Roman (Yerli)

Murat Uyurkulak – Tol

Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi. Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar… Annemin ağzı fazla bozuktu. Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler.

Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar… ” Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti. Ben babasız da bir Yusuf’tum. Konsey’i gözümle gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı ıslatmışƨm yine. Utangaç bir serinlikle uyandım.

Perdeyi araladım ve yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum. O askerin üniformasında, sonradan bütün hayaƨmı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın bilenmeye başladığını nereden bilecekƟm?

Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki tuhaf bir renkƟ. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım. Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhubütün bir Yusuf’tum… *

Yıllar sonra ben nedense hâlâ Yusuf’tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri diyordum, ama yetinmiyorlardı. Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi? Borçlarımı, desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle cekeƟ giyiyordum.

Çaycıya bir kez bile çay ısmarlamamış, öğlen kazınƨlarını simit kemirerek basƨrmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü parƟlerinin bir tekine bulaşmamıştım. Aynur’un memelerim, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı. Ben de, onu diyordum. O’nu, O olanı.

O kimdir diye soracak olduklarında, sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O’su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim. Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım.

Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmışƨ arƨk. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu.

Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın? Bu sefilliğimin nedenleri üzerine uzun uzun düşünecek vakƟm de yoktu. Otuzlu yaşlarında insanın en az sahip olduğu, sahip olduğu yıllara karalar bağladığı şeydi vakit. Bazıları için vakƟn kendine uygun işlerle buluşup, tek bir hücreye sığışıp, bir hale yola konulduğu oluyordu elbet.

Ama benim gibiler için, kendine göre yatak bulamamış, bulacağa da benzemeyen bir hayaƨn bütün ferahlıkları es geçerek azalƴğı bir vakitle, ancak azap verici bir karşılaşma söz konusuydu. Tabelada sürekli şöyle yazan bir karşılaşma: Vakit: 1 – Tavuk: 0. Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı.

Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline ķrçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu.

Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun: Hayat: 5 – Balık: 0. Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu.

Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacakƨ ki, sen bilmeyecekƟn. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacakƨn. “Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!” diye bağıracaktın.

Ama gelin görün ki ben hayaƨmı neredeyse dakika dakika sayar, yaşımı saniye nevinden hesaplar olmuştum. Gece geç vakitlerde eve döndüğümde, kalın harita metod deŌerimi açıyor ve hazırladığım on yıl süreli, 300 sayfa uzunluğundaki çetelede 24 kutucuğu daha karalıyordum.

Dayanamayıp sızarsam da, ertesi gece, güleç, coşkulu, ellerimi ƟƟzlikle Ɵtreten bir tören eşliğinde, tek seferde 48 tane birden vurup geçiyordum. Burnum sızlıyordu zevkten. Aslında yirmi dört saat esasına göre hazırladığım o çeteleden hiç memnun değildim. Sürekli dakikaları hesap edebileceğim, dahası yanımda taşıyıp her ķrsaƩa karalayabileceğim bir çetele yapmayı hayal ediyordum.

Ama zordu, her şey, hep zordu. Çetelenin yirmi dörtlüsüyle yetinmeli, kırk sekizlik geceleri şölen saymalıydım. Uzun yıllar yalnızlığımla teselli buldum. Çünkü yalnızlık kolay bulunur bir olanak değildi. En azından herkes yalnız kalamamaktan şikâyet eƫğine, şikâyet eƫkçe çözülüp çoğalıp düzüştüğüne göre öyle olması gerekirdi.

Bense bundan şikâyet etmek bir yana, aşın dozda yalnızlıkla işƟgal halindeydim. Hayaƨmda önemli birer yer işgal eden iki masayı gözüm gibi sakınıyordum başkalarından. İş ve içki mekânlarında sahip olduğum masaların yanına yöresine kimseyi yaklaşƨrmıyor, yaklaşanları öyle heybetli bir suskunlukla karşılıyordum ki, bir-iki aşağılayıcı, alaycı lafı sineye çekmek dışında pek hırpalanmadan tekrar kendime gömülüyordum.

