Roman (Yerli)

Operasyon

operasyon-selman-kayabasiOPERASYON

Türkiye Cumhuriyeti Devleti bağımsız bir devlet olarak mı kuruldu, yoksa?

Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere, Türkiye’yi nasıl ve kimler aracılığıyla yönetiyordu?

Sultan Abdülhamid devrilirken kurulan National Bank of Turkey (Türk Milli Bankası) hangi amaçla kurulmuştu?

Bankanın genel müdürlüğüne, neden İngiltere’nin sömürge valiliğinde çalışan Sir Henry Babington Smith atandı?

Sultan Abdülhamid’i deviren kadro ile National Bank of Turkey’in nasıl bir ekonomik ilişkisi vardı?

1908 Meşrutiyetinden hemen sonra Mezopotamya petrollerinin tamamı, Turkish Petroleum Company üzerinden nasıl bu bankaya ve İngilizler’e bırakılmıştı?

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler, diğer sömürge eyaletlerinde olduğu gibi Türkiye için de aynı yönetim modelini mi kurdu?

“Karar Odası” adı verilen yapı nasıl oluşturuldu ve kimler bu yapının içinde yer aldı?

Cumhuriyet tarihimizdeki kritik kararlar, uygulanan siyaset, ekonomik projeler Karar Odasının kontrolünde miydi?

Milli yapının, Karar Odası’na sızdırdığı komutanlar, işadamları, akademisyenler, gazeteciler kimlerdi?

Suikastlar, terör örgütleri, çeteler, mafya ve siyaset dünyası… Karar Odası, bir ülkeyi nasıl yönetiyordu?

Mili yapı, Karar Odası’na ne zaman ve nasıl bir darbe vurdu? Milli yapıya uyanma emri ne zaman, kim tarafından verildi?

Teşkilat, Muhafız, Hanedan kitaplarının yayarı Selman Kayabaşı, bu kez ABD ve İngiltere’nin ortak yönettiği gizli yapıya düzenlenen operasyonu ve operasyonun kodlarını deşifre ediyor.

SELMAN KAYABAŞI

***

Ocak, 1993 Üsküdar, İstanbul

Sabah namazını kılmak için Aziz Mahmud Hüdayi Dergâhı’na gelen Muhsin Bey dün gece kendisine ulaştırılan mektubu düşünüyor, kıbleye bakmasına rağmen bir türlü Kabe’ye varamıyordu. Namazın sünnetini henüz ilk rekâtında üçüncü kez bozdu, önce sağ omzuna sonra sol omzuna selam verdi ve huzurdan ayrıldı.

“Bana namazımı eda edecek kadar olsun şuur ver Ya Rab!”

Olmuyordu. Muhsin Bey bir türlü toparlanamıyordu, dördüncü kez huzura varmayı dilese de başaramadı. O birkaç cümle, o bir nefeslik mektup yok muydu?

“Allah’ım sabır ver!..”

Belli ki gün gelmişti, güneş doğmak üzereydi. Cenaze namazından ayrılır gibi birden ellerini iki yana bıraktı, ceketinin cebinde sakladığı mektubu çıkardı. Bir kez daha titreyerek okudu:

“ASALA dosyasına başlıyoruz Muhsin. Büyükelçilerimizin bazılarını Ermeniler değil, Türk suikastçılar öldürdü. Bu tim hakkında Abdullah çok şey biliyor çünkü Fransa’da onları bizzat kendisi koruyordu. Abdullah’ı bul ve hemen tstanbul’a çağır. Biz hesaplaşmayı bu dosya üzerinden yürüteceğiz. Abdullah’a bu sim sen vereceksin, ondaki sırrı yine sen alacaksın!”

Mektup, gönderenin selam ve duasıyla tamamlanıyordu.

Kim bu adamlar, bizim büyükelçilerimizi neden öldürdüler? Abdullah… Abdullah’ın bu işle nasıl bir ilgisi olabilir?

Genç alperen son satırları okurken zihnindeki konuşmaları bastıran sesler duydu. Dergâhın içinde mi yoksa avlunun dışında mı bilmiyordu ama birbirini kovalayan birkaç kişinin ayak sesleriydi bu. Gecenin bir vakti, Üsküdar’ın en sakin köşesini uyandıran bu densizler kim olabilirdi? Birkaç adımla hemen pencereye yaklaştı, avluyu ve dergâhın etrafinı hızla taradı. Sahile doğru koşan bir adamı fark edince gözlerini Ahmediye yoluna çevirdi. Karanlığın içinde zar zor seçebildiği ikinci bir adam elindeki silahla dergâha yaklaşıyordu. Muhsin Bey kendini de korumaya alarak herife daha dikkatle baktı. Adam maskeliydi, iki elinde iki ayrı tabanca taşıyordu. Dergâhın dış kapısına ulaştığında birden durdu. Sırtını duvara dayadı. Avluyu kolaçan etmeye çalışacak, belki de içeriye sızacaktı.

Muhsin Bey hemen tedbirini aldı, belindeki revolvere uzandı. Pencerenin kenarından adamı izliyor, her adımını takip ediyordu: Adam birkaç kez kolladığı kapıdan girmek üzereyken Kuşkonmaz tarafında patlayan silah sesiyle irkildi, geri çekildi. Şimdi farkında değildi ama dergâha çıkan yokuşun başında, muhtemelen namaz için mescide gelen, yavaş yavaş yukarıya yürüyen yaşlı bir adam belirmişti. Muhsin Bey hem ihtiyarı hem de maskeli adamı izliyordu fakat mescidin arka tarafından duyulan ayak sesleri kulağına vurduğunda yerinde duramadı. Dizlerini kırıp yerde sürünerek diğer cephedeki pencereye ulaştı. Kafasını kaldırmak üzereydi ki üç dört metre ötede ikinci bir silah daha patladı.

“Hafazanallah!”

Muhsin Bey ayaklanmadan, avlunun ön tarafındaki maskeli adam duvarı dolanmış ve dergâhın arka tarafına varmıştı. Tabancasını nişan almak üzere pencereye dayadı genç alperen. Pervazın kenarından göz ucuyla dışarıya baktı: Avlunun hemen dışındaki taşlıkta kanlar içinde yerde yatan biri kıvranıyordu. Kabir taşlarının arasından seçebildiği kadarıyla adamın başında iki maskeli bir şeyler tartışıyordu. Belli ki herifin ya ölmesi ya da bir yere taşınması gerekiyordu. Her ne olacaksa vakitleri yoktu ve birazdan bulundukları sokakta kıskıvrak yakalanacaklardı. Herifi vurmuş olan pardösülü ve çizmeli adam birden yere eğildi, ölmemek için çırpınan kanlı bedeni omzuna yüklendi, dergâhın kapısına yöneldi.

Muhsin Bey bu kez çömelmeden ve koşar adım tekrar eski yerine geçti. Yavaş adımlarla ilerleyen ihtiyar, yokuşu tırmanmak üzereydi. Katil omzundaki cesedi avluya getirmişti. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin kabrinin bulunduğu yere kadar ilerledi, mezarlığın hemen girişindeki servi ağacının altına eğildi, cesedi yüzüstü yere serdi.

Genç alperen olacakları anlamıştı. Belindeki diğer tabancayı da eline aldı, Ahmediye tarafını, Kuşkonmaz’a inen yolu ve ihtiyarın çıktığı yokuşu dikkatle tarayıp planını yaptı. Arka taraftan dolanamazdı çünkü herifin biri muhtemelen avlunun çıkış kapısını tutuyordu. Önce onu yakalasa ihtiyara ulaşamadan avludaki diğer maskelinin hedefi olurdu. Ve hâlâ sokağa girecek aracın nereden geleceğini bilmiyordu.

Birden, daha fazla düşünmeden mihraba koştu. Cübbeyi giydi. Silahlarını cübbenin iki cebine koyup hızlı adımlarla kapıya vardı. Alacakaranlıkta, katilin tedirginliğinden de yararlanıp ona görünmeden ihtiyara ulaşabilirdi. Fakat..

Daha kapıdan çıkmadan dergâhın arka tarafında bir silah daha patladı. Hemen sonra avluda aynı ses duyuldu. İhtiyardan başka arka sokağı temizleyecek ikinci bir kişiyi hesap etmemişti oysa. Kapıya yaslandı, nefesini tuttu. Ahmediye tarafından gelen, farları kapalı bir aracı uzaktan seçebiliyordu. İhtiyar, elindeki tabancayı çevik bir hareketle beline soktu, vurduğu herifi kucaklayıp arabaya atladı. Aynı anda dergâhın arka tarafından ikinci bir araba, ihtiyarın bindiği aracın tersi istikamete yol aldı.

Kaçanlar, ikisi yanlarında, biri mezarlıkta yatan üç ceset bırakmışlardı. Muhsin Bey etrafı tekrar kolaçan edip dışarı fırladı. Mezarlığa girdi ve suikasta uğrayan adamın cesedini çevirip yüzüne baktı. Adam ölmemişti. Yabancı birine benziyordu. Genç alperen hemen omuzlayıp onu kaldırmak istedi fakat adam takatsiz eliyle Muhsin Bey’in elini tuttu. Bir şeyler mırıldanıyordu.

Muhsin Bey başını adamın dudaklarına yaklaştırdı.

“Muhsin… Muhsin…”

Adam beni tanıyor…

Bu nasıl bir işti ve bu adam kimdi?

“Kimsin?” diye fısıldadı Muhsin Bey… Tir tir titriyordu.

“Ekber… Ekber Rezvani…”

“Beni nereden tanıyorsun?”

Muhsin Bey daha fazla konuşamayan adamın yüzüne dikkatle baktı. Onu tanıyabilecek miydi? Hayır, çıkaramıyordu.

Adam derin bir nefes almak istedi, başaramadı. Belindeki silahı işaret ediyor, eliyle bir şeyler anlatıyordu. Muhsin Bey denileni yaptı, hemen tabancayı çıkardı. Kabzasını tutup şarjörü eline aldı. Adam şarjörü de boşaltmasını istiyordu sanki. Serçe parmağıyla başparmağını birleştirdi, diğer üçünü işaret eder gibi kımıldattı. Muhsin Bey üç mermi düşürdü şarjörden, dördüncü mermi avucunda kaldı. Üstüne Arap harfleriyle kazınan yazıyı okuyordu:

Kınık, KURMAY, Üsküdar Dergâhı

Kimdi bu adam? İstanbul’da, dahası bu dergâhta ne işi vardı?

“Kurmay kim? Sen misin?”

Muhsin Bey bu kez azarlar gibi soruyordu. Adam konuşmaya çalıştı ama nafile, dilini döndüremedi. Bu kez başparmağıyla işaret parmağını açık tuttu, diğer üç parmağını kapattı. Tabanca işareti yapıyordu.

“Peşindekiler kim Ekber?”

Adamın gözleri yavaş yavaş kapandı. Son bir ümitle yüzünü tokatladı Muhsin Bey.

“Ekber! Ekber!”

Artık faydası yoktu. Adam ölmüştü. Muhsin Bey avlunun etrafını göz ucuyla tararken biraz sonra dergâha doluşacak polisleri ve cemaati düşünüyordu. Cesedin başından kalkıp koşar adım avlunun dış kapısına ulaştı, Ekber’in yere yığıldığı noktaya vardı. Beklediği gibi, tam da düştüğü yerde kana bulanmış ikinci bir tabanca görünüyordu. Hiç vakit kaybetmeden silahı eline aldı, şarjörü boşalttı, mermilerin hepsini, sokağı aydınlatan lambanın altında tek tek inceledi. Nihayet üstüne bir şeyler yazılmış olanı buldu:

Ekber, ASKER, Nişantepe

Bu iş sıradan bir suikast değil!

Bu adam, her kimse, şifreli bir mesaj taşıyordu ve muhtemel ki sırrını ancak mesaj sahibinin bildiği özel bir ulaktı. O birkaç nefeslik vakitte, yaşadığı hengâmeyi bir kenara bırakıp zaman kaybetmeden planını uygulamaya koydu: Ekber’den kalan iki tabancayı beline soktu, koşar adım mezarlığa vardı. Cesedi omuzlayıp polislerin bulamayacağı bir köşeye saklayacaktı. Şadırvana, dernek binasına, avlunun etrafına baktı; göz attığı her yerin bir açığını buluyordu. Ve şimdi dergâha yaklaşan araç seslerini de duyuyordu. Daha fazla düşünmeden mescide yöneldi, merdiveni üç dört basamak birden adımlayıp hızla içeri girdi, doğruca minbere yöneldi. En azından namazın sonuna kadar en güvenli yer burasıydı Ekber’i minberin altına yatırdıktan sonra cübbeyi çıkardı ve üstüne kapattı.

Polisler neredeyse avluya varmak üzereydiler. Muhsin Bey mescide henüz girmemiş gibi yapacak, polisleri oyalayacaktı. Nitekim kendini dışarı attığında karşılaştığı ilk polise az evvel gördüklerini bir eksiğiyle resmediyordu. “Namus meselesi, anlaşılan…” dedi.

“Biri diğerini silahıyla kovalıyordu, ikisinin de aracı vardı. Biri arabasını ön tarafta bırakıp atladı, yaya olarak kaçmaya çalıştı. Katil de arka sokakta herifi kıstırdı, arabasından inip şurada, sokak lambasının birkaç metre ötesinde herifi vurdu. Günahkâr yaralıydı, düştü fakat zor bela ayaklanıp avluya daldı. Arkasındaki silahlı, bir kez de içeride ateş etti. Herif işte şuraya yığılır gibi oldu, yine kalkıp arabasına bindi, uzaklaştı. Katil de peşinden kendi arabasıyla onu kovaladı.”

Muhsin Bey eliyle avlunun giriş kapısını gösteriyordu:

“Şurada, merdivenin başladığı noktaya herifin kanı bulaşmış olmalı. Bir de dışarıda, ilk düştüğü noktada…”

Polis elindeki feneri kaldırıp sesi tanıdık gelen bu adamın yüzüne tuttu. Heyecanlandı.

“Muhsin abi…”

Diğer memurlar da yiizü aydınlanan adamı tanır tanımaz etrafına toplandılar. Selam faslından sonra hürmetle dinlemeye durdular.

Bu sırada avluya takım elbiseli, orta boylu iki adam girdi. Fener bu kez iki yabancının yüzüne çevrildi. Adamlardan yaşça büyük olanı önde, diğeri ise hemen arkasındaydı. Yüzlerine vuran ışıktan rahatsız olmuşlardı. Polisler ikiliyi tanır tanımaz nefeslerini tuttular ve aynı hürmeti onlara da sunmak üzere merdivenin kenarında tek sıra oldular. Gelenler, cumhurbaşkanının kardeşleri Korkut ve Bozkurt Beylerdi.

“Selamünaleyküm efendiler!”

“Aleykümselam abi!”

Korkut Beyin selamını memurlardan evvel Muhsin Bey aldı. Birkaç basamak aşağı inip ikiliyi karşıladı.

“Hayırdır Muhsin, bir sıkıntı mı var?”

“Kendini bilmez iki adam az önce vuruştular. Memurlar onu incelemeye geldi abi.“

“Bayağı bir iş midir? Yoksa…”

“Namus meselesi. Biri diğerinin yârine, öbürü de onun canına göz dikmiş.”

Korkut Bey genç alperenle kucaklaştıktan ve hâl hatır sorduktan sonra polisleri selamladı. Canı sıkılmışa benziyordu. Daha fazla konuşmadı, beklemeden mescide girdi. Kardeşi Bozkurt da Muhsin Bey’le kucaklaşmış ve onu kolundan tutup birlikte mescide doğru yürümeye koyulmuştu.

“Hayrola Muhsin, seni de mi davet ettiler?” diye sordu.

“Hayır abi, ben namaz için geldim. Sizin bir toplantınız varsa…”

“Yok, canım. Neyin toplantısı olacak, Allah’ın aşkına. Kurmay arada sırada çağırıyor, kırk yılda bir namaz için buluşuyoruz işte.”

Kurmay mı?

Muhsin Bey şüphelenmişti ama hissettirmedi. Onun bildiklerini Bozkurt Özal bilse kendisine hak verirdi elbet. Tabii Bozkurt Bey de onun burada bulunmasını sorgulamakta haklıydı çünkü genç alperenin bilmediği bir sırra vâkıftı.

Kurmay? Kurmay kimdi? Ekber Rezvani ile ilişkisi neydi? Korkut ve Bozkurt kardeşleri neden toplantıya davet etmişti?

Dizlerini kırıp oturduğu sırada bunları düşünüyordu Muhsin Bey. Kurmay’ın kim olduğunu öğrenmeli ve namaz bitip de toplantı başlamadan onunla görüşmeliydi. Dizlerinin üzerine indirdiği elleri titriyordu, heyecanım bastırmakta zorlanıyordu. Kurmay’ı Bozkurt Bey’e soramayacağına göre… Birden kafasını kaldırıp birkaç saf önünde, mihraba yakın oturan iki kardeşe baktı: Korkut Özal başını göğsüne eğmiş, elinde tespihiyle zikir hâlindeydi. Bozkurt Özal da boynunu bükmüştü, huşu içinde bekliyordu. Bu iki adam hangi sırra sahiplerse değil ona, birbirlerine bile açmayacak kadar kapalı duruyorlardı. “Sır, bazen bir cümledir, bazen bir kelime, bazen tek bir hece…” demişti ya Hakan Gardiyan, o sözü hatırlıyordu şimdi:

“Cümleye sığmayan sır kelimeye yüklenir Muhsin, kelimeye sığmayan sır ise heceye… Hecenin de taşıyamayacağı kadar derinse ya bir bakışta ya bir duruşta saklanır.”

İşte o hâl: Sanki bir duruşta saklanmıştı sır. Kime söyletmek istese, kimden dilense açığa çıkmayacak, çıkarılamayacak kadar derindeydi. Gamlı bir iç çekti Muhsin Bey. Mescide başka kimlerin geleceğini düşünürken kapının sesiyle irkildi, başını sol omzundan geri çevirip gelenlere baktı.

Bu nasıl bir toplantı Ya Rab!

Kapıdan giren, yanında Gümülcineli Doktor Sadık Ahmet olduğu hâlde Alparslan Türkeş’ti. Türkeş Muhsin Bey’le göz göze geldikleri anda başını hafifçe eğerek selam verdi, elini kalbine götürdü ve ayaklanmak üzere olan genç alperene kalkmamasını işaret etti. Sadık Ahmet de aynı vezinle baş eğdi, selam sundu ve Türkeş’in hemen yanında. Korkut Bey’le aynı safta diz kırdı. Onlar henüz oturmadan kapıdan bu kez daha kalabalık bir grup girdi. Muhsin Bey kimi Özbek, kimi Türkmen, kimi Azeri yüzlü bu adamları tanımıyordu. Verilen selamı aldı, baş eğdi, boyun büktü. Her biri, duruşlarıyla aynı sırra ortak oluyormuş havası veren bu adamların bazısı ilk safa, bazısı da ikinci safa oturmuşlardı.

Artık ezanın okunmasına çok az vakit kalmıştı ve mescidin kapısı kısa aralıklarla açılıp kapanıyordu. İlk üç saf Muhsin Bey’in tanıdığı ve tanımadığı adamlarla dolmuştu. Emekli kumandanlardan gazetecilere, bürokratlardan iş adamlarına kadar yetmişe yakın isim namaz için hazırdı.

Peki, kim Kurmay’dı? Bu adamların hiçbiri içlerinden birine diğerlerinden daha fazla hürmet göstermiş, birinin önünde eğilmiş değilken Muhsin Bey Kurmay’ın kim olduğunu nasıl bilecekti? Yetmiş başın yetmişi de aynı usulle selamlanmış, aynı sükûnetle yerine oturmuştu. Genç alperen başını önüne eğdi, ümidini kesmek üzereydi. Mescitte onun bilmediği sırrı taşıyan kalabalık bir cemaat vardı ve o cemaatin koynunda bir tek kendisinin sahip olduğu bambaşka bir sır yatıyordu. Titreyen ellerini birbirine kavuşturdu, kalabalığın birkaç saf gerisinde kaldığını düşünüp ayaklanmayı ve onların arasına karışmayı düşündü. Fakat…

Genç alperen kendisinden önce mescitteki cemaatin birdenbire ayaklanmasına anlam veremedi. Herkes aynı anda ve aynı vezinle yerinden kalkmış, mescidin ortasında mihraba uzanan bir yol oluşmuş ve cemaat sanki bir lideri karşılıyormuş havasıyla bu yolun iki tarafında tek sıra olmuştu. Herkesin yüzü mescidin ortasında açılan bu yola bakıyordu ve cemaatten her biri şimdi kapıdan içeri giren iki adamı heyecanla izliyordu. Muhsin Bey ilk acemiliği üzerinden atıp hemen kalabalığın içine karıştı, tören havasında cemaatin arasından yürüyen ve imamın hemen arkasındaki seccadeye doğru yol alan adamı görmeye çalıştı.

Olamaz… Kurmay…

Evet, gelen Kurmay’dı. Elini kalbine koyup cemaati bir kez

Yazar

BENZER İÇERİKLER

BİR DÜĞÜN GECESİ – Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu

Efruz Bey

Editor

YALNIZIZ

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası