Roman (Yabancı)

Öksüzler Treni

Bazen içinizdeki çocuk geçmişinizde hapsolur ve siz o çocuğu kurtarmak için tüm umutlara sımsıkı sarılırsınız…

Binlerce çocuk düşünün, ya ailesini hiç tanımamış ya da ailesini kaybetmiş. Kimsesiz çocukları düşünün, gülen gözleriyle size bakan. Tek istedikleri sıcak bir yuvayken, tek umutları ise onları bilinmeyen geleceklerine taşıyan Öksüzler Treni’dir.

1929 yılı Amerika’sında Vivian Daly de o trende yolculuk eden çocuklardan sadece biridir. Küçük yaşta hayatın zorluklarıyla karşılaşan Vivian, bir şekilde kaderine yön vermek zorundadır. Bunu gerçekleştirme gücünü de ona nereden geldiğini hatırlatan aile yadigârı kolyesinde bulacaktır…

On yedi yaşındaki Molly Ayer, son şansını da tüketmek üzere olduğunun farkındadır. Ona bakmakla yükümlü olan aileyle arası iyice açılan Molly’nin tek şansı, kamu hizmeti adına doksan bir yaşındaki yaşlı bir kadının çatı katını temizlemeye bağlıdır. Molly bu işi gönülsüzce yapacak olsa da aslında o yaşlı kadınla ne kadar çok ortak yönleri olduğunu yaşayarak öğrenecek ve geçmişte hapsolan ruhlarını özgür bırakma yollarını onunla birlikte keşfedecektir.

Öksüzler Treni ikinci şansları, beklenmedik dostlukları ve bizi kim olduğumuzu keşfetmekten alıkoyan sırları barındıran muhteşem bir roman.

“Sürükleyici… Bir eve ait olma hissini arayan iki kadının yürek burkan hikâyesi.”
-Publishers Weekly-

***
Giriş

Hayaletlere inanırım. Onlar bizi arkalarında bırakanlar ve sık sık ziyaretimize gelenlerdir. Bu dünyada neler olup bittiğini kimse bilmez ya da umursamazken, onların etrafımda olduğunu, beni izleyip yaşadıklarıma şahitlik ettiklerini pek çok kez hissetmişimdir.
Ben doksan bir yaşındayım. Bir zamanlar hayatımda olan herkes, artık birer hayalet.
Bazen bu ruhlar bana insanlardan ya da Tanrı’dan daha gerçekmiş gibi geliyorlar. Tıpkı örtünün altında kabaran
ekmek hamuru gibi ağırlıklarıyla, yoğunluklarıyla ve sıcaklıklarıyla sessizliği dolduruyorlar. Büyükannemin şefkatli bakışları ve talk pudrasıyla pudralanmış teni… Ayık bir şekilde kahkahalar atan babam… Bir ezgi mırıldanan annem… Bu hayali dünya, karamsarlıktan, alkolden ve kederden arınmıştı. Onların hayaletleri, beni yaşarken hiç yapmadıkları kadar avutup koruyordu.
Bazen cennetin ne olduğunu düşünüyorum. Sanırım cennet, diğerlerinin hatıralarıyla hayatımızı sürdürdüğümüz bir yer olsa gerek.
Belki de ben şanslıyım. Dokuz yaşındayken bana anne ve babamın hayaletleri, yirmi üç yaşında ise gerçek aşkımın hayaleti verildi. Ve kız kardeşim, Maisie, o da omzumdaki bir melek. Ben dokuz yaşındayken, o on sekiz aylıktı. Yirmi yaşına bastığımda, on üç olmuştu. Şimdi ben doksan bir, o ise seksen dört yaşında ve hâlâ yanımda.
Belki yaşamanın yerini hiçbir şey tutmaz, ama bana bir seçenek verilmedi. Onların varlığıyla avunabilir ya da kendimi koyuverip, kaybettiklerimin yasını tutabilirdim.
Hayaletler bana yola devam etmemi fısıldadılar.

Spruce Harbor, Maine, 2011

Molly yatak odasının duvarından, salondaki üvey anne babasının kendisi hakkında konuştuklarını duyabiliyordu.
“Biz bunun için başvurmamıştık,” diyordu Dina. “Eğer bu kadar sorunlu olduğunu bilseydim asla kabul etmezdim.”
“Biliyorum, biliyorum,” dedi Ralph bitkin ve bunalmış bir ses tonuyla. Molly, bir evlat edinmek isteyenin Ralph olduğunu biliyordu. Ralph’in anlattığına göre uzun zaman önce kendisi de ‘sorunlu bir çocuk’ken, bir sosyal hizmetler görevlisi onu Big Brother programına yazdırmıştı. Ve gönüllü ağabeyinin -kendi deyimiyle ustasının- onu her zaman doğru yolda tutacağını hissetmişti. Ancak Dina, daha en başından beri Molly’ye şüpheyle bakıyordu. Daha önce evlat edindikleri bir çocuğun, ilkokulunu ateşe vermeye çalışmış olmasının da Molly’ye bir yardımı dokunmamıştı.
“İşyerinde yeterince stres yaşıyorum,” dedi Dina sesini yükselterek. “Bir de eve gelip bu saçmalıklarla uğraşmaya ihtiyacım yok.”
Dina, Spruce Harbor Polis Merkezi’ne gelen telefonlara bakmakla görevliydi. Molly’nin görebildiği kadarıyla bu -birkaç sarhoş sürücü, bazen morarmış bir göz, ufak çaplı hırsızlıklar ve kazalar- o kadar da stresli bir iş değildi. Eğer dünyanın herhangi bir yerinde telefonlara bakacaksanız, Spruce Harbor bu iş için en stressiz yer olsa gerekti. Fakat Dina doğuştan gergin bir yapıya sahipti. En ufak şey onun canını sıkmaya yetiyordu. Sanki her şeyin yolunda gideceğini varsayıyor ve gitmediğinde şaşırıp küçük düşürüldüğünü hissediyordu.
Elbette bu çok sık oluyordu.
Molly ise tam tersiydi. On yedi yıllık hayatında ters giden öyle çok şey yaşamıştı ki aksinin olmasını beklemiyordu. Bir şey yolunda gidecek olsa, ne düşüneceğini bilemiyordu.
Jack ile de aynen böyle olmuştu. Molly bir önceki yıl onuncu sınıftayken Mount Desert Island Lisesi’ne nakil olduğunda, diğer çocukların çoğu ondan uzak durmak için çaba gösteriyorlarmış gibiydi. Hepsinin kendi arkadaşları, kendi grupları vardı ve Molly onların hiçbirine uyum sağlamıyordu. Kendisinin de bu durumu kolaylaştırdığı söylenemezdi. Tecrübelerinden öğrendiği kadarıyla sert ve tuhaf biri gibi görünmek, acınası ve savunmasız görünmekten çok daha iyiydi. Bu yüzden bir zırh gibi giydiği, gotik bir karaktere bürünürdü. Bu zırhı aşmaya çalışan tek kişi ise Jack olmuştu.
Ekim ayının ortalarıydı. Sosyal bilgiler dersindeydiler.
Sıra bir proje için takım oluşturmaya geldiğinde, Molly her zamanki gibi tek başına kalmıştı. Jack, Molly’ye kendisine ve partneri Jody’ye katılmasını teklif etmişti. Jody’nin bu durum karşısında çok da sevinmediği belliydi. Elli beş dakikalık ders boyunca, Molly tüyleri diken diken olmuş ve tetikte bekleyen bir kedi gibiydi. Neden Jack ona bu kadar iyi davranıyordu?