Masalarıma konuk gelen kadınlar olmadı değil. Çoğunlukla beni ahir zaman peygamberi veya edebi bir mucizenin hazırlığı içindeki uçuk bir şair sanan, sarhoş, i azla tokatlanmış, canı sıkkın kadınlardı bunlar.

Yanımdan ayrılmaları birkaç dakikayı bulmuyordu neyse ki. Sonra ben evime çekiliyor, videoya en sevdiğim pornoyu takıyor ve ağır sarhoşlukla ağdalanan bir bedenler denizinde kaybolup gidiyordum. Kadınlar haklıydı aslında, yirmili yaşların eşiğinde mucizevi şiirler yazdığını düşünen bir şairdim ben. Yazdıklarım benim kaderimdi, bu yüzden kaçınılmaz bir kuvvet taşıyorlardı.

Ben, seçilmişƟm. Yıkılacak ve yeniden kurulacak bir dünyanın, sadece benim bildiğim, dokunabildiğim diyarlarından zihnime akan kelimelerini yayıyordum etrafa. Akıl almaz, tanrısal ve büyülüydüler. Bu, tek bir kelimeyi bile ağlamadan, ölecek gibi coşkulanmadan, birilerini aklımdaki ölüm listesine eklemeden yazamamamdan da belli değil miydi?

Değildi. Günün birinde dilimden bazı sokak adlan, kapı numaralan, insan isimleri döküldü ve o ilahi ses kesildi, bir daha da hiç duyulmadı. Oysa kollarımdaki kırıklar kaynar kaynamaz, yaralarım kapanır kapanmaz O’nun beni affedeceğini, en azından olanları açıklamama izin vereceğini umuyordum. İki evden üç ceset çıkmıştı ama, olmadı. Şiirlerle birlikte bir kenƟ de böyle arkamda bırakƨm ve kimsenin beni tanımadığı, benim kimseyi tanımadığım bu büyük şehre ayak bastım.

Bana ne düşündüğümü sorduklarında, O’nu diyordum. Ve eklemek isƟyordum: O kadar dev, yılmaz, yıkılmaz bir O’ydu ki o, bir zamanlar, sanırım, bana ben kadar yakındı. Sarhoşluktan boğulacak gibi olduğum bazı geceler, yüzlerce küçük resimle, yazıyla, fotoğrafla kapladığım masa aynasının karşısına geçiyor ve eksik, eğri büğrü kelimeler eşliğinde pes bir yakarışa koyuluyordum:

“Tanrım, söyle bana, ben daha ne yapabilirdim? Herkesin darbelerle buzdan delilere döndüğü bir zamanda ayağa kalkmadım mı? Benim de kanı çekilmiş bir devrime adadığım kanatlarım, uzun, serin nefeslerim olmadı mı? Sesimi, paramparça bir devrimi devralan kardeşlerimin sesine katmadım mı? Baƨ’dan Doğu’ya, her biri aşkla Ɵtreyen kelebekler uçurmadım mı?

Beni bağışlasana, beni bağışlasana, beni bağışlasana… ” Küçük bir açıklık kalmışƨ fotoğrafların arasında, her defasında sol gözüm o açıklığa rast geliyordu ve ben sadece sol gözümle ağlıyordum. O açıklığı kapaƨp aynayı tamamlamaya cesaret edemiyordum. Sol gözüm yaşayan, haƨrlayan yanımdı benim. Bu yarım haƨrlamalarla, minvali hiç değişmeyen bir ömrü tamama erdireceğimi sanıyordum.

Sol gözüm son kez aynadaki açıklıkta kendisine bakarken, ben yine aynı evden aynı ofise, aynı ofisten aynı meyhaneye, aynı meyhaneden aynı eve yürüyecek, aynı O’na yakaracak ve neden sonra elimde bir tabancayla, kalan yirmi dört kutucuğu da karalayıp gölgelere çekilecektim.

Yanılmışım. Hayatım, artık varlığından bile emin olmadığım bir şehre akacaktı aniden. Nihayet ruhumun fermuarını çekebilecektim. Ve haysiyet denklemime bir çekidüzen verebilecektim…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Lacivert’in Büyüsü

Editor

Yalnızlık Sek İçilir

Editor

Peyami Safa’nın Canan Romanı Konusu ve Özeti

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası