Roman (Yabancı)

Ne Güzel Tesadüf

ne guzel tesaduf 5ed3fdb2b63b3Amerika’nın en iyi hikâye anlatıcılarından sayılan Mary Balogh klasik bir aşk öyküsüyle karşınızda. Şeytana uymanın ve baştan çıkmanın ağına düşmüş bir adam ve bir kadının bu nefes kesen hikâyesine bayılacaksınız.

Alexandra’nın tek istediği, bir hayli kalabalık ve sıcak olan balo salonundan kaçıp gitmektir. Ancak iliklerine kadar işleyen bir soğuğun hüküm sürdüğü geceye adımını attıktan birkaç saniye sonra, güçlü eller tarafından alıkonulup kaçırılır. O ana kadar son derece kapalı bir hayat sürmüş olan Alexandra, tecavüze uğrayacağından neredeyse emindir, ama bunun yerine kendini onu büyük bir skandaldan kurtaran bir adamın insafına kalmış halde bulur. Cesur ve şehvetli bir adam olan Amberley Kontu Edmund, Alexandra’yı hayatında bir kez olsun pervasız davranması için ayartır. Ama aralarındaki tutku alevlenirken, Edmund Amberley’in evlilik teklifi Alexandra’yı tamamen gafil avlar. Artık özgürlüğüne kavuşmayı her şeyden çok arzulayan Alexandra, bir erkeğin sevdiği kadını korumak ve ona sahip çıkmak için ne kadar ileri gidebileceğini görmek üzeredir.

“Mary Balogh aşk romanlarının kraliçesi.”
-Publishers Weekly-

“Büyüleyici bir yoğunlukla yazan Mary Balogh, bir ilişkiyi tamamen gerçek ve tamamen sürükleyici kılmak gibi müthiş bir yeteneğe sahip.”
-Mary Jo Putney-

Kızım Jacqueline’e, sevgilerimle,

SONSUZLUK

Kim avucunda hapsetmek isterse neşeyi Parçalanır hayatın kanat çırpışlarıyla Ama kim uzanıp öperse hayatı neşesinden Yaşar sonsuzluğun gündoğumunda – WILLIAM BLAKE

***

1

Mayıs ayının başları için fazlasıyla soğuk bir geceydi. Yağmur yağmıyordu fakat gökyüzü yoğun bir bulut tabakasıyla kaplıydı ve çarpan sert rüzgâr, tek başına yürüyen ince giyinmiş genç kadına vücuduna aynı anda bin bıçak saplanıyormuş hissi veriyordu. Bir eliyle önünü sıkı sıkı kapamış, öbür eliyle de kapüşonunun sarkan kenarlarını çenesinin altında sıkıca toplamıştı. İyice sarınmış olsa da incecik gece elbisesinin üzerine aldığı koyu renkli, ince pelerinin onu hiç ısıtmadığı belli oluyordu.

Alexandra Purnell titredi ve başını önüne biraz daha eğdi. İçeriyi aydınlatan yüzlerce mumun uzun pencerelerden dışarı yayılan davetkâr parıltısına ve balo salonunun capcanlı, şık giyimli konuklarla dolu olduğunu bilmesine rağmen geri dönmedi. Az önce terk ettiği salonun sıcacık -hatta soğuk hava içeri girmesin diye bahçeye açılan Fransız kapıları da kapatıldığından belki biraz fazla sıcak- olması bile kararını değiştiremedi.

Aptalca görünebilir fakat Alexandra bahçede yalnız bir yürüyüşün -ki fazla uzun sürmeyecekti- rahatsızlığını balo salonun zevklerine tercih etmişti. Hatta, hava koşullarına minnettar olduğu bile söylenebilirdi neredeyse. Çünkü hava daha sıcak ya da daha rüzgârsız olsaydı, şüphesiz dışarısı hava almaya çıkmış konuklarla dolar ve Alexandra’nın bahçede yalnız kalma şansı ortadan kalkardı.

Omzunun üstünden arkasına baktı fakat kimsecikler yoktu. Ayrıca Fransız pencerelerinde, küçük kaçamağını izleyen suçlayıcı yüzler de görünmüyordu. Buna rağmen içgüdüsel olarak evin ışıklarından uzağa, arka taraftaki ahırlara çıkan karanlık ağaçlı yola doğru yürüdü. Görünüşe bakılırsa Londra sakinlerinin ya ahırlarından çok uzakta yaşamaya ya da neredeyse onları evlerinin tepelerine kondurmaya elleri mahkûmdu.

Alexandra yeniden titredi ve çenesini, kapüşonunu sıkıca kapalı tutan elinin arkasına biraz daha gömdü. Sıktığı elinin içine sıcak nefesini üfledi. Bu şekilde kaçması kesinlikle aptallıktı. Terlikleri muhtemelen çimen lekesi olmuştu. Rey Dadı’nın kutlama havasına daha çok yakışacak bir saç modeli denemesi için yalvarmasına rağmen kendisinin ısrarla istediği sıkı topuzu da, kapüşonun altında kim bilir nasıl sönmüş, dağılmıştı. Elbette, bu kaçışı fazla uzun süremezdi. Yakında dönmesi gerekecekti.

Son haftalarda durmadan yaptığı iç konuşmalardan birini daha yaparak, yirmi bir yaşına geldim artık, dedi kendi kendine. Londra’daki ilk ve belki de gerçekten hareketli geçen tek sezonu olmuştu bu, yüksek sosyetenin her türlü eğlencesine dahil olabiiyordu. Babası ani bir kararla, Pe-terleigh Dükü ile uzun zamandır kesilmesi planlanan sözü resmiyet kazanmadan önce, kızının sosyeteye münasip bir şekilde takdim edilmesine karar vermişti. Babası, annesi ve erkek kardeşi James ile birlikte Curzon Caddesi’nde bir eve yerleşmişlerdi. Sonrasında da tanışılması gereken insanlarla tanışmış, katılınması gereken davetlere katılmışlardı.

Halinden memnun olması gerekirdi. Onun yerinde olmaya can atan pek çok genç kız vardı. Fakat sosyeteye çıkışlarını yapan diğer genç kızların yanında kendini ihtiyar bir bunak gibi hissediyordu. Kendini böylesi bir hayata ait hissetmesi mümkün değildi. O güne kadarki hayatı onu Londra’daki bu gösterişli ve anlamsız yaşam tarzına hiç mi hiç hazırlamamıştı. Kardeşi James ile birlikte Dunstable Malikânesi’nde ne kadar sıkı bir terbiye ve sert kurallarla yetiştirildiğini ancak yeni yeni idrak edebiliyordu. Eğlence ve kişisel zevklerin her türlüsü babasının hemen kaşlarını çatmasına sebep olurdu. Bütün fikir, söz ve davranışlar; kilise, kutsal kitap ve babalarının sıkı sıkıya uyduğu erdem ve ahlak kuralları etrafında dönerdi. Ayrıca James’ten farklı olarak o, evin dışında başka bir dünya olduğunu keşfedebileceği bir okula bile gönderilmemişti.

Kendini bildi bileli Peterleigh Dükü’yle evlendirileceği konuşuluyordu. Onunla sadece birkaç kez karşılaşmıştı, bu karşılaşmalar da çok kısa sürmüş ve büyük resmiyet içinde geçmişti. Dükün, onların evinin hemen bitişiğindeki malikânesinde kaldığı pek görülmezdi. Alexandra’dan yirmi yaş büyük olan dük, vaktinin çoğunu Londra’da hükümet işleriyle geçirirdi.

Alexandra, vakti gelince onunla evleneceği gerçeğini hiçbir zaman sorgulamamıştı. Hâlâ da böyle bir kaygısı yoktu. Londra’ya gelişinden beri birkaç kez buluşmuşlardı ve adamın gözüne batan bir yanı olmamıştı. Dük pek çok yönden babasına benziyordu – evet, tavırları sert ve haşindi belki ama dürüst ve namuslu bir adam olduğu su götürmezdi. Ne yazık ki, aynı zamanda çok da meşgul bir adamdı ve Alexandra’nın katılması gereken eğlencelerin neredeyse hiçbirinde boy gösterememişti.

Böylece Alexandra’nın sosyeteye takdiminin üzerine biraz gölge düşmüştü. Çevresindeki sosyete simalarıyla arasında hiçbir yakınlık hissetmiyordu Alexandra. Diğer kızlar gibi bir eş adayı yahut flört arayışında değildi. Babası, onlar gibi moda kıyafetler giymesine de sıcak bakmadığından saçını güzel bir model yaptırmak bile içinden gelmiyordu.

Ve gittiği her yerde Harding-Smythe’lerle mücadele etmesi gerekiyordu. Sürekli onun eksiğini kolluyor, yüzüne vuruyorlardı. Babasının kardeşi Deirdre Hala, onun eğlenmeyi bilmediğini öne sürüyor ve eğlenebilmesi için ortam yaratmaya çalışıyordu. Çabaları iyi niyetliydi belki ama Alexandra’nın eğlence anlayışıyla hiç mi hiç örtüş-müyordu. Kuzini Caroline, Alexandra’yı gerçekten sevdiği için değil, sırf James’i etkilemek için aptal aptal sırıtıp sırnaşıyordu. Ve görünüşe bakılırsa Kuzen Albert de, taşradan gelen genç ve masum kuzinini Londra’nın bütün şer ve şehvetinden korumaya adeta ant içmişti. Takındığı buyurgan ve küçümser tavır, Alexandra için katlanılması imkânsız bir hal almıştı.

