Taksim Meydanı, küresel direnişin simgelerinden biri olarak Atina’nın Syntagma, Kahire’nin Tahrir ve Sefalete dair istatistikler iç karartıcıdır. Türkiye, OECD’nin 34 üyesi arasında (Meksika’dan sonra) toplumsal eşitsizliğin en fazla olduğu ikinci ülkedir. Her altı kişiden biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve bu oran, tarım kesiminde çalışanlar arasında %40’a çıkıyor.
Ayrımcılık yüzünden kadınların ancak üçte birinden azı (OECD ortalamasının yarısı) bir işte çalışabiliyorken, yaklaşık 300-350 bin çocuk işçi olduğu tahmin ediliyor. Erdoğan’ın diğer dünyası, Türkiye burjuvazisinin, Boğaz kıyısındaki milyonlarca dolarlık konakların ve yatların dünyası; birkaç katlı yeraltı otoparkıyla, 1.000 dolarlık kadın çantalarından 10.000 dolarlık saatlere ve 100.000 dolarlık spor arabalara kadar her şeyin satıldığı 300 seçkin mağazasıyla tasarım kapitalizminin cam ve çelikten modern tapınağı İstinye Park’ın dünyası.
Erdoğan’ın AKP rejimi, İslam bayrağını sallayarak ve kürtaj, zina, içki ile ilgili yasaklar gibi simgesel muhafazakâr politikaları destekleyerek, Türkiye toplumunun en geri kesimleri arasında kendisine bir seçmen tabanı oluşturmuş durumda.
Ancak bu, dünyanın geri kalanında siyaset seçkinlerinin destekledikleri neoliberal programdan özünde farksız olan, katı bir programı sarıp sarmalayan yeşil renkli bir ambalaj kâğıdıdır. Erdoğan, ekonomiyi kuralsızlaştırarak, yabancı sermayeyi davet ederek ve art arda IMF kredileri alınmasını sağlayarak, görevde kaldığı dönemde Türkiye ekonomisinin büyüme hızını korumuştur.
Sıradan halk, bu refahın ancak çok küçük bir kısmından faydalanabilmiştir. Sendikaların darbe döneminin yasalarıyla boyunduruk altına alınması, çalışma hayatında kadınların rutin olarak ayrımcılığa maruz kalması, süreklilik arz eden yüksek işsizliğin genç nüfusun hayatını karartması ve şehirlerde konut fiyatlarının hızla yükselmesi yüzünden yıllar içinde büyük bir hoşnutsuzluk birikmiştir.
Sokaktaki radikaller, 76 milyonluk Türkiye’nin oldukça küçük bir azınlığıdır. Buna rağmen, milyonlarca emekçi arasında direnmenin mümkün olduğu duygusunu yeniden canlandırarak ve Erdoğan’ın tüm saldırgan söylemine karşın rejimi savunma konumuna gerileterek, Türkiye toplumu üzerinde muazzam bir etki yapmışlardır.
Türkiye, Taksim öncesinin rutinine geri dönmeyecektir. Artık yeni bir protesto çağı başlamıştır. Her popüler kitle hareketi, ileriye gitmek istiyorsa üç temel görevle yüz yüze gelmelidir. Bunlar üç kelimeyle özetlenebilir: birlik, demokrasi ve berraklık. Birlik, mümkün olan en geniş toplumsal güçlerin mücadele içine çekilmesiyle elde edilir.
Demokrasi, kitlelerin iradesini doğrudan ifade etmesini sağlayabilecek örgütlenme biçimlerinin yaratılmasını gerektirir. Hareketi yönlendirmek, desteğini azami düzeye çıkarmak ve onu radikal değişime doğru ileri taşımak için hem amaç hem de gidilecek yön konusunda berraklık gereklidir. Solcu bir iktisatçı ve gazeteci olan Paul Mason, Taksim Meydanı hareketi ile 1871 Paris Komünü’nü karşılaştırıyordu.
Komün 50 gün içinde mağlup olmuştu. Sebep tutku eksikliği değildi. Kadınlara siyasi haklar tanımamış ve devrimi şehrin dışına yaymak için ciddi bir girişimde bulunmamıştı. Versay hükümeti, köylü askerlerden oluşan bir orduyla devrimci Paris’i ezmeyi başarmıştı. Kazanmak için popüler bir kitle hareketi hareketsiz beklemeyi kaldıramaz.
Büyümeli, tabanını genişletmeli ve yeni kuvvetleri mücadeleye çekmelidir. Bunu yapması için de şehirdeki demokrasi mücadelesini, işçi, köylü ve yoksul halk kitlesinin toplumsal reform mücadelesiyle birleştirmelidir. 1917 Rusyası’nın Bolşevik Parti deneyimi, tarihin en iyi örneği olmaya devam ediyor.
“Barış, Ekmek ve Toprak” sloganı, devrimci hareketin amaçlarını berraklaştırarak, olası en geniş kitlenin devrimci öncünün önderliğinde birleşmesini sağlamıştı. “Tüm İktidar Sovyetlere”, büyük bir doğrudan demokrasi ağı olan işçi, asker ve köylü konseylerini, eski devlet aygıtına alternatif konuma getirmişti.
Ekim Devrimi, bu iki sloganın pratiğe geçirilmesiydi. Britanya’dan olayların seyrini izlerken Taksim Meydanı ilham verici gözüküyordu. Uykusundan silkinen halk kitleleri işte yeniden tarih sahnesine dönüyordu. İşte “çoğunluk” bir kez daha “azınlık” karşısında ayağa kalkıyordu. Eski katılıklar yine çözülüp akışkan ve hareketli hale geliyordu; katı olan her şey buharlaşıyordu. Burada tarih yapılıyordu.
Taksim Ayaklanması başlamadan önce Marksist Dünya Tarihi’nin Türkçeye çevrilmesine karar vermiştik. Sanırım zamanlaması manidar oldu. Bu kitabın, Türkiye’de giderek daha fazla sayıda insanın harekete geçmesine ufak da olsa bir katkısı olacağını umut ediyorum. Çünkü amacı budur.
Amacım tarihin önceden belirlenmiş sonuçları olmayan, açık uçlu bir süreç olduğunu; yaptıklarımızla onu tekrar tekrar şekillendirdiğimizi; keza olumsal bir süreç olduğunu, öyle ki bir karabasan gibi üstümüze çöken neoliberal düzenin büyük krizinin, bundan önceki kapitalist krizler gibi faşizmle ve savaşla sonlanmasının gerekmeyip aksine toplumsal dönüşümle sonuçlanabileceğini göstermekti. Kısacası, tarihten çıkarılacak en önemli ders, yaptıklarımızın önemli olduğudur.
Eğer önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda aramızdan yeterli sayıda insan beraber hareket ederse, finans kapitalin iktidarına son vermek, yoksullukla şiddeti dünya üzerinden silmek, polis iktidarının yerine demokrasiyi geçirmek ve gezegenimizi çevresel bir felaketten kurtarmak için ihtiyacımız olan devrimi gerçekleştirebiliriz. Eğer istersek geleceğimizi şekillendirmek bizim elimizdedir.