İşte o zaman, sevgili diye, hayat diye baktığınız her boşluğu, artık sadece sizin o yaralı benliğiniz doldurur. Nereye, hangi kalabalık şehre gitseniz, peşinizden o ıssız, o karanlık ormanınızı birlikte götürürsünüz. Nereye gitseniz, kendinizi orada kaybolmuş hissedersiniz. Yollarda kime rastlasanız, çıkartıp onun fotoğrafını gösterirsiniz. “Bu insanı tanıyor musunuz, buralardan geçti mi, onu gördünüz mü?” diye sorarsanız. Aslında kaybolan o değil, sizsiniz; aslında, o, diye sorduğunuz, kendinizdir…
İNSANIN BİR BAŞKASINA
MUHTAÇ OLDUĞU YERDEYİM
“Başkalarına muhtaç olmak, ayıp bir şeydir!”
Bu sözünü hiç unutamadım onun. Unutmam da… Kim tarafından ve ne zaman yaralandığını hiç bilmiyorum ama güzel ve çekici bir kadındı. Güzelliği, en çok kendisini umutsuzca özlemesinden kaynaklanıyordu. Güzelliği, yüzündeki yitik seslerden, can çekişen anılardan, yüreğindeki umutsuz kanayıştan geliyordu, en çok…
Kalbinde kirli bir kan birikmişti ve onu bir türlü dışarı atamıyordu. Birisi onu kendisinden kötü ayırmıştı. Kalbiyle arasında, mesafeler vardı. Sevgisiyle arasında, mesafeler… Kendisini ona hatırlatacak birisini arıyordu aslında. Ama karşısına kim çıksa o eski korkusu aklına geliyor, kalbindeki o kirli kan aklına geliyor, tam kendisini anlatacakken birden duvarlarını hiç olmadığı kadar kapatıyor; sonra yine kalbiyle kendisi arasındaki, o derin, o sonsuz, o ıssız boşluğa geri dönüyordu.
O boşluğa geri dönünce de herkesten nefret eden, sonsuz acımasız birine dönüyordu. O boşluğa geri dönünce, karşısına çıkan herkesi kendi güzelliğini doğrulayacak bir ayna gibi görüyordu. O aynaya büyülü güzelliğini ve çekiciliğini anlattırıyor, ona kendisinin ne denli vazgeçilmez ve unutulmaz biri olduğunu söylettiriyor, sonra en az kendisine duyduğu o derin öfkeye benzer bir öfkeyle aynayı hiç düşünmeden sonsuz bir kinle ayakları altında kırıyordu!
Karşılıksız acılarla tozlanıyordu kimsesiz kalbi. Dağılıp gitmemek için, bütün kapılarını kapatmıştı hayata. Duvarlarının gerisinde hem içindeki kötülüğü susturuyor, hem de dışarıdaki kötülüklerin içine girmesine engel oluyordu. Ama kötülüklerden saklanırken, iyi rastlantılara, aşklara, onu uzun yollara çıkartacak olan doğurgan acılara da kendisini kapatıyordu. Ve ne zamandır kalbine, ‘iyilik yağmurları’ yağdırmıyordu.
Adımı duymuş bir yerlerden. Sonra yazdıklarımı okumaya başlamış, bir yazımda da kendisini bulmuş. Günlerce, ısrarla, aradı durdu. Mektuplar yazdı, fakslar çekti… Mektubunun bir yerinde, “Durmadan dibe batıyorum, ne olur kurtarın beni, çürüyorum, çürümekten kurtarın beni!” diyordu. İçimdeki bir ses önce, “Uzak dur!” dedi. Sesindeki o kirli kanama, kalbimdeki çok eski bir korkuya gelip dokunmuştu. Ama ne kadar bekleyebilirdim ki? Ben kendimi biliyorum. Nerede kimsesiz bir aşk varsa, nerede çırpınan bir hayat varsa, kalkıp giderim. Öyle az şey yaşadım ki hayat adına, öyle az şey yaşadım ki kalbim adına, bir de baktım, telefonda, sesim onun sesinde kanıyor, sesim onun sesinde beni küçümsüyor, yargılıyor…
Karşılaştığımız anda, hayal kırıklığına uğradı. Gözlerinden anladım. Beni beklediği gibi bulmamıştı. Aslında onun hayal kırıklığı, ona, “Tamam, görüşelim,” dediğim anda başlamıştı. Benimle buluşmak için yola çıktığı anda… Çünkü yolda eski bir üşüme gibi hatırlamıştı kendisini. Bana gelirken, kendisini eski ve sonsuz bir yenilgi gibi hatırlamıştı. Her şeyi ama her şeyi ezberlemişti. Sevgiyi, aşkı, ayrılığı… Onu bu hale getiren insanın duyarsızlığını bile ezbere söylüyordu. Ve mümkün olduğu kadar etkileyici konuşuyordu. Bense, sadece ağzının kenarındaki o güzel çukura bakıyordum. O çukurda saklıydı sanki, özleyip de yaşayamadıkları. O çukurda gizliydi sanki, bütün masumiyeti…
“Hayat iğrenç,” diyordu, “İnsanlar acımasız… Dünya bize ne kadar uzak,” diyordu ama ben onu çoğu kez dinlemiyor, yanağının kenarındaki o çocuksu derinliğe bakıyordum. Ezbere de konuşsa, öyle güzel ve öyle önemli şeyler söylüyordu ki. Gözlerim sık sık o çocuksu derinliğinden yüzüne, yüzünden yayılan öksüz ışığa ve o savruk, yaban varlığına yöneliyordu.
Bir yerde tıkanıp kalmıştı sanki. Öylesine aynıydı ki insanlar, öylesine benzerdi ki karşılaşmalar, sonunda bir yerde kendisini anlatırken donup kalmıştı. Ayırt etmez olmuştu karşısına çıkanları. O en dipte, o en büyük yenilgisinde, o amansız korkusunda donup kalmıştı. İçinde, sonsuz gelgitler; içinde, dünyanın ilk zamanları; içinde, insanın en eski, en saçma, en tutarsız halleri varken, yaşadığı çağ, yüzüne, kalbine ve bütün özleyişlerine buzul bir dokunulmazlık hediye etmişti. Buzul bir kimsesizlik, buzul bir güvensizlik…
İçindekini yaşamaya kalktığında, hep kaybediyordu. Bu kaybediş bir süre sonra, çoğu zaman kendisinin bile inanmakta güçlük çektiği bir korkusuzluk kazandırmıştı ona. Hayatı umursamadığı, hiçbir beklentisi kalmadığı, kalbinin öldüğüne inandığı için en zor kararları hiç düşünmeden, anında veriyordu. Öylesine umutsuzdu ki öylesine çaresizdi ki hep kazanıyordu. Kazandıkları ona kalbinin biraz daha öldüğünü, duvarlarının biraz daha yükseldiğini hatırlatıyordu. Kazandıkça, kendisine, düşlerine, aşklarına olan mesafe biraz daha artıyor, kazandıkça ömrünü kaybediyordu. Ve bu açığın hiçbir zaman kapanmayacağını sanıyordu, bu büyük boşluğun… İşte bu yüzden geride kalmış, kendisinden daha çok, bu çağa uygun görünen halini küçümsüyordu.
Beni de küçümsedi. Beni de daha öncekilerden saydı. Öylesine yaralıydı ki, beni de o nefret ettiği buzul çağdan saydı. Beni gördü ve duvarlarının ardına saklandı hemen. Ve hemen güzelliğine büyülenmiş aynasını elime verdi. O yorgun güzelliğiyle ve o bitkin nefsiyle ezbere bildiği ne varsa kendisini anlattıktan sonra sustu ve yüzyıllık duvarlarının arkasından beni seyretmeye bağladı. Konuşmamı istiyordu benden, hata yapmamı. O umutsuz çekiciliğinden etkilenmemi bekliyordu. Herkes gibi olmamı, zaaflara düşmemi istiyordu. Duvarların ardındaki yaşamını benim eksik kişiliğimde bir kez daha doğrulayıp evine, odasına, yalnızlığının mağarasına dönmek istiyordu.
Bunu hissettiğim anda, çok eski bir keder kanamaya başladı içimde. Sevebileceğim bir insandı o, ama umutsuzluğunu, imkânsızlığını doğrulamak için gelmişti yanıma. Onu bu denli iyi anlayabildiğim için, son umudunu yıkmamı istiyordu benden. Onu sonsuza kadar sevebileceğimi bildiği için, son kapısını son kez benim kapatmamı istiyordu.
Bana neler yapacağını biliyordum, ama ona kapılmıştım bir kere. Çünkü içimdeki acıyı harekete geçirmişti. Bu acı, onu ve kendimi daha iyi hissetmeme yol açıyordu. Bu acı sayesinde kalbime, iyi rastlantılar, kimsesiz aşklar, başka insanların acıları, yoksulların, çaresizlerin çığlıkları doluyordu. Bu acıyla içime, insanlığın o umutsuz güzelliği doluyordu. Birkaç kez daha buluştuk. O, yine aynasını elime tutuşturup ona kendisini anlatmamı istedi. Ona kendisini anlatmaya başladığım anda, her zaman olduğu gibi aynayı kırıp gidecekti çünkü. Bu yüzden, her defasında aynasını ona geri veriyordum.
Ve o her defasında daha öncekilere ne yapmışsa bana da aynısını yapıyordu. “Aslında sen de parçalanmış birisin,” diyordu. “Sen gerçek değilsin, oynuyorsun,” diyordu. Hiç kırılmıyordum bu sözlerinden. Anlamak istiyordum, çünkü onu. Anlamak istemek, sevmek istemenin bir başka yoluydu. Onun da beni anlamasını istiyordum. İnsanlardan bahsediyordum ona. Yoksullardan, acı çekenlerden, sesi kısılmışlardan… O ise, “Hata yapan bedelini öder, herkes kendisinden sorumlu,” diyordu. Ardından, “Başkalarına muhtaç olmak ayıp bir şeydir,” diyordu. Bu sözlerine katılmıyordum elbette. Kıyasıya tartışıyorduk. Ona, kendisini duvarlarının arkasına kapattığını, bu yüzden hayatını dondurduğunu, kalbini insanlara, onları anlamaya, iyi rastlantılara, aşklara, kimsesizlerin çığlıklarına kapattığını söylüyordum. Ama ne söylerse söylesin, sevmiştim onu. Ölüm gibi, her şeyi bırakmak gibi, umutsuzluğum gibi, umutsuzluğumun ardındaki o delice yaşamak özlemim gibi, sevmiştim…
Anladım, böyle olmayacaktı. Tamam, o duvarlarının ardından çıkmak istemiyordu ama ben de eğer bir gün oradan çıkacaksa, ilk beni sevsin istiyordum. Oysa bu da sevgimin benciliğiydi. Ona duyduğum derin sevgiyi kendimi hiç düşünmeden, zamanın o zehir zıkkım akışına hiç aldırmadan, onun duvarları kırıp parçalaması için feda edebilirdim. Sonunda aşk adına, koşulsuz sevmek adına, hayatımda bana ait kalan her şeyimi ona adamaya karar verdim. Geriye dönebilirsem, hâlâ gücüm kalmışsa, Tanrı’dan onu anlamak ve bütün çıplaklığıyla, bütün savunmasızlığıyla onu anlatabilmek gücü istedim. Başka bir şey değil…
Ve tutup nefesimi, en derine battım. Küçük ihanetlere el sallayıp küçük hayatlara veda edip onun kendisinden bile gizlediği sırların en derinine daldım. Okuduğum okullara, eksik babalara, tarifelere, bana bu hayatta doğru olarak öğretilmiş her şeye, randevulara, küçük tesellilere, o avutucu, o kabullenmiş akşam saatlerine veda edip battım. O arkasını ısrarla görmek istemediğim sarılışlara ve koşullu sevgilere veda edip battım.
Bu kadarını beklemiyordu. O hep yarım itiraflara alışıktı. O hep bir başına boğulmaya alışıktı. En dipte gördüm, yalvarır gibi bakan gözlerini. “Bırak beni, benden hiç umut yok!” diyen gözlerini… Sonra dipte dolaştım bir süre, orada yıkık gençliğimi aradım. Orada boğulmuş öğretmenlerimi, orada yaşadığı her yerde izi kalacağını sanmış, o saf, o çocuk ömrümü aradım. Kimi umutsuzca ve çok sevmişsem artık yapamayacağım her şeyi, orada, o en dipte, onun gözlerinde öğrendim.
Boşluğuna benim gözlerim girmişti. Alışık değildi, boşluğunda ona koşulsuz bir sevgiyle bakan gözlere. “Seni görmek istiyorum,” dedi. Sesi, başkaydı bu sefer. İçindeki donmuş acı harekete geçmişti. Hayatı ve beni daha iyi…