Alexandra üşümüş elini nefesiyle bir kez daha ısıttı. Caroline ve Deirdre Hala’ya büyük bir kabalık mı etmişti acaba? Onlara bir özür mü borçluydu? Ertesi gün erkenden kalkıp Bond Caddesi’ndeki mağazaları beraber gezebilmek için o gece onlarda kalmasını istemişlerdi. Hatta daha ona sormadan annesinden izni koparmışlar ve ertesi gün giyeceği elbiseleri getirmesi için bir hizmetçi ayarlamışlardı. Fakat Alexandra davetlerini kabul etmemişti. Dikbaşlılığını yumuşatacak bir bahane bile öne sürmemişti üstelik. Doğruyu söylemenin her zaman bir erdem olduğu ve beyaz yalan diye bir şeyin olmadığı ona biraz fazla iyi öğretilmişti.

Davetlerini kabul etmediğini söyledikten kısa bir süre sonra Deirdre Hala’nın başı ağrımaya başlamış, baloyu apar topar terk etmişlerdi. Ve Alexandra da o an pelerinini kapıp kendini dışarı atarak bir dakikalığına olsun huzur bulabilmek için duyduğu bastırılamaz istek karşısında direnmeyi bırakmıştı. Özellikle de salonun öbür ucunda durmuş, karşıdan kendisine sırıtan Albert’in az sonra gelip bir kavalyesinin olmamasının ne büyük bir talihsizlik olduğunu söyleyerek onu aşağılarcasına dansa kaldırmaya çalışacağını bilirken. Annesi muhtemelen hâlâ Alexand-ra’nın Deirdre Hala’yla birlikte ayrıldığını sanıyordu. Balo salonuna dönme vakti gelmişti artık. Arka arkaya birkaç dans için birisine söz vermişti. Dans başladığında orada bulunmama nezaketsizliğini gösteremezdi. Ayrıca, fark edilebilir bir süreliğine ortadan kaybolursa annesi onu azarlayabilir ve hatta ertesi sabah bu durumu babasına bildirebilirdi. İşte o zaman başı belada demekti.

Fakat bütün bunlara rağmen Alexandra’nın kaderinde salona dönmek yoktu. Tam eve yönelecekken az ilerideki ahırların önünde uzanan ağaçlık yolda dört atın çektiği bir kupa arabası gözüne çarptı.

İşte o an, bir kâbusun başlangıcıydı.

Arkadan birinin ona yaklaştığını hissettiğinde sırtında duyduğu ürpertiden bir an sonra, bir el ağzını sıkıca kapamıştı. Alexandra bu eli ağzından ayırmaya ve saldırgana terlikli ayağıyla tekmeler atmaya çalışırken ruhunu bir anda büyük bir korku ele geçirmişti.

Fakat az sonra saldırgan onun ellerini yüzünden ayırdı ve sertçe arkasına doğru çekti. Pelerininin açılıp düşmesiyle birlikte sert rüzgâr mavi gece elbisesinin hassas ipek kumaşını aşındırmaya başladı. Alexandra başını sallamaya, öne doğru eğilmeye, bir şekilde kendisini kurtarmaya çalışıyordu. Fakat çabalarının hiçbir anlamı yoktu. Kapüşonu nasıl olduysa burnunun üzerine kadar indirilmişti ve hiçbir şeyi görmesine izin vermiyordu.

“Yakaladım seni!” dedi, arkasından yükselen, zevk içinde nefes nefese kalmış bir erkek sesi. “Artık çırpınmanın bir faydası yok, küçük hanım. Bu gece fazla uzağa gidemeyeceksin zaten. İçeride kalıp uslu uslu dans etmeliydin. Sen ne halt ediyorsun orada, Clem? Bileklerini bağlaya-madın mı hâlâ?”

“Vahşi bir kedi gibi çırpınıyor,” dedi başka bir ses. “İşte, oldu. Bu onu durdurur herhalde.”

“Ağzını da şu eşarpla bağla o zaman,” dedi ilk ses. “Bütün geceyi burada geçirecek değiliz. Ciyaklamaya başlar da yakalanırsak başımız büyük belaya girer. Sonunda ipin ucunda sallanırken buluruz kendimizi.”

“Kendi adına konuş!” dedi ikinci ses, öfke içinde. “Ben bu işi sadece bir arkadaşa iyilik olsun diye yapıyorum. Genç kızları kaçırmak pek huyum değildir yoksa.”

Alexandra bu sözleri duymuyordu bile. İkinci adam konuşurken bir yandan da ağzını bir eşarpla sıkıca bağlamış, sonra da eşarbın iki ucunu başının arkasında sıkı bir düğüm yapmıştı. Bu sırada kapüşonu da hâlâ burnunun üstüne sarktığından, kendini bir çuvalın içine hapsolmuş gibi hissediyordu Alexandra. Can havliyle bir kez daha etrafa tekmeler savurmaya ve ellerini bağdan kurtulmak için çırpınmaya başladı.

“Şunun bacaklarını tutsana, Clem, yoksa bu gidişle benimkiler mosmor olacak!”

Alexandra yerden paldır küldür kaldırıldı ve az evvel ağaçlı yolda gördüğü kupa arabası olduğunu tahmin ettiği bir şeyin içine gelişigüzel atıldı.

“Dostluğun da bir sınırı var,” diye söylendi birinci adam, arabanın kapısını içerinin karanlığında tek başına kalan Alexandra’nın üzerine sertçe kapatırken. “Bundan sonra da Eden böyle tehlikeli işlerini lütfedip kendisi görsün, lanet olasıca.”

Atlı araba sallana sallana yola koyulurken Alexandra üzerine atıldığı koltuğun son derece rahat olduğunu fark etti. Peki bu kimin arabasıydı? Onu kim kaçırmıştı, nereye götürüyorlardı? Planları neydi, fidye mi isteyeceklerdi? Zengin birinin kızı olduğunu mu zannediyorlardı? Yoksa onu öldürecekler miydi? Bileklerini kurtarmak için bir hamlede daha bulundu fakat nafile, mümkün değildi. Ağzına sıkı sıkı bağlanmış bezle burnuna kadar düşen kapüşonu ona büyük rahatsızlık veriyordu. Giderek daha sık ve kesik kesik soluyor, nefes almakta zorlanıyordu. Bu gidişle ölecekti. Daha onların eline düşmeden burada boğulup gidecekti.

Belki de ırzına geçmeyi planlıyorlardı. Tanrı aşkına, ölse daha iyiydi! Alexandra bileklerini kurtarmak için bir kez daha zorlarken kendini bir anda yerde, iki koltuğun arasına çaresizce kapaklanmış bir halde buldu.

Seyahat kısa sürmüştü. Atlı araba durdu, kapı sertçe açıldı ve kâbus yeniden başladı. Ah bir görebilseydi! Onu zapt edenleri görebilse, en azından insan olduklarını bilse bu kadar dehşete kapılmazdı belki.

“Tanrım, koltuktan düşmüş,” dedi birinci adamın sesi. “Bir yerine bir şey olduysa Eden söylemediğini bırakmaz şimdi.”

Alexandra’nın kurtulmak için bir kez daha tekmeler savurmaya başlamaktan başka şansı yoktu. Başı, açık kapıya doğru uzanmıştı. Adamlardan biri onu kollarından tutup dışarı çıkardı ve hemen diğer adamın omzuna yükledi. Bu adam da onu merdivenlerden çıkarıp aydınlık bir koridora getirdi. Alexandra’nın kapüşonunun kenarlarından tek görebildiği, siyah beyaz yer karolarından ibaretti.

“Evet, size odasını göstereyim,” diyordu, üçüncü bir ses. Sert ve kınayıcı bir tonda konuşuyordu. “Fakat bu durum hiç hoşuma gitmedi, efendim. Ekselansları daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı. Çuvala koymuşsunuz resmen. Bu işte büyük bir terslik var.”

“Sen yolu göster, Palmer,” dedi birinci adam, nefes nefese. “Kuş tüyü yastık taşımıyorum burada.”

Alexandra, adamın omzunda bitip tükenmez bir merdiven tırmanışının ardından bir anlığına ayaklarını yere basabilmişti ki bir el onu oldukça nazik bir şekilde arkaya doğru itti. Düştüğü yer inanılmaz derecede yumuşak bir yatağa benziyordu.

“İşte,” dedi, onu kaçıran adamlardan biri, arkasına geçmiş, bileklerindeki bağı bulmaya çalışırken. “Seni daha fazla böyle tutamam, değil mi? Fakat yine de seni bağlamam ve çeneni kapalı tutmam gerek. Yoksa yine ciyaklamaya başlar, bütün evi ayağa kaldırırsın. Seni serbest bırakırsam kaçmaya çalışır, bütün çabalarımı boşa çıkarırsın. Şu ellerini yatağın demirine bağlayalım bakalım. Kusura bakmazsın artık. Eden yakında gelir. Senle o ilgilenecek.” Alexandra’nın çılgınca çırpınışları şimdi biraz hafiflemişti. Çaresizliğini kabullenmek üzereydi. Bu adamdan kaçmayı başarsa bile özgürlüğüne kavuşabilmek için bir ev dolusu düşmanını alt etmesi gerekecekti. Elleri başının üzerine sıkıca bağlanmış olduğundan yalnızca hırıltılarla tepki verebiliyordu. Başını öfkeyle sallamasına rağmen gözlerini kapatan kapüşonu, ona saldıran kişiyi yada odayı görebileceği kadar açamıyordu.

Sonra, kapının kapanmasıyla birlikte bütün sesler kesildi ve karanlık odada yapayalnız kaldı. Serbest kalmak için çırpınmak artık tamamen anlamsızdı neredeyse. Hayal gücüyle baş başa kalmıştı. Karanlık ve sessiz odada, onu böyle tutsak eden asıl kişiyi bekliyordu. Yakında gelecekti. Yakında onun kim olduğunu öğrenecekti Alexandra.

* * *

Dominic Raine, nam-ı diğer Lord Eden, bahçeden balo salonuna döndüğünde, biraz ötede ikiz kardeşi Madeli-ne’in, iki koluna girmiş samimi arkadaşları Bayan Wickhill ve Leydi Pamela Paisley ile birlikte, Lord Crane’in söylediği bir şeye hep bir ağızdan kahkahalarla güldüğünü görünce şişirdiği yanaklarındaki nefesi bir anda boşalttı.

Kardeşini orada görmek ne büyük bir rahatlamaydı. Son bir saattir kendini yeterince aptal yerine koydurmuştu zaten. Alelacele çıkarımlarda bulunduğu için hak ettiğini bulmuştu. Fakat durum daha da beter olabilirdi – çok daha beter. Faber ve Jones’a Madeline’i Edmund’un evine kaçırtma planı gerçekleseydi başını beladan asla kurtaramazdı. Kız kardeşinin gazabından korkulurdu işte o zaman. Edmund’unkinden bahsetmeye gerek bile yoktu.

Ama şimdi her şey yolundaydı. O yarım akıllılar gelip kızı balo salonunun ortasından kaçırmaya çalışmadığı sürece elbette. Böyle bir şey yapsalar hiç şaşırmazdı Domi-nic. İş ne kadar zorlaşırsa tehlikeyi göze almaları o kadar muhtemel olurdu. Gerçi kendisi de pek farklı değildi doğrusu. İşin zorluğu onu da yolundan döndürmezdi. Onları bulup planın iptal olduğunu söylemesi gerekiyordu.

Gerçi önce Madeline’i uyarsa daha iyi olurdu. Hikâyeyi ona büyük bir şaka süsü vererek anlatmalıydı. Boyunbağı-nın düzgün olup olmadığını parmağıyla kontrol etti ve kız kardeşinin dahil olduğu gruba doğru yöneldi. Kardeşi onu görünce gülümsedi ve kendisini dikkatle dinleyen gruba anlattığı hikâyeyi bitirdi. Son sözleri coşkulu bir kahkahayla karşılanmıştı.

Gülümseyerek erkek kardeşine döndü, yeşil gözleri onunkilere bakarken dans ediyordu adeta. “Oyun salonuna gittiğini sandım, Dom,” dedi. “Yarın bir doktor çağırmayı düşünüyordum. Senin dans kaçırdığın görülmüş şey değil.”

Lord Eden başını eğerek grubu selamladı. “Biraz hava almaya çıkmıştım,” dedi. “Dışarısı aralık ayı gibi. Vals yapmak ister misin, Mad?”

Bir anlık dalgınlıkla bu eski takma ismi her kullanışında olduğu gibi, Bayan Wickhill bu sefer de kıkırdamıştı.

“İnanamıyorum,” dedi Madeline, Eden’ın koluna girerken. “Sonunda şehrin en yakışıklı erkeğiyle dans etme şerefine ereceğim demek? Bütün güzel kızları kaldırdın ve sıra bana geldi desene?”

“Sen de onlardan birisin, canım,” dedi Eden, yüzünde bir sırıtmayla onu gruptan uzaklaştırırken. “Bu saç modelini ne kadar beğendiğimi söylemiş miydim? İtiraf etmeliyim ki annem saçını kısacık kestirdiğini söylediğinde dehşete kapılmıştım fakat sana çok yakışmış, Mad. Kısa bukleler kocaman gözlerini ve çıkık elmacık kemiklerini iyice ortaya çıkarmış.”

“Keşke rengi daha canlı olsaydı; parlak bir sarı ya da koyu kumral, belki de canlı bir kızıl,” diye omuz silkti Ma-deline, elini ikiz kardeşinin omzuna koyup müziğin başlamasını beklerken. “Peki bu şerefi neye borçluyum, Dom? Hayalet görmüşe benziyorsun da.”

“Hayalet değil,” dedi Eden, ona boş gözlerle bakarak. “Sör Hedley Fairhaven’ı gördüm yalnızca.”

Madeline meraklı gözlerle ona baktı. “Eee?” dedi. “Bahçenin ücra bir köşesindeydi. Bir atlı arabanın önünde duruyordu.”

Madeline kaşlarını çattı ve orkestra vals çalmaya başlayınca adımlarını erkek kardeşinin adımlarına uydurmaya odaklandı. “Bir bilmece mi bu?” diye sordu. “Sözlerinin ne demeye geldiğini çözmem mi gerekiyor şimdi? Yeni bir araba mıydı? Bir tekerleği eksik miydi? Önüne hayran kalınası dört gri at mı koşulmuştu? Atların yelelerine pembe kurdeleler mi bağlanmıştı? Sör Hedley’in burnunda bir halka mı vardı yoksa?”

“Birlikte kaçacakları hanımı bekliyordu,” dedi Lord Eden, balo salonunun ucuna geldikleri için onu döndürürken.

“Sahi mi?” Madeline’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. “Emin misin, Dom? Müthiş bir skandal! Kimmiş? Söyle bana. Hanımın onurunu korumak için onu düelloya davet etmedin, değil mi? Şu hanım, senin flörtlerinden biri miydi yoksa?”

Eden’ın cevap olarak çıkardığı mırıltıları anlayamamıştı Madeline.

“Efendim?” dedi, ona daha da yaklaşarak.

“Sen olduğunu sanmıştım,” dedi Eden.

“Ne?” Madeline bir dönüşün tam ortasında duruverdi. “Sör Hedley Fairhaven’la kaçacağımı mı zannettin? Aklını mı kaçırdın sen? Şu an burada olmasaydık seni bir güzel pataklardım, Dominic Raine. İki gözünü de mosmor ederdim.”

“Sessiz ol, Mad!” dedi Eden, kızarıp bozarmış bir yüzle etrafını kollarken. “İnsanlar duyacak. Böyle utanç verici bir hataya düşmemde senin de payın var, biliyorsun. Geçtiğimiz ay boyunca Londra’nın her köşesinde Fairhaven’la görüşen ve daha geçen hafta bana açıkça eğer istersen onunla evlenebileceğini söyleyip ilişkilerine burnumu sokmamamı tembihleyen sen değildin sanki.”

“Beni hiç tanıyamamışsın,” dedi Madeline, yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle arkadaşlarının ve tanıdıklarının arasında cesurca süzülüp vals yaparken, “bu kadar aptalca bir şeyi yapabileceğimi, bu kadar… midesiz olduğumu nasıl düşünürsün? Söyle bana, Dom! Onca insanın içinden bula bula Sör Hedley’i mi buldun? Bir de onunla kaçacakmışım!”

“Daha önce de böyle bir vukuatın olduğunu kabul et, Mad,” dedi Lord Eden. “Öyle bir işe bir kez daha soyunmayacağını nereden bileyim?”

“Ah! O zaman daha on sekizimdeydim,” dedi Made-line öfkeyle, “ve bir üniformalıya âşık olmuştum. Bana o cahilce hareketimi hatırlatman büyük terbiyesizlik, Dom. Sanki geçen dört yıl aklımı başıma getirmemiş, beni hiç olgunlaştırmamış gibi. Söylesene, bu gece Sör Hedley’le kaçacağımı da nereden çıkardın?”

“Kulak misafiri oldum,” dedi Eden. “Bir çardakta Bayan Pope ile birlikte oturuyorduk ve perdenin hemen arkasında da o vardı. Sanırım orada olduğumuzu fark etmedi, çünkü biz. eh, sessiz sedasız oturuyorduk işte.” “Bayan Pope ile sessiz sedasız otururken neler yaptığınızı düşünmek bile istemiyorum,” dedi Madeline, zehir gibi bir sesle. “Peki o kiminle konuşuyordu, neler söyledi?”

“Diğer adam kimdi, bilmiyorum,” dedi Lord Eden. “Fakat Fairhaven gece yarısı bir hanımla birlikte kaçmayı planlıyordu ve diğer adama ertesi gün haberler duyulunca neler yapması gerektiğini anlatıyordu.”

“Ve sen de onunla kaçacak hanımın ben olduğumu zannettin,” dedi Madeline.

“Korkarım ki öyle,” diye itiraf etti Eden, yüzünde barışçıl bir gülümsemeyle.

“Bana bunları ne diye anlatıyorsun, Dom?” diye kuşku içinde sordu Madeline. “Aptallığına bir güzel güleyim diye değil herhalde.”

“Hayır.” Eden özür diler gibi gülümsedi. “O an Fairha-ven’ın işini görüp onu güzelce yumruklayabilmek için tamamen ona odaklanmak istedim sadece. Öncelikle Faber ve Jones’a seni gizlice Edmund’un evine götürmelerini söyledim, böylece güvende olduğunu bilecektim. Fairha-ven’le yaptığım konuşmadan sonra onları bahçede bulamadım. Seni orada bulamayınca çekip gitmişlerdir. Yine de seni uyarmam gerektiğini düşündüm.”

“O ikisini beni… beni kaçırmakla mı görevlendirdin!” Madeline’in sesi neredeyse ciyaklamaya dönüşmüştü. “Ellerimi ayaklarımı bağlayıp ağzımı kapatacaklar, başıma bir çuval geçireceklerdi demek?”

İkiz kardeşi rahatsız görünüyordu. “O kadarına gerek duyulmazdı sanıyorum,” dedi. “Fakat güle oynaya gitmeyeceğini ikimiz de biliyoruz, Mad. Özellikle de gönlün başka biriyle kaçmaktan yanayken. Bir saattir bu iş için koşturuyorum. Evet, onlara gerekirse seni zorla götürmelerini de söyledim.”

“Ah, Dom,” dedi Madeline, az ötede kendisini izleyen gözde hayranlarından birine baş döndürücü bir şekilde gülümserken, “ucuz kurtuldun, kardeşim. Arkadaşların kılıma dokunsalardı kafanı bir tepsiye koydurup kahvaltıda servis ettirirdim. Ve bahse girerim Edmund işin kanlı kısmını benim için memnuniyetle yapardı.”

“Pekâlâ, evet,” dedi Eden, “seni uyarmam gerektiğini düşündüm, Mad, o ikisine karşı tetikte ol diye. Sesimi çı-karmasam da olurdu aslında. Hatta işime gelirdi. Tahmin edersin ki bütün bunlar oldukça utanç verici.”

“Pamela da onu valse kaldırmaya geldiğini sanmıştı,” dedi Madeline. “Eminim ki bunu bekliyordu, Dom. Senin geldiğini her görüşünde olduğu gibi yine kıpkırmızı kesildi. Onu fark etmeni bekleyip duruyor. Sana cidden abayı yakmış. Önümüzdeki dansı onunla etmeye ne dersin?” “Cezam bu demek?” diye sordu Eden, bu kez sırıtması pişmanlık doluydu.

“Pamela benim arkadaşım,” dedi Madeline. “Onunla dans etmenin bir beyefendi için ceza olacağını asla kabul edemem. Sana deli divane oluyor, biliyorsun. Sen de az yakışıklı değilsin hani. Bütün genç kızların sana nasıl baktığının farkındayım. Üstelik bu sene çoğu da bizden fazlasıyla küçük yaştalar.”

“Yakında sana da sandıktan bir kız kurusu başlığı bulmamız gerekecek, desene. İhtiyarlığına pek az kaldı, Mad. Hayır, lütfen bana öyle bakma. Bir dahaki dans Leydi Pa-mela’nın. Bak, ne kadar pişmanım.”

Lord Eden beklentileri karşılayarak kız kardeşinin arkadaşıyla dans etti ve sıcak gülümsemesiyle katlanan çekiciliği sayesinde farkında olmadan onu kendisine daha da bağladı. Dans bittikten sonra artık hiçbir şey onu baloda tutamazdı. Bayan Pope’u öptüğü sırada Fairhaven’ı gördüğü için dikkati dağılmış, belki de bu yüzden kız onun için tam bir hayal kırıklığına dönüşmüştü. Ve Bayan Carstairs de birkaç gece önce Vauxhall Bahçeleri’nde üşüttüğü için bütün akşam ortalıkta görünmemişti. Eden son zamanlarda Bayan Carstairs’e âşık olduğundan, onun yokluğunda en şaşaalı sosyete toplantıları bile can sıkıcı bir hale geliyordu.

Ayrıca, Fairhaven işi yüzünden kendini hâlâ koca bir aptal gibi hissediyordu. İçinde cehennem ateşi gibi bir öfkeyle o kupa arabasına doğru giderken, adamı, şafak vakti sisli bir kırda tabancalı, şahitli bir düelloya davet etmeyi kafasına koymuştu. Fairhaven’ın kendisine meydan okumaması ise büyük bir şans olmuştu, belli ki onun kafasını meşgul eden başka meseleler vardı, bunların en başında da gölgelerin ardına gizlenmiş, sevgilisinin ziyaretçisinin bir an önce gitmesini bekleyen küçük hanım geliyordu.

Lord Eden kendini balodan dışarı atıp bu geceki rezaleti aklından çıkarabilmek için kafasını dağıtabileceği kulüplerden birine doğru yola koyuldu. Şansı varsa Faber ve Jones’la karşılaşır, onları bu geceki meselelerle ilgili çenelerini kapalı tutmaları için ikna ederdi.

Bayan Pope’un çirkin bir dedikodu çıkaracağını zannetmiyordu. Kız dir şey duymuş olsa bile, konuşmalarda Madeline’in adı geçmemişti. Çardakta otururlarken perdenin ardında gerçekleşen utanç verici konuşmanın farkında olduğu bile şüpheliydi. Eden bir yandan bu konuşmayı can kulağıyla dinlerken bir yandan kızı büyük bir şehvetle öpmüştü. Ve sonunda dudaklarını onunkilerden ayırdığında kızın aklı başından gitmiş gibi görünüyordu. Belki de bu yüzden hayal kırıklığına uğramıştı. Uygunsuz yerlerde dolaşmaya kalkan elini memnuniyetle mi yoksa bir şamarla mı karşılayacağı belli olmayan kızlarla öpüşmek çok daha iştah kabartıcıydı.

Madeline ve Fairhaven hakkında böyle bir çıkarımda bulunması gerçekten de tamamen onun hatası değildi. Madeline’in on sekizinci yaş gününden bir hafta sonra düşük maaşlı bir subayla kaçmaya çalıştığı doğruydu. Fair-haven’ın Gretna’ya doğru birlikte yolculuğa çıkacağı kişinin Madeline olduğunu sanmakta tamamen haksız mıydı? Daha bir hafta önce kız kardeşi canı isterse onunla evlenebileceğini söylemişti işte. Bu tam onun yapacağı cinsten bir şeydi, hem de sırf erkek kardeşine nispet olsun diye. Madeline ondan tam yarım saat önce doğmuş olmanın utancını bir türlü yenememişti. Yine de hakkaniyetli olmak lazım; kız olarak doğduğu için babasından kendisine herhangi bir unvan geçmemiş olması karşısında ufacık bir öfke belirtisi dahi göstermemişti.

Gerçekten de bu gece ucuz kurtulmuştu Eden! Şapkasıyla bastonunu Boodle’s’ın kapısındaki görevliye uzattı ve gecenin geri kalanının keyfini çıkarmaya hazırlandı.

hissedemeyecekti. Oradayken babasıyla arasındaki gerginliği daha fazla hissediyor, idari işlere el atmasına da izin verilmiyordu. Diğer yandan, dur durak bilmeyen saçma ve sıkıcı cemiyet hayatından ibaret olan Londra’da bulunmaktan da memnun değildi. Yüksek sosyetenin neredeyse bütün toplantılarında annesi ve kız kardeşine eşlik etmek görevi ona düşmüştü. Sessiz bir gece matinesi ya da bir akşamüstü müzikali babasının ilgisini fazlasıyla çekebilirdi fakat baloların, kalabalık mekânların ve tiyatroların, gerekli kişilere caka satmak için yarışan kadınlara daha çekici geldiği kesindi. Böylece Lord Beckworth’e kitapları ve vaaz metinleriyle birlikte evde kalmak düşüyordu.

Purnell düşüncelere dalmış, maviler içindeki ince uzun, genç dansçıyı seyrediyordu. Kızın yaşı diğer bekâr kızlardan biraz daha geçkindi sanki, yine de gençliğin bütün o tazelik ve ışıltısına sahipti. Purnell nereye gitse gözü kalabalığın arasından onu hemen seçiyordu fakat daha önce hiç tanıştırılmamışlardı. Leydi Madeline Raine. Balo salonundaki pek çok kızdan daha güzel değildi. Kısa kıvırcık buklelerinde yahut -Purnell daha önce hiç onun yakınında bulunamadığından- mavi mi yeşil mi kestiremediği gözlerinde hiçbir olağanüstülük yoktu. Fiziği düzgündü fakat onun da göz alıcı bir tarafının olduğu söylenemezdi.

Purnell her defasında bakışlarının neden ona kaydığını bir türlü anlayamıyordu. Kendi ailesindeki kadınlarda eksik olan bir ışıltı mı vardı acaba onda? Alex belki de Leydi Madeline Raine’den daha küçüktü ama hiçbir zaman onun kadar genç görünmemişti. Buna izin verilmemişti daha doğrusu.

Purnell omuzlarını silkti ve kalabalığın arasında annesiyle kız kardeşini aramaya koyuldu. Annesi, odanın karanlık bir köşesinde, şaperon olduğu su götürmez olan solgun bir yaratıkla konuşuyordu. Odanın karşı tarafına geçip onlara yaklaştı ve başıyla selam verdi.

“İyi akşamlar, hanımefendi,” dedi, solgun yaratığa; bununla birlikte kadının yanaklarına biraz renk, dudaklarına da aniden bir gülümseme gelmişti. “Alex’i gördün mü, anne? Kupa arabasının getirilmesi için haber gönderdim de.”

“Deirdre ve Caroline ile birlikte gitti, James,” diye cevap verdi Leydi Beckworth. “Alex’in kendileriyle gelmesi için yalvar yakar izin istediler. Baban bundan pek hoşlanmayacaktır herhalde. Fakat başına en kötü ne gelebilir ki? Deirdre babanın kardeşi sonuçta.”

Oğlu kaşlarını çattı. “Bence bu gibi meselelerde Alex’in kendi adına karar vermeye hakkı olmalı, anne,” dedi. “O yaşa geldi artık. Koluma girmek ister misin?”

Annesinin iyi geceler demek için döndüğü solgun şaperona başıyla bir kez daha selam verirken gözleri bir kez daha dans edenlerin arasında geziniyordu. Leydi Madeline Raine hâlâ ikiz kardeşi Lord Eden ile vals yapıyordu.

Amberley Kontu Edmund Raine evine dönmek üzere yol çıkmadan önce şafak yeni yeni sökmeye başlamıştı. Gecenin büyük bölümünü metresi Bayan Eunice Borden’la geçirmişti. Onunla vakit geçirmek günden güne daha fazla alışkanlığı haline gelmişti. Aralarındaki ilişkiyi rahatlatıcı buluyordu. Üzerini giyinip soğuk geceye adımını atmaya hazırlanırken, kendini bir kez daha ona evlenme teklif etmeyi düşünürken buldu.

Bu ilişkiyi neden bu denli tatmin edici bulduğunu dile getirmek güçtü. Üstüne bir de evlilik düşünmesi, açıklanması daha da güç bir durumdu. Eunice güzel bir kadın değildi. Çekici olduğu bile söylenemezdi aslında. Kısa boylu ve tıknazdı, yüz hatları sert, saçları kısa, koyu renkli ve kıvır kıvırdı. Hiç flörtöz değildi. Genellikle kırıcılığa varan bir dobralıkla konuşur fakat muhatabını gerçek hisleri hakkında hiçbir şüpheye düşürmezdi. Ev sahibeliğini yaptığı edebi toplantılar sayesinde haklı bir ün kazanmıştı. Salonu haftanın her günü büyük bir ilginin odağı oluyordu.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Eugenie Grandet

Editor

Kehribardaki Yusufçuk

Editor

Yüzbaşının Kızı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası