peter Bauer ve diğerleri tarafından etkin bir şekilde gösterildiği gibi denendiği her yerdeki başarısızlığı ve Doğu Asya Kaplanlarının -Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Güney Kore- piyasa merkezli politikalarının dramatik başarısı, kalkınma için çok farklı bir doktrinin geliştirilmesine sebep oldu. Bugün pek çok Latin Amerika ve Asya ülkesiyle, birkaç Afrika ülkesi piyasa merkezli bir yaklaşımı öngörmekte ve devlete bu yaklaşımda çok daha az bir rol bırakmaktadır.
Eski Sovyet uydularının birçoğu da aynı şekilde davranmıştır. Tüm bu durumlarda, bu kitabın temel konusunu da göz önüne alarak, ekonomik özgürlüklerdeki artışın siyasi ve sivil özgürlüklerin artışıyla el ele ilerlemekte olduğu ve refah artışına neden olan rekabetçi kapitalizmle özgürlüğün birbirinden ayrılamaz bir bütün olduğu hatırlanmalıdır.
Son bir kişisel not: Bir yazar için ilk çıkışı üzerinden kırk sene geçmiş eserini yorumlayabilmek, çok az karşılaşılan bir imtiyazdır. Bu şansa sahip olmaktan çok mutluyum. Kitabın zamana direnip ayakta kalmış olması ve bugünün sorunlarına cevap verebilir halde olması beni çok memnun ediyor. Yapabileceğim tek bir büyük değişiklik, olsaydı eğer, ekonomik özgürlük ve siyasal özgürlük şeklindeki ayrımımı; ekonomik özgürlük, sivil özgürlük ve siyasal özgürlük olarak üçe ayırmak olurdu.
Bu kitabı bitirmemle beraber Hong Kong; Çin’e geri katılmadan önce, ekonomik özgürlüğün sivil ve siyasal özgürlük adına bir şart olduğu ama siyasal özgürlüğün istenen bir şey dahi olsa ekonomik ve sivil özgürlüklerin bir şartı olmadığı konusunda beni ikna etti.
Tüm bu satırların arasında, kitabın büyük yanlışı olarak siyasal özgürlüğün rolüne yetersiz yaklaşılması görünüyor ki bu da bazı durumlar altında ekonomik ve sivil özgürlükleri arttırırken, kimi durumlarda da ekonomik ve sivil özgürlüklere engel teşkil edebilmektedir.