Ondan ne istiyordu? Yoksa o da tuhaf kızlarla alay etmekten zevk alan çocuklardan biri miydi? Jack’in amacı ne olursa olsun, Molly’nin ona yanaşmaya niyeti yoktu. Geri çekilerek kollarını göğsünde kavuşturdu. Sırtını kamburlaştırmış, koyu renk saçlarını gözlerinin önüne düşülmüştü. Jack’in sorularına omzunu silkip homurdanarak karşılık verse de projede üzerine düşen görevi yerine getirdi. “Şu kız amma tuhaf,” diye fısıldadığını duydu Jody’nin, zil çaldıktan sonra sınıftan çıktıkları sırada. “Beni korkutuyor.” Molly arkasına dönüp Jack ile göz göze geldiğinde, Jack’in kendisine gülümsediğini görerek şaşırdı.
“Bence harika biri,” dedi Jack, gözlerini Molly’den ayırmıyordu.
Bu okula geldiği günden beri Molly ilk kez kendini tutamadı ve Jack’in gülümsemesine gülümseyerek karşılık verdi.
Sonraki birkaç ay boyunca Molly, Jack’in hikâyesi hakkında ufak tefek şeyler öğrendi. Jack’in babası Dominikli bir göçmendi ve Cherryfield’da yabanmersini toplayan annesiyle tanıştıktan sonra onu hamile bırakmış, sonra da Dominik’e geri dönüp ardına bile bakmaksızın yerli bir kızla birlikte yaşamaya başlamıştı. Hiç evlenmeyen annesiyse, denize nazır bir köşkte yaşayan zengin, yaşlı bir bayan için çalışıyordu.
İşin doğrusu, Jack’in de biraz asosyal olması gerekirdi, ama o öyle değildi. Onun bazı büyük meziyetleri vardı: Futbol sahasında sergilediği havalı hareketler, baş döndürücü bir gülümseme, kocaman, harika gözler ve muhteşem kirpikler. Ayrıca Jack kendini ciddiye almıyor olsa bile, Molly onun oldukça, hatta Jack’in bile tahmin edemeyeceği kadar zeki olduğunu söyleyebilirdi.
Jack’in futbol sahasındaki maharetleri Molly’nin umurunda değildi, fakat onun zekâsına saygı duyuyordu. Buna kocaman gözleri de dâhildi. Molly’nin tuhaflığı, onun raydan çıkmasına engel olan tek şeydi. Bürünmüş olduğu gotik karakter, basmakalıp davranışlar sergilemesi gerekliliğini ortadan kaldırıyordu. Böylece Molly pek çok yönden garip davranabilme özgürlüğü buluyordu. Koridorlarda, yemekhanede sürekli kitap okuyordu. Çoğunlukla da sorunlu karakterleri olan kitapları tercih ediyordu: Masumiyetin İntiharı, Çavdar Tarlasındaki Çocuklar, Sırça Fanus. Söylenişi hoşuna giden kelimeleri bir deftere not ediyordu: Cadaloz. Pısırık. Tılsım. Dalkavukluk…
Okula yeni gelmiş biri olarak karakterinin oluşturduğu mesafe, akranlarının gözlerinde gördüğü ürkeklik ve şüphe, Molly’nin hoşuna gidiyordu. Ancak her ne kadar kabul etmek istemese de son zamanlarda bu karakterin onu kısıtladığını hissetmeye başlamıştı. Her sabah aynı görünüşü elde etmek saatlerini alıyordu. Ve bir zamanlar anlamı olan bütün o ritüeller -simsiyah boyadığı saçlarının arasına mor ya da beyaz çizgiler atmak, gözlerini göz kalemiyle çevrelemek, ten renginden kat kat açık tonda fondöten sürmek, rahatsız edici kıyafetler giymek- artık onu sabırsızlandırıyordu. Kendini bir sabah uyanan ve artık kırmızı, lastik burnunu takmak istemeyen bir sirk palyaçosu gibi hissediyordu. Çoğu insan kendi karakterini korumak için bu kadar uğraşmak zorunda değildi.
Molly neden uğraşacaktı ki? Bir dahaki sefer gideceği yerde yeni ve devam ettirmesi daha kolay bir karaktere bürüneceğinin hayalini kuruyordu. Bunu yapıyordu çünkü daima gideceği yeni bir yer olurdu; yeni bir üvey aile, yeni bir okul. Acaba gelecek sefere dağınık biri mi olmalıydı? Yoksa bir seks bombası mı? Bunun pek yakında olma ihtimali her geçen dakika artıyordu.
Bir süredir Molly’den kurtulmak isteyen Dina’nın artık geçerli bir mazereti vardı. Ralph, Molly’nin davranışları için itibarını riske atmış, o azılı saç ve makyajın altında tatlı bir kızın saklandığına dair Dina’yı ikna etmek için elinden geleni yapmıştı.
Ancak Ralph’in tüm itibarı ve çabaları heba olmuştu.
Molly ellerinin ve dizlerinin üzerine çökerek yatak örtüsünün eteğini kaldırdı. Ralph’in onun için Ellsworth’taki L.L. Bean mağazasından aldığı parlak renkli iki spor çantayı çekip çıkardı. Kırmızı çantanın üzerinde ‘Braden’, turuncu ve üzerinde Hawaii çiçekleri olanın üzerindeyse ‘Ashley’ yazıyordu.
Molly onlardan neden hoşlanmadığını bilmiyordu.
Renkleri mi, tarzları mı yoksa sırf beyaz iplikle yazılmış aptal yazıları yüzünden mi? Şifonyerinin üst çekmecesini açtığı sırada, yatak örtüsünün altından Daddy Yankee’nin ‘Impacto’ adlı şarkısının tiz melodisi yükselmeye başladı. “Böylece benim aradığımı anlar ve o kahrolası telefonu açarsın,” demişti Jack, telefonun zil sesini ayarlarken.
“Hola, mi amigo*” dedi Molly nihayet telefonu bularak.
“Hey, ne haber, chica**?”
*İsp. Merhaba dostum.
**İsp. Genç Kız
“Ah, bilirsin işte. Dina şu an pek mutlu sayılmaz.”
“Öyle mi?”
“Evet. Bayağı kötü.”
“Ne kadar kötü?”
“Şey, sanırım buradan gidiyorum.” Molly boğazının düğümlendiğini hissetti. Daha önce bu gibi olayları pek çok kez yaşadığı düşünülürse, şimdi hissettikleri onu şaşırtmıştı.
“Yo,” dedi Jack. “Sanmam.”
“Evet,” dedi Molly, çıkardığı bir tomar çorap ve iç çamaşırını Braden yazılı çantaya doldururken. “Bunu konuştuklarını duyabiliyorum.”
“Ama kamu hizmeti cezanı doldurman gerekiyor.”
“Öyle bir şey olmayacak.” Molly şifonyerin üzerinde karmakarışık bir halde duran uğurlu kolyesini eline aldı. Altın zincirinin düğümünü çözmek için parmaklarının arasında ovaladı. “Dina kimsenin beni almayacağını söylüyor. Ben güvenilir biri değilim,” diyerek düğümü çözülen kolyeyi açtı.
“Sorun değil. Duyduğuma göre ıslahevi o kadar da kötü bir yer değilmiş. Zaten sadece birkaç ay kalacağım.”
“Ama… sen o kitabı çalmadın ki.”
Molly telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırarak kolyeyi zar zor boynuna taktı. Ardından şifonyerin üzerindeki aynada kendine baktı. Gözlerinin altına bulaşan siyah makyajı yüzünden futbolculara benzemişti.
“Değil mi, Molly?”
Mesele şu ki Molly o kitabı çalmıştı. Ya da çalmaya çalışmıştı.
Bu, en sevdiği roman olan Jane Eyre idi ve ona sahip olmak, elinde bulundurmak istemişti. Bar Harbor’daki Sherman’s Kitabevi’nin stoklarında bu kitap yoktu ve Molly, kitabevine onu sipariş ettiremeyecek kadar utangaçtı. Dina, kitabı internet üzerinden alması için ona bir kredi kartı numarası da vermezdi. Hayatında hiçbir şeyi bu kadar çok istememişti.
Pekâlâ… bir süredir istememişti demek daha doğruydu.
Bir süre sonra kütüphanede, romanların bulunduğu kitaplığın önünde diz çökmüştü. Önündeki raftaysa ikisi karton kapaklı, biri ciltli olmak üzere, en sevdiği romanın üç kopyası duruyordu.
Ciltli kitabı daha önce iki kez almış, danışma masasına gidip kütüphane kartını göstererek eve götürmüştü. Üç kitabı da raftan indirerek elinde tarttı. Sonra ciltli olanı tekrar rafa, Da Vinci Şifresi’nin yanına yerleştirdi. Ciltsiz iki kitaptan daha yeni olanı da yerine bıraktı.
Molly’nin pantolonunun beline sokuşturduğu kitap oldukça eskiydi. Sararmış sayfalarının uçları kıvrılmış, bazı paragrafların altları kalemle çizilmişti. Ucuz yapışkanlı karton cildi, sayfalarından ayrılmaya başlamıştı. Bu kitabı kütüphanenin yıllık açık arttırmasına çıkaracak olsalar, en fazla on sente alıcı bulurdu. Molly, kimsenin onun yokluğunu fark etmeyeceğini düşündü. Diğer iki kitap çok daha yeni ve kullanışlıydı. Fakat kütüphane, hırsızlıkları önlemek için kısa bir süre önce tüm kitaplara manyetik şeritler yerleştirmişti. Yaşını başını almış ve kendilerini tutkuyla Spruce Harbor Kütüphanesi’ne adamış olan dört bayan, bundan birkaç ay önce haftalarca uğraşmış ve on bin adet kitabın her birinin kapağının içine bu manyetik şeritlerden takmıştı. Böylece Molly kapıdaki detektörden habersizce kütüphaneden ayrıldığı sırada tiz bir alarm sesi yükselmiş, kütüphane şefi Susan LeBlanc bir posta güvercini gibi hışımla Molly’nin yanında bitivermişti.
Molly hemen itiraf etmişti. Daha doğrusu, kütüphane üyeliğini kullanarak kitabı adına yazdırmak istediğini söylemişti.
Fakat Susan LeBlanc buna inanmamıştı. “Tanrı aşkına, bana bir de yalan söyleme,” demişti. “Seni izliyordum. Zaten bir şeyler çevirdiğini düşünmüştüm.” Ne yazık ki bu düşüncesinde de haklı çıkmıştı. Hiç değilse bu seferlik yanılmış olmayı isterdi.
“Ah, kahretsin. Gerçekten mi?” diyerek bir iç çekti Jack.
Molly aynaya bakarak parmağını boynundaki kolyenin ucunda gezdirdi. Artık bu kolyeyi pek fazla takmıyordu. Ama bir şeyler döndüğü ve yeniden yuvadan uçacağını bildiği zamanlar, onu boynuna geçiriveriyordu. Bu zinciri Ellsworth’teki Marden’s adında bir ucuzluk mağazasından almış ve ucuna, ona uğur getirdiğine inandığı üç şeyi takmıştı. Babasının ona sekizinci yaş gününde verdiği mavi-yeşil bir balık, kurşun bir kuzgun ve minik, kahverengi bir ayıcık kolyesini tamamlıyordu.
Hediyeyi verdikten birkaç hafta sonra, gece buzla kaplı yolda hız yapan babası, arabasının ters dönmesi sonucu ölmüştü. Sonrasında da daha yirmi üç yaşında olan annesi büyük bir depresyona girmiş ve bir daha asla iyileşmemişti.
Molly bir sonraki yaş gününde artık yeni ailesiyle yaşıyordu ve annesi hapse girmişti. Boynundaki bu üç uğur, eski hayatından ona kalan yegâne şeydi.
Jack iyi bir çocuktu. Ancak Molly bunu bekliyordu. Er ya da geç diğer herkes gibi -sosyal hizmet çalışanları, öğretmenler, üvey aileler- Jack de usanacak, ihanete uğramış hissedecek, Molly için kendini yorduğuna değmeyeceğini fark edecekti.
Molly her ne kadar ondan hoşlanmak istese ve Jack’i buna inandırma konusunda iyi olsa da, kendini asla tamamen bırakmıyordu. Bu kesinlikle numara yaptığı anlamına gelmiyordu, fakat bir parçası daima kendini tutuyor, geri çekiyordu.
Göğüs boşluğunun kocaman, kilitli bir kutu olduğunu düşünerek duygularını kontrol edebileceğini öğrenmişti. Kontrol edemediği tüm duygularını, üzüntülerini ve pişmanlıklarını bu kutuya dolduruyor ve kapağını sıkıca kapatıyordu.
Ralph de Molly’nin içindeki iyiliği görmeye çalışmıştı. Zaten Ralph ortada bir iyilik yokken bile onu görmeye çalışırdı.
Fakat Molly, Ralph’in kendisine olan inancına minnettar olsa da, ona tam olarak güvenmiyordu. Onun yerine şüphelerini saklamaya çalışma gereği duymayan Dina’yı tercih ederdi.
İnsanların kendilerinden bekleneni yapmayarak hayal kırıklığına uğratmasındansa, kartlarını açık oynamaları çok daha iyiydi.
“Jane Eyre mi?” diye sordu Jack.
“Ne fark eder ki?”
“Ben senin için satın alırdım.”
“Peki, her neyse.” Molly başını böyle bir belaya sokmuş ve muhtemelen başka bir yere gönderilecek olsa bile, Jack’ten o kitabı satın almasını asla istemeyeceğini biliyordu. Koruyucu aile sisteminin en nefret ettiği tarafı, neredeyse tanımadığınız insanlara bel bağlamanız ve onların kaprisleri karşısındaki savunmasızlığınızdı.
Molly kimseden bir şey beklememeyi öğrenmişti.
Doğum günleri sık sık unutulurdu ve Molly tatillerde sonradan akla gelirdi. Elde ettikleriyle yetinmek zorundaydı, istediği şeyleri ise nadiren elde ederdi.
“Amma inatçı şeysin!” dedi Jack, sanki düşüncelerini okumuş gibi. “Başını soktuğun şu belaya bak.”
Molly’nin kapısı sertçe çalındı. Telefonu göğsüne bastırarak kapı kulpunun dönüşünü izledi. Bu da başka bir sorundu; kapı kilidi, mahremiyet diye bir şey yoktu.
Dina başını içeri uzattı. Pembe rujlu dudakları ince birer çizgiden ibaretti. “Konuşmamız gerek.”
“Tamam. Telefonu kapatmama izin ver.”
“Kimle konuşuyorsun?”
Molly tereddüt etti. Bunu cevaplamak zorunda mıydı? Ah, lanet olsun. “Jack.”
Dina kaşlarını çattı. “Acele et. Bütün gece seni bekleyemeyiz.”
“Hemen geliyorum.” Molly ifadesiz gözlerle Dina’ya bakarak, Dina’nın başı kapının ardında kaybolana dek bekledi.
Ardından telefonu tekrar kulağına götürdü. “Kurşuna dizilme vakti geldi.”
“Hayır, hayır, dinle,” dedi Jack. “Bir fikrim var. Biraz… çılgınca bir fikir.”
“Ne,” dedi Molly asık bir suratla. “Kapatmak zorundayım.”
“Annemle konuştum…”
“Jack, sen ciddi misin? Annene mi anlattın? Zaten benden nefret ediyor.”
“Hey, hey, bir dinle. Öncelikle annem senden nefret falan etmiyor. İkincisi, yanında çalıştığı bayanla konuştu ve kamu hizmeti cezam orada doldurabilirsin gibi görünüyor.”
“Ne?”
“Evet.”
“Ama… nasıl?”
“Pekâlâ, annemin dünyanın en kötü temizlikçisi olduğunu biliyorsun.”
Molly, Jack’in bunu söyleyiş tarzını seviyordu. Gayet sakin bir şekilde, hiç yargılamaksızın, annesinin bir beceriksiz olduğunu söylüyor gibiydi.
“Kadın tavan arasının boşaltılıp temizlenmesini istiyormuş.
Bir yığın eski evrak, kutular ve bütün o ıvır zıvırlar, annemin en büyük kâbusu. Ben de bu işi senin yapabileceğini düşündüm.
Bahse varım, elli saatini orada kolayca doldurabilirsin.”
“Dur bir dakika – benden yaşlı bir kadının tavan arasını temizlememi mi istiyorsun?”
“Evet. Tam sana göre bir iş. Sen de öyle düşünmüyor musun? Haydi ama, ne kadar takıntılı biri olduğunu biliyorum. Her şeyin raflarda dizilidir. Bütün kâğıtların dosyadadır. Ya kitapların? Hepsi alfabetik sırada değiller mi?”
“Bunu fark etmiş miydin?”
“Seni tahmin ettiğinden de iyi tanıyorum.”
Ne kadar garip olursa olsun, Molly her şeyi bir düzene sokmayı sevdiğini kabul etmek zorundaydı. Doğrusu tam bir düzen budalasıydı. Sürekli yer değiştirip durduğundan, az sayıdaki eşyasına göz kulak olmayı öğrenmişti. Ama bu fikirden pek emin değildi. Günlerce küf kokulu bir tavan arasına hapsolup, kadının tekinin çöplerini ayıklayabilir miydi? Öte yandan diğer seçenekler göz önüne alındığında…
“Seninle tanışmak istiyor,” dedi Jack.
“Kim?”
“Vivian Daly. Şu yaşlı bayan. Evine gidip…”
“Görüşmek. Onunla görüşmem gerektiğini söylüyorsun.”
“Sadece anlaşmanın bir parçası,” dedi Jack. “Var mısın?”
“Başka bir seçeneğim var mı?”
“Elbette. Mesela hapse girebilirsin.”
“Molly!” diye bağırdı Dina, kapıya vurarak. “Hemen buraya gel!”
“Tamam!” diye bağıran Molly, ardından yeniden Jack’le konuşmaya devam etti. “Pekâlâ.”
“Pekâlâ ne?”
“Yapacağım. Gidip onunla görüşeceğim.”
“Harika,” dedi Jack. “Ah, bu arada, belki bir etek falan giymek istersin, anlarsın işte. Ve birkaç küpeni çıkarabilirsin.”
“Peki ya hızmam?”
“Hızmanı seviyorum,” dedi Jack. “Ama…”
“Anladım.”
“Sadece bu görüşme için.”
“Sorun değil. Dinle… teşekkürler.”
“Bencilliğim için bana teşekkür etme,” dedi Jack. “Sadece biraz daha uzun süre etrafta olmanı istiyorum.”
Molly bir süre sonra odasının kapısını açıp Dina ve Ralph’in gergin, endişeli yüzleriyle karşılaşınca gülümsedi.
“Endişelenmenize gerek yok. Cezamı yerine getirmenin bir yolunu buldum.” Dina, Ralph’e bir bakış fırlattı. Yıllardır koruyucu ailelerin yüzlerini okuduğundan, Molly bu ifadeyi iyi tanıyordu. “Ama gitmemi isterseniz sizi anlarım. O zaman başka bir yol bulurum.”
“Gitmeni istemiyoruz,” dedi Ralph, tam da Dina’nın “Bunu konuşmamız gerekiyor,” dediği sırada. Birbirlerine dik dik baktılar.
“Her neyse,” dedi Molly. “Eğer yürümüyorsa, sorun değil.”
O an, Jack’ten de aldığı cesaretle, gerçekten bunu sorun etmiyordu. Eğer yürümüyorsa, yürümezdi. Molly, pek çok insanın hayatları boyunca korktuğu kalp kırıklıkları ve ihanetlerle karşılaşalı uzun zaman olmuştu. Babası ölmüştü. Annesi aklını kaçırmıştı. Oradan oraya sürüklenmiş, defalarca reddedilmişti. Ve hâlâ nefes alıyor, uyuyor, büyümeye devam ediyordu. Her sabah uyanıyor, giyiniyordu. Bu yüzden sorun olmayacağını söylediğinde, bununla yaşamaya devam edebileceğini bildiğini kastediyordu. Hem artık hayatında ilk defa onu düşünen biri vardı. Sahi Jack’in derdi neydi böyle?

Kitap için tıklayınız.

 

 

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Isaac Asimov – İmparatorluk Kurulurken

Editor

Sergi Baba Öyküsü ve Tolstoy Hakkında

Editor

Margaret Atwood – Antilop ve Flurya

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası