“Adı: Muhammed. Babası: Ali. Memleketi: Tebriz.” Açık ve sade anlatmak gerek. İki bin üç yılı Nisan ayının ilk gününde Konya toprağına ayak bastığımda, bir tel kopup da ahengin ebediyyen kesilişinin üzerinden hayli zaman geçmişti. Bir haylidir dilim tutulmuş, lâl ü ebkem kesilmiştim.
Bir yitiği, bana ait bir parçayı bulmak için yüz vurmuyordum eşiğine tapusuna, kaybetmeye alışalı çok zaman olmuştu. Ben sadece, bir şeyi tümüyle bırakıp da geriye dönmek için düşmüştüm kapısına. Ona, onlara ait olması gereken bir şeyi. Alın emanetinizi, diyecektim, ben taşıyamadım. Alın emanetinizi. Hikâyem, bırakmak için geldiğim şeyi tümden bulup da geri dönmemin hikâyesi. Geniş ve sarı ova ve sınırsız gibi görünen gök altında.
Önce Ankara’da. Gül ağacından bir teşbihin nasıl kokulandınldığını öğrenmek için girdiğim bir bozkır mescidinde, var olabileceğini tahmin bile etmediğim bir çiğdem kokusuyla karşılaştığımda başladı yolculuk. Ruhumun şehirli yanıyla kıraçlığı arasında ben, bir türlü bir karar hali alamamışken. Öyle görünüyor ki bundan sonra da alamayacakken.
Yani sular pek durulacak gibi görünmüyorken. Aslında ne geldiğimi ne de gideceğimi arıyordum. Lâkin seng-i ibret ne kadar kanarsa, o kadar sessiz ve derinden kanadığımı -Allah biliyor ya- artık saklamadığım uzun bir kışın sonunda Konya’ya çevirdim yolumu. Kâbe’ye yüz vuran Mecnun-ı bîçare değildim elbet ama Mevlâna iyi gelir diyordum.
Toprağına ayak bastığım anda hangisini edeceğimi kestiremediğim dualar vardı “sınanmayı kaldıramayan” kalbimde. Avluya girdiğimde başladı Nisan yağmuru. Nisan yağmuru. Bir tarafı şifa, bir tarafı ölüm. Nisan tası. Mevlevi geleneğince, Nisan yağmurlarını toplayıp da sadre şifa niyetine dağıtmak için kullanılan bereketi bol bronz tasın adı.
Nisan yağmuru hep aynı kalıyor da, galiba sorulması gereken soru şu: Ben neyim? Yılan mı, istiridye mi? Nisan yağmuru, yılanın ağzında zehre dönüşüyor da, istiridyenin karnında sedef oluyor. Ben neyim ben? Cemâlinin heybetinden hevesle geçmiştim de celâlinin fırtınası yolumda patlayınca, dibe vurmuştum.
İkisinin aynı şey olduğunu anlayamayacak, anlasam da belli ki taşıyamayacak denli hamdım ben. Cemâlinin yansımasını gördüğümde “Daha yok mu” dediğim hikâyemde celâlinin yansımasını gördüğümde ancak “Yeter ne olur” diyebilenlerden olduğum için kaybedenlerden olan ben. Mevlâna’nın eşiğinden içeri attım adımımı.
Bir yangın yerinden arda kalmış olmalıydım. Beni bekliyor muydu, bilmiyordum. Beklentiyle onun gerçekleşmesinin çatışmasından çoğu kez gerçek mağlup çıkar. Ama sonbahar yaprağı rengindeki puşidelere sarılı saf saf sandukalar arasında ve altın rengi sarışınlığında Mevlâna gerçekten muhteşem. Bunu anlamak için karşılaşmak lâzım.
Karşılaştığım şey, kendi kısır ve aciz hayalimin sınırları ile sınırlı değildi. Mevlâna; temsili resimlerinde, sonradan çizilmiş minyatürlerinde tahayyül edildiği gibi şişman ve saçları beyazlamış, omuzları çökük ve ihtiyar bir adam değil.
Benim gördüğüm, bütün enerjisini gri renkteki gözlerinden bir cezbe ışığı halinde etrafa saçan, duru saz benizli, elli yaşın çok üzerinde fakat çok genç bir adamın, öyleyse dünya zamanıyla yaşı olmayan bir adamın resmiydi. İnce ama yapılı, heybetli fakat çok zarif.
Ve mutlaka şehirli. Öylesine soylu, öyle seçkin. Kim bilir! Belki benim çizdiğim Mevlâna da Romalı ressamların çizip de imparatorlarına götürdüğü resimler gibidir. İmparator heyecanla sorar: Gösterin bakalım kimmiş bu Mevlâna, görelim.
Aylarca uğraşarak aslına en uygun portreyi çizmiş olmakta iddialı ressamların her biri eserlerini açıp da ortaya koyunca görülür ki her biri kendi resmini çizmiş. Ayna. Belki bu yüzden benim çizdiğim Mevlâna da en fazla benim içimdekine benzemektedir. Olsun. Ben öyle gördüm ya! Size öyle diyorum ya! Fakat Konya’da beni en fazla vuran şey Şems’in, Mevlâna’ya, birkaç dakika da olsa, uzaklığında, karanlığında ve muammasındaki yalnızlığı oldu.
Tabii onu da her zamanki gafletimle türbenin içindeyken değil, Konya toprağından ayrıldıktan neden sonra anladım. Şems ki Mevlâna’yı Mevlâna yapandır. Şems ile karşılaşıncaya kadar Mevlâna bir âlimdir. Konya’nın sevgilisi, olgun ve makul baş müderrisi. Aklın ve onun çocuğu olan bilimin dairesi içinde dolaşan mantıklı bir İslâm âliminden bir cezbe adamı çıkaran Şems’tir.
Şems ansızın gelir. Yaşı kırkı bulmuş olan Mevlâna’nın belki de hiç beklemediği ve ümit etmediği anda. Ama kırk peygamberi bir yaştır. Üstelik son fırsattır. Çalınır kapı. Ardına kadar açılır kapı. Girer içeri sessizce yolcu. Geçiyordur. Uğramıştır. Kalır.
Gariptir Şems. Bu aniden gelen mağrur adam, mağrurluktan başka bir imlâyla mağrurdur. Sahte tevazuyu kibr ile eş tutar ve ondan bu yüzden nefret eder. Kabiliyet bir Allah vergisiyse onu saklamanın da sahtecilik anlamına geldiğini düşünerek mağrurdur. Dili bu yüzden bu kadar keskindir. Kaide dışı ama harikulâdedir.
Üstelik her kelâmında “belâ”ya bir davet vardır. Karanlık ve siyaha ait yabancı. Durak şaşırtan yolcu. Yolcuyu yolundan eyleyen dilber. Kimliği belirsiz. Ama olsun: Şems’in saçları Tebriz’in gecesidir. Yüzü İsfahan’ın güneşi. Mihr ve mah onun kelâmından dökülür. Çünkü Şems hatırlatır. Ezelde büyük bir karşılaşma olmuştur. Bu onun hatırlamasıdır.
Sen neden böylesin? Ve: Şems, ey seyyârelerin en tekinsizi. Çarpacak bir beni mi buldun? İyi ki beni buldun. Hoş âmedî! Hoş âmedî! Şemstir. Şems güneş demektir. Öyle bir taşkın yaratır ki Mevlâna’nın engin denizlere benzeyen ama henüz rüzgâr görmemiş sakin ve emniyetli ruhunda, Ay’ın küçük denizler üzerinde yarattığı gelgitlerin onun taşkını yanında esamisi bile okunmaz.
Çünkü Mevlâna bir okyanustur. Şimdiye değin denizlerin, kamerlerin ardı sıra yürüyüp durmuştur da ancak şimdi güneşin cazibe kanununa tutulmuştur. Gündelik hayatın dağdağasından farklı bir boyutta, suyun toprağa kavuşması gibi değil, iki suyun birbirine kavuşması gibi kavuşurlar. Bu yüzden hocası ve talebesi. Cânı hem cânânı olur Şems Mevlâna’nın.
Müridi ve mürşidi. Aslında bereketin taşkını bu çoğullukta. Kim âşık kim maşuk, bu kavuşmada belli değildir. Ne gam! Aşktır aralarındaki. Zamanın, mekânın ve cinsiyetin sınırlarını çoktan aşmış, bu aşkmlıkla aşkın kaynağına dayanmış, kûtah nazarlarca kavranması mümkün olmayan bir aşk. Anlamayanlar da anlayışsızlıklarında mazur, nereden anlasınlar ki?
Sonu o kadar kanlı geleceği için belki, Şems bir bıçak gibi böler Mevlâna’nın ömrünü tam orta yerinden ikiye. Öncesinde Mevlâna ne idiyse artık o değildir. Temkinliyse temkini bırakır, makul idiyse aklın sınırlarını çatlatır. Şems sükûnet değildi. Mevlâna bu kadar fırtınayı nasıl taşıdı? Nasıl bu kadar yandı da yanmadı? Önce yazar, sonra susar Mevlâna.
Kalemin ucu kırıldı. Kelimeler yetmedi. Yine de. Konuştuklarını değil de ağladıklarını istemek Mevlâna’nın hâlidir. “Kandı her şey tek balık kanmadı sudan.” Herkesin hâli kendine. Avuntu? Olsun! Ah aşkım bilmiyorsun. Sonra yine gazeller söyler. Çünkü büyük hallerin söylenişi de güzeldir. Bütün bir Divan susma ve söyleme arasında gidip gelmedir. Ve Mevlâna artık kendi adından geçmiştir. Divanının adı Divan-ı Şems-i Tebriz!’dir. Tebrizli Şems’in Divanı.
Ve gazellerinin bir kısmında mahlas beytinde kendi adı yerine Şems’in adını kullanmaktadır. Aşk, adından geçmek değil mi? *** Her kıskançlık bir aşkın paylaşılamayışı. Konya da Mevlâna’yı kendince sevmektedir. Bu aşkın, Şems aşkıyla mukayesesi mümkün değildir elbet ama Konya Mevlâna’yı hem çok sevmektedir. Bir güle sahip şehir, onu paylaşmayı, denese de başaramaz ki. Mevlâna’nın paylaşılamayışı: Aşkın “Kimya”smın paylaşılamayışı.
Eskiler derler ki: Su uyur düşman uyumaz. Düşman uyur hicran hastası uyumaz. Her halde düşman ve hasta-i hicran bir olunca, şeb-i yelda, yılın en karanlık ve uzun gecesi de olsa hiç uyumaz. Konya uyanık. Mevlâna’nın oğlu, bir rivayete göre Kimya Hatun’un tutkunu Alâaddin Çelebi uyanık. Kimya Hatun? O, Mevlâna’nın evlâtlığı.
Şems’e ayak bağı olsun da onu Konya’ya sıkıca bir bağlasın diye, Şems bir daha kaybolmasın diye, Mevlâna tarafından kıyılan bir nikâhla Şems’e bağlanmıştı. Hele yedi kişi. Yedisi de Mevlâna’nın müridi. Hele Alâaddin Çelebi. Her Âdem’in bir Habil’i bir de Kabil’i var. Şems’i ilk kayboluşundan sonra Şam sokaklarından bulup babasına getiren de Mevlâna’nın oğlu, Veled Çelebi. Şems’i bir kuyunun karanlığına inecek yolculuğunda yalnız bırakan da, bir rivayete göre, Mevlâna’nın oğlu: Alâaddin Çelebi. İkisi de aşk. Rivayet böyle. Doğrusunu Allah bilir.
Sonrası: Sır. Yok oluş. Kayboluş. “Denizin kenarına kadar ayak izleri kalır da denize girdikten sonra ne iz kalır ne nişan.” Böyle der Mevlâna. Bir kuyunun dibinde başı gövdesinden ayrı uzun zaman bırakılmışsa da neticede Şems sırra karışmıştır. Unutulabilirliği peşinen kabul edilmiş her acı gibi midir ki Şems’in yokluğu? Sabra tahammülün yok mu?
Kapısının tam önünde, eşiğinde, kafiyesinde gördüğü Şems’in kanını daima hatırasında taşısa da, onun kaybolduğuna inanmayı ve gayb makamının şiirini böyle yazmayı yeğler Mevlâna. Divan’inin en karanlık şiirleridir bunlar. Lâkin ateş ve ışık arasındaki ilişkinin yaratıldığı günden bu yana genel geçer olan o en sade kanunla yanarak aydınlatıp durmaktadırlar.
Ve isimlerin manalarıyla değiş tokuş edildiği bu yerde, bir kuyunun dibinde, şimdi Şems’in üzerinde tecelli eden esma “Celâl”dir. Artık Şems, Celâleddin’dir. Şüphe yok ki Tebrizli’nin bariz vasfı karanlığıdır. Ama onun karanlığı karanlık değil sır olduğu için böyle aydınlatıcıdır.
Kim olduğu, ailesi, sülâlesi, mahiyeti belli olmamakla birlikte bu harikulâde karanlığa en uygun düşen isim yine de Şemstir. Şems. Söylemiştim ki güneş demektir. Belki de bu yüzden Mevlevi ayininin rengi önce siyah, beyaz tennure sonra açılır.