Roman (Yabancı)Roman (Yerli)

Valizdeki Mektup

Hesabı ödedikten sonra ufak valizimi alarak, kahvenin baktığı meydanın ortasındaki metroya doğru yürüyorum. Metronun derinliğine dalmadan önce son bir kez daha, yüzyıllarca nice krala, nice imparatora görkemini ve iktidarını hatırlatmış, şimdiyse levhalarıyla, parlak ışıkları, mini etekli, kot pantolonlu kadınları ve erkekleriyle, egzoz kokan otomobilleriyle yanlış zamanda ve yerdeymiş duygusunu veren kente bakıyorum. Ama bu kenti sadece bu haliyle anımsamayacağımı, onun, hiçbir benzerliğinin olmadığı, Anadolu’nun sürekli kılık değiştiren o bozkır metropolüyle beraber aklıma geleceğini biliyorum.

Yersiz yurtsuzlar. Cevaplanmayan telefonlar. Adressiz mektuplar. Gaz maskeleri. Sığınaklar. Harabe binalar. Yıkık dökük merdivenler… Son bir hevesle geçmişe dönenler, bozkıra çıkanlar.

Valizdeki Mektup, aidiyetsizliğin ve sevgisizliğin anlatıldığı buruk öyküler…

***

Valizdeki Mektup

Daracık merdivenlerden inerken, bir zamanlar kulakları sağır eden siren sesleriyle kendilerini bu yarı karanlık dar koridora atan insanların korkularını hissediyorum bir an. Ama sadece bir an. Merdiven duvarına asılı altmış yıl öncesine ait “Pss, düşman aramızda!” propaganda afişiyle aklım karışıyor, duygularım taraf değiştiriyor. Boy boy, renk renk gaz maskeleri, çıplak ve sıska bedenleri savunmasız bırakan gaz odalarını anımsatıyor bana insafsızca. Ancak dört yüz derecelik bir sıcaklıkta eriyebilen belleri bükülmüş, ağızları eğilmiş, karınları deşilmiş cam bardakların yaşamış oldukları vahamet de yetmiyor. Hani hayal gücümü zorlayıp, bir sofrayı donatan diğer araç gereçlerin bir parçası olan bu cam bardaklardan, bir zamanlar yanıbaşlarında duran, önce kavrulmuş, sonraları da paslanmış eğri büğrü şu kaşıklardan, çatallardan yola çıkarak; çatallardan birinin bir elin parmakları arasından ağıza götürülüyor oluşunu, diğer elin belki de tam o sırada bardağı okşayışını canlandırabilirim kafamda. Onlara dokunan parmakların sahibiyle aynı anda yakalanmışlardır baruta ve ateşe demem yeterli olmalı. Bir tek bardağın, çatalın, bıçağın biçim değiştirerek, ama özlerini de koruyarak direnmişlikleri, küller içinde kapkara iskeletleriyle yükselen binaların beynime hücum eden görüntüleri de saf değiştirmeme yetmiyor.

Ama hafızayı tetikleyen başka şeyler çıkıyor karşıma. Yerlerdeki boy boy valizler, çantalar siyah-beyaz karelerdeki belgesellere götürüyor beni önce. İnsanlar ellerindeki valizlerle koşar adım akıp gidiyorlar sokaklarda. Meğer onlar hiç de uzun tren yolculuklarına çıkmak üzere koşuşturup durmuyorlarmış. Sadece ateşten, baruttan, belki de bir daha içine giremeyecekleri evlerinden kurtarabilecekleri en değerli eşyalarını taşırlarmış yanlarında. İşte bu trajik geliyor bana, biraz da, sanki yıllardır aklıma takılmış ama bir türlü yanıtını bulamadığım bir şeyin sırrına kadim olmuşum gibi, şaşırıyorum. Şimdi şimdi kavrıyorum ve birazcık hissedebiliyorum. Ama, yine de değil, tam da aradığım hikâyeler değil bu hissettiklerim. Başka şeyler olmalı. Toz pembe renklerin hâkim olmaya, tüm insanlığı sarmaya başlayacağı bir dönemin bitimine olan tutkumla da ilgili olmamalı. Charlie Chaplin’in hızlı koşuşturmalarını çoktan bozup hareketlerini gerçek yerçekimine teslim ettiği, zorunlu sağırlıklara son verip sesini duyurmaya başladığı o siyah-beyaz kareler de değil sadece.

Birden siyah-beyazlar yeniden kendi hakiki renklerine, kısa saçlı bukleli güzel kadınların tür tür grilikleri ve beyazlıkları, nice nice renklere bürünüyor. Önce masallarla hayatıma giren, sonra gerçeklik içinde varlığı unutulup giden o küçücük valiz çıkıyor yeniden karşıma.

Tahta bir valiz bu.

O zamanlar basit ucuz çam tahtası ile bir cevizi birbirinden ayırabilecek yaşta değildim belki, ama kenarları yıpranmış, koyu kahverengi aşına aşına yer yer siyahımsı lekeler almış meşe bir valizin güzelliğini fark edecek durumdaymışım.
Mutlaka sahip olmak istemiştim ona. Hem de ilk bakışta. Annemin tüm çabalarına rağmen. Yıllarca yapayalnız yaşlanmış ve yapayalnız ölüp gitmiş; ölüsü ise tesadüfen bir hafta sonra, o da gece gündüz açık duran televizyonun gürültüsünden rahatsız olan alt kattaki komşusu tarafından bulunmuş zavallı yaşlı bir kadının valizine sahip çıkmamın saçmalığına ikna etmeye çalışmıştı beni. Ama nafile, ben bir kere gönül vermişim ya ona… Bu eskilere olan merakım hâlâ dinmedi. Siyah-beyaz filmlere, o filmlerdeki kısa bukleli saçları içe kıvrılan, aşk için gözyaşlarına boğulan kadınlara; kapakları desenli ahşap kutucuklara, değerlerini hiçbir zaman biçemediğim eski biblolara, kenarları oymalı kadife koltuklara, kuğu endamlı porselen çaydanlıklara, daha nice nice şeylere…

Yeni kiraladığımız iki odalı, kocaman mutfaklı o eve ilk kez annemle beraber gittiğimde fark ettim onu. Tesadüfen. Çünkü bir hafta sonra gelmiş olsaydım, mutfak duvarına asılı kıpkızıl sonbahar yapraklarıyla bezenmiş bir parkta sarışın bir kız çocuğunu yanaklarından öpen çilli bir oğlanın yer aldığı resim dışında, o evde oturmuş olan yaşlı kadına dair hiçbir şey kalmayacaktı.
İçi tıka basa eşyalarla dolu evde en fazla bir saat kalmıştım o akşam. Eşyaların hiçbirine elini süremeyeceğini kesin bir dille babama aktarmak, babamın bir çöp yeri ve bir kamyon ayarlamasını istemek üzere işten yorgun argın dönmüş olan annemle beraber gitmiştik. Ev sahibi, evi ancak bu haliyle kiraya vermişti bize. Ölen yaşlı kadının akrabaları yoktu, eşyalarını üstlenecek kimse de çıkmamıştı ortaya.

Annemin o akşam sinirli sinirli soluduğunu hatırlıyorum. Bu eski püskü eşyaları kim alır, nereye atarız biz bunları deyip duruyor, oturma odasında uzun uzun gıcırdayan eski ağır dolabın kapılarını açıp çekmecelerini çektikçe, siniri bir kat daha artıyordu. Ağır kadife perdelerle sıkı sıkı kapatılmış pencerenin önündeki sarı kahverengi karışımı kadife koltuk; onun hemen yanıbaşında, şemsiyesi soluk gülkurusu rengindeki ahşap gövdeli lamba öylesine hoşuma gitmişti ki. O evde filmlerde siyah-beyazın ve grinin tüm tonlarıyla tanıdığım nesneler ilk kez asıl renkleriyle karşıma çıkıyorlardı.

Annem söylene söylene mutfaktaki dolapları karıştırırken, babam gelmişti. Bense arkadaki yatak odasında kendi keşiflerimi yapıyordum. Demir karyolanın yanında duvara yaslanmış küçük valizi fark ettiğimde, annemle babam kapısı yatak odasına açılan oturma odasına geçmişlerdi.

Babam: “Hanım şu masaya bak, bu saf ceviz biliyor musun? Atılır mı böyle şeyler? Antika bunlar hanım, antika. Bak vallahi, yeminle, şu karşıdaki küçük koltuk var ya, geçenlerde böyle bir şey bir dükkânda gözüme çarptı, alınacak gibi değil.”
Annem ise sinirli.

“Ben antika mantika dinlemem, kim bilir kaç yıl öncesine ait yaşlı bir kadının artıklarıyla çocuklarımı yaşatmam, kendim de kullanmam. Gider ucuzundan, ama yeni şeyler alırım. Hem benim eşyalarım ne güne duruyor, hepsi de sığar buraya.”
Babamın ısrar edecek olduğunu, ama buna pek de cesaret edemediğini hissediyordum. Babam üşengeç bir adamdı biraz. Öyle sanıyordum, ama çok sonraları, bunun aslında bilmediği bir dilde derdini anlatamadığından kaynaklandığını, memlekete (sadece tatillerde gördüğüm, bana pek bir şey ifade etmeyen doğup büyüdükleri ülkeleri için hep böyle derlerdi) gittiğimizde fark etmiştim. Memlekette bir ay boyunca sokaktan eve girmeyen, sürekli koşuşturma içinde olan babamın geri döndüğümüzde, günlerini daha çok ev ve iş arasında geçirmesinin, arada bir akrabalara, tanıdıklara yapılan ziyaretler dışında pek dışarıya çıkmamasının üşengeçliğinden çok, başka nedenlere bağlı olduğunu ancak büyüdüğümde anlamıştım. Dilini bilmediği, öğrenmemek için büyük bir aşkla direndiği bu ülkede, babam hep bir yabancı olarak kalmış; bu yabancılığıyla da içine kapanık, beceriksiz adam kimliğine bürünüvermişti. Hata yapmaktan korkmayan gözü kara bir kadın olduğu için, annemin dil sorunu hemen hemen hiç yoktu. Her yere giren çıkan annem, çalıştığı fabrikadaki kadınlarla dedikodu yapıp bundan keyif alacak kadar öğrenmişti buranın dilini. Sanki benim için yapılmış küçük valizi elime aldığımda, ölen kadının ardından bıraktığı eşyaları çöpe atmak üzere kolları sıvayacak olanın da yine annem olacağını düşündüğümü hatırlıyorum.

Küçük olmasına rağmen ağırca bir valizdi. Yaşlı kadın belki de ölmeden önce seyahate çıkacaktı ya da çıkmıştı da eşyalarını içinden çıkarmaya zamanı kalmamıştı. Eski demir kilidine elimi attığımda, hem merak hem de korkuyla dolup taşmıştım. Garip, sanki açtığım anda yaşlı kadın Alaaddin’in sihirli lambasındaki dev gibi balonlaşıp şişecek, kocaman cüssesiyle karşıma dikiliverecekti. Çocukluğun düş dünyası bir yana, gerçek hayattaki korkuların etkisi de vardı tabii ki bu çekintimde. Gizlice başkalarının eşyalarını karıştırmak, hırsızlık yapmak gibi bir şey değil miydi? Ama, annemin de dolapları karıştırdığını, içindekileri boşaltıp çöpe atacağını düşünüp rahatlamıştım.

Kulağım iç geçire geçire sigarasını çeken babamın nefes alış verişinde, sessizce valizin kilidini açtım. Anlık bir klik. Belki de o klik sesiydi beni o kadar büyüleyen. Yıllarca, herkesten gizleyeceğim, kimsenin dokunmasını istemeyeceğim eşyalarımı bu klik sesiyle açacak, yine o sesle onlardan ayrılacaktım.

Hiç de öyle ağır olduğu kadar, tıka basa dolu değildi. İrili ufaklı bir sürü bez mendil. Yer yer eprimiş, beyazlıkları uçup griye dönmüş mendillerin kenarlarındaki danteller; bazılarının köşelerindeki kabarık motifler; hele o naftalin kokusu, öylesine tanıdıktı ki. Memleketteki babaannemin kimsenin dokunmaya cesaret edemediği kocaman sandığının kokusuyla aynı. Babaannemin, bir zamanlar annemin de mendilleri vardı. Benim ise hep kâğıt mendillerim olmuştu.

Defterler. Defterleri açtığımı ve el yazısıyla kaleme alınmış sözcükleri okumaya çalıştığımı, düzgün olmasına rağmen, iç içe geçen o sağa yatık el yazısını sökemedikten sonra, aynı el yazısıyla dolu diğer iki defteri de bir kenara attığımı hatırlıyorum. İçlerine mektuplar, faturalar, birtakım evraklar konulmuş zarflar. Siyah-beyaz fotoğraflarda, kâh kendi yaşlarındaki kadınlarla, kâh asker üniforması içindeki genç bir adamın kollarında, bukleli saçları omuzlarında genç bir kadın hep gülümsüyor. Hepsi siyah-beyaz. Defterler, fotoğraflar, mektuplar, mektuplar; hepsini, bir kenara koymuş, o küçük valize göz dikmiştim, bir de kenarlarındaki beyaz dantelleri solmuş bej bir mendile.

Şimdi ise o eşyaları nasıl atmış olduğuma şaşıyor, tarihin bir kesitini yok ettiğim için içim cız ediyor, vicdan azabı duyuyorum. Ama zaten en geç bir hafta içinde diğer tüm eşyalarla birlikte çöpe atılacak siyah-beyaz fotoğrafları, mektupları, birkaç tane kitabı, kim bilir kaç on yıllık geçmişleri olan, yıkana yıkana eprimiş mendilleri çöpe atılmak üzere bir çöp torbasına doldururken, böyle duygulardan bihaberdim.

Poşeti, annemin antrede içini bir sürü şeyle istiflediği kartonlardan birine yerleştirdim. Üçlü koltuğa eğreti oturmuş, bezgin ve ekşi bir suratla kim bilir kaçıncı sigarasını yakan, kendisini bekleyen işlerden uzaklaşmak istercesine dalıp gitmiş olan babam, önünden geçerken beni fark etmedi bile. İkinci kez, bu kez valizle önünden geçerken başını kaldırdı ve aynı ekşi suratla ama etrafını görmeyerek gülümsedi. Annem ise mutfaktaki dolapları boşaltmakla meşguldü.

Yaşlı kadına ait hiçbir şey bırakmaya niyetli değil gibiydi. Beni fark ettiğinde burnundan soluyordu.

“Kızım sen de baban gibi tembellik yapıp durma.” Annem çocuklarına sitem ettiğinde hep babamı örnek verirdi. Uyuşukluğumuz, ehlikeyf ve her tür marazi hallerimiz babamın genlerinden bize geçmişti ona göre. Alttaki dolapları boşaltmamı istiyordu. Elimdeki valizi fark ettiğinde, “O pis şeyi de götür hole at. Boş mu onun içi?” Valizi elimden kaptı, boş olduğunu anladıktan sonra yere atıp yine işe koyuldu.

“Yazık, bu yaşlı kadının her şeyi kendisi gibi çürümüş gitmiş. Kim bilir ne zamandan kalma bu kapkacak? Ama bu kaşıklar da gümüşe benziyor. Bunlar da ne atılır ne de kullanılır. Ya bir akrabası veya devlet gelip de gümüş kaşıkları sorarsa? En iyisi atmamalı bunları. Kızım sen niye hâlâ dikilip duruyorsun oralarda?”

Dikilip kalmıştım. Pazarlık yapmam gerekiyor. Ağlayarak annemden bir şeyler koparmanın yaşı çoktan geçmiş. En fazla küsebilirim. Ama, annemin ne küsmelere ne de ağlamalara aldıracak tahammülü var.

Annemden o valizi koparmam işte onun gerilmiş, tartışamayacak kadar yorgun ve bezgin ruh haliyle mümkün oldu. Ama, aylar önce sözünü verdiği halde bir türlü alamadığı oyuncakçıdaki küçük bir sandığa para vermekten kurtulduğu için bana bıraktı onu sanırım.

O akşam elimdeki valizle iki hafta sonra çıkacağımız eski evimize döndükten sonra, annem, yeni evi adam edene kadar beni bir daha yanına almadı. Eşyaları çöpe atacak olan kişileri yine o bulmuştı. Ondan önce de kadının işe yarar mobilyalarını, babamın bastırmasına rağmen anneme kabul ettiremediği ceviz masayla birlikte, eski mobilya alıp satan bir Arap’a vermişti.
Eve iki hafta sonra taşındığımızda, yaşlı kadından tek bir iz bile kalmamıştı. Sarıya çalan, yeşil çiçekli ağır duvar kâğıdı gitmiş, duvarları bembeyaz, güneşli bir ev oluvermişti. Sadece, sanırım annem sevdiği için, eski yerine takılmış olan o oğlanın kızı öptüğü resim duruyordu. Ama bir de, her gün birkaç kez açıp kapattığım, artık büyüdüğüm için varlığından dolayı beni ayıplayacaklarından korktuğum uyuyan küçük bebeğimi, tek başıma almaya başladığım kitaplarımı, güzel kokulu silgilerimi, kalemlerimi ve bej dantelli küçük mendili sakladığım valizim. Ona artık sandık diyordum. O mendili ise sandığı kapatmadan önce eşyalarımın üzerine örtüyordum.

İlkokul üçten dördüncü sınıfa geçerken sandığımı her açtığımda, aklıma yaşlı kadın daha sık gelir olmuştu. Ne zamanlar kullanmıştı, acaba onun da mı çocukluğundan kalmaydı. Attığım fotoğrafların hiçbirinde çocuk fotoğrafı yoktu. Üstelik onu, ne çocuk ne de yaşlı biri olarak düşünebiliyordum. O, siyah-beyaz fotoğraflarda gülümseyen, güzel genç bir kadındı benim için.
Bir gün tam karşımızda oturan ve artık annemle sıkı dost olan Meryem Teyzeyle annemin geniş mutfakta çay içerken sohbetlerine kulak kabartıyordum. Annem büyüklerin konuşmalarını dinlememe kızardı hep, hele Meryem Teyzeyle yan yana geldiklerindeyse, ortalıkta görünmeme hiç izin vermezdi.

Annem becerikli bir kadındı. Yaşlı kadının büyük, ağır eşyalarını attıktan sonra, içinde kristal vazoların ve aile fotoğraflarının yer aldığı eski evimizdeki geniş vitriniyle oturma odasını ikiye bölmüş, vitrinin arkasına kendi yataklarını yerleştirmişti. Vitrinle duvar arasında kalan boşluğu da yerlere kadar inen, etekleri dantelli, pileli beyaz bir perdeyle kapatmış, böylece kendi yatak odalarını oturma bölümünden ayırmıştı. Benden iki yaş küçük olan erkek kardeşimle benim için de, bir zamanlar yatak odası olan küçük odaya iki katlı bir ranza, camın kenarına da bir masa yerleştirmişti. Eski evimizden kalma üçlü koltuk ve eski oturma odasındaki masayı ve sandalyeleri mutfağa koyarak, orayı da bir oturma odasına çevirmişti.
İşte annemle Meryem Teyzenin mutfaktaki koltukta sereserpe oturdukları, gülüşüp eyleştikleri, küçücük bir kızken hep aralarına katılmak, büyüdüğümde ise kaçmak istediğim anlardan biriydi. Her yaz memleketten kilolarca getirilen çerezler, çay ve annemin çok nadiren içtiği sigara eksik olmazdı muhabbetlerinde. Ocakta altı kısık çaydanlığın çıkardığı o buharlı mırıltı, burnumu yalayan demli kokusu; annemin bir yıl önce yine memleketten getirdiği ince belli bardaklardaki kan kırmızısı çay; çıtır çıtır çekirdek sesleri arasından alçalıp yükselen muhabbetleri…

Annem ya fark etmemişti benim masada açık kitabın başında kendilerini dinlediğimi ya da belki artık onları dinleyecek yaşta olduğumu düşünüyordu. Söz bu evden ve ölen kadından açılmıştı.

Meryem Teyze 1961 yılında kocasından da önce gelenlerdendi. Çok iyi Almanca konuşuyordu. Kocası, yıllar önce genç yaşta kanserden ölmüş, o da bir daha evlenmemişti. Benim Memo Abi dediğim oğlunu ve biri Türkiye’de evlenip orada kalan, diğeri de –o sözünü pek etmese de herkes biliyordu– bir Almanla yaşayan kızlarını tek başına yetiştirmişti. Hep canlı, neşeli, harika hikâyeler anlatan, ak pak, şişmanca bir kadındı.

“Biliyor musun, İkinci Dünya Savaşı’nda Rus askerleri ilk defa şehre girdiklerinde, burada sadece kadınlar, yaşlılar ve çocuklar varmış. Eli silah tutan erkeklerin hepsi cephedeymiş. Eskiden bu apartmanda oturan Polonyalı yaşlı bir kadın anlatmıştı bana. Dediğine göre askerler aylarca kadınlara tecavüz edip onları köle gibi çalıştırmışlar. Sizin bu dairede oturmuş olan o yaşlı kadının iki çocuğu da bombalardan ölmüş. Kocası da cepheden geri dönmemiş. Aradan neredeyse kırk yıl geçmesine rağmen, kadın ölene kadar kimselere kapıyı açmadı. Benim Mehmet o zamanlar küçücük çocuktu, arada bir alışveriş çantasını yukarı çıkarırdı da, onunla bile korkarak, çekinerek konuşurdu. On beş yıllık komşumdu, ama sadece bir kere davet etti beni evine. Mehmet’in yardımlarına karşı bir teşekkürdü bu herhalde. Mehmet’le beraber gitmiştim. Çocuk için bir dilim ekmeğin arasına peynir koymuş, peynirin altına da, aha parmak kalınlığında tereyağı sürmüştü. Çocuğun midesi kalkmıştı. “Ahh,” diye söylenmişti kadıncağız, “savaştan sonra siz halimizi görseydiniz, yıllarca bir dilim ekmek üzerine sürülmüş bu kalınlıkta tereyağı hayaliyle yaşadım.”
Neyse, Ruslar şehre girip, tüm kapıları açıp tek tek kurcalarken, bizim bu kadın haftalarca yatağının altında saklanmış. Polonyalı kadının dediğine göre, daha çok köylerden kırlardan gelen genç Rus askerleri üçüncü kattan sonraki katlara çıkmaya çekinirlermiş. Herhalde alışkın değillermiş o kadar yükseklere tırmanmaya. Bir de, merdivenin bir kısmı çökmüşmüş, nasıl olsa kimse yoktur diye yaklaşan olmamış bu kata.”

Annem, ilgiyle dinliyor ve arada bir “Vah vah, bak sen,” gibi yorumlarda bulunuyordu.

“Bakma sen şimdi zengin olduklarına, çok fukaralık çekmiş bu millet. Dediklerine göre, aylarca hiç su akmamış, yiyecek desen hak getire. Zavallı kadın burada nasıl haftalarca aç susuz dayanabilmişse? Zaten yıllarca korkarak baktı kapı aralığından bizlere. Bu eskiler yabancı düşmanı, ırkçıdırlar diyorlar ya, bence bu kadınınki düşmanlık filan değildi, biri aniden evine girer diye korkuyordu. Garibim, son zamanlarda da dışarıya hiç çıkmaz olmuştu.”

Dayanamayıp atılmıştım söze. Sert ve kin dolu bakışları karşısında her defasında tüylerim diken diken olan, her an savunma halinde, bastonunu insanın yüzüne vuracakmış gibi dimdik tutan eski apartmanımızdaki yaşlı bir kadın aklıma gelmişti. “Anne, bizim eski komşumuz vardı ya, Bayan Schiffer, hani beyaz bir köpeği vardı. O da öyleydi. Bana hep Türkengör[1] diyordu.”
Annem beni yeni fark etmişçesine, kız sen bizi mi dinliyorsun diye çıkışmış ve hemen odama gitmemi istemişti.
Dışarıda şırıl şırıl dökülen yağmur, içeride futbol seyretme bahanesiyle babamın dizleri dibine uzanıp uyuklayan kardeşim. Henüz ait değilmişim demek yetişkinlerin dünyasına. Odamıza geçip yine valizimi kucağıma aldığımda, keşke kadının eşyalarını atmamış olsaydım diye iç geçirmiştim ilk kez. Kadın belki de Ruslardan nasıl saklandığını yazmıştı o defterlere.
Yıllar geçtikçe unuttuk eskiden bu evde oturmuş olan kadını. Ne Meryem Teyze ne annem; bir daha kimse anmadı onu. Benim ise arada bir, yıllar geçtikçe içine koyduğum, içindekilerin sürekli değiştiği sandığımı açtıkça aklıma geliyordu. Ama zamanla ben de unuttum. Aynalı ve çekmeceli bir dolabın odamıza girmesinden sonraysa, büsbütün çıktı gitti hayatımdan, tıpkı büyüsünü yitiren sandığım gibi. Ben büyüdükçe o eskiyen, yıpranan, kimi zaman yerleri başka eşyalarla doldurulan sıradan bir nesne olmuş, dolabın üstünde eski bir valiz haline gelmişti. Evinde ölü bulunmuş yaşlı bir kadına dair haberler de artık bir şey ifade etmemeye başlamıştı. Hayat hızla yüz değiştiriyordu. Büyüyor ve dış dünyaya karşı olan heyecanlarım, meraklarım değişiyor; ilgilerim başka şekillerde kendime, kendi bedenime yöneliyordu demek. Ya da, o kadına duyduğum acıma duygusu, çok sonraları tarihten öğrendiklerimin karşısında sönüp gitmişti. Hiç bilinçli düşünmemiştim onun tarihteki rolünün ne olduğunu, onun küçük bireysel hezeyanının da kitlelerin hezeyanı içinde bir payı olduğunu, bunun koca bir kıyıma malolmuş olabileceğini. Kapı aralığında bir yabancıya bakarken korkuyla değil de, belki de ortak bir suçun, o suça neden olan, kendi büyüsü içine kilitlenmiş koca bir dünya görüşünü temsil eden iğrenmeyle dolu olduğunu da düşünmemiştim. Meğer en yakın ağızdan anlatılanmış, en yakında görülenmiş inandırıcı olan.

Masallara olan inancını yitirmiş, ama hâlâ için için sandıklarda, kapalı kutularda, lambalarda saklı sihirli bir dünyadan kopamamış sekiz yaşındaki bir çocuğa neler vaat etmezmiş ki zemini koyu kahverengi, kenarları incecik hâki sarmaşıklarla çevrili, içi yeşil astarlı küçücük bir valiz. Tüm iyilikler ve kötülükler hâlâ büyülerle ortaya çıkıp kaybolurken, tarihin kendisi de sadece ve sadece upuzun, kıvır kıvır saçlı güzel prenseslerin iyi kalplerinde ve kocaman siyah benli, uzun burunlu eciş bücüş büyücülerin sihirlerinde saklıymış henüz.

Küçük valizle olan ilişkimi on beş on altı yaşlarımdayken tümden bitirmiş olmalıyım. İlk elime geçtiği günü, üzerimde yarattığı duyguyu bu kadar berrak hatırlarken, sonraki akıbetini bilmiyor olmam çok ilginç. Şimdi bir müze haline getirilmiş ve kentin bombalandığı 1940 ile 1945 yılları arasındaki yaşamı belgeleyen her türlü nesneyle dolu bu sığınağa nasıl geldiğini ise hiç bilmiyorum.

Uzun boylu sarışın rehber, bombalanmış bir lokantadan arta kalan bardakların; burada doğmuş ve nüfus kâğıtlarında doğum yeri olarak bu sığınağın adı yazılı, şimdi altmışlarındaki insanların hikâyelerini bırakmış, havalandırma sistemine geçmişti.
“Bu derinlikteki sığınak yüz kişilik olup en fazla iki saatlik bir oksijene sahipti. Ama savaşın son günlerinde beş yüzden fazla kişi saatlerce burada nefeslerini tutmak zorunda kalmıştır.”

Ama ben dinleyemiyorum. Yıllardır, nice araştırmaya, nice öyküye, nice filme, nice belgeselin siyah-beyaz karelerine konu olmuş karanlık bir dönemi bir kez de başka cepheden görebilme merakıyla daldığım bu sığınakta, bula bula kendi çocukluğumu bulmuşum. Benimle beraber bilet alıp bir metro girişindeki bu eski sığınağa inen diğer yirmi beş kişiyi unutmuş, tipinden, renginden hiçbir şey kaybetmemiş küçük valizimle baş başa kalmışım. Mutfakta usul usul kaynayan çayın mırıltısını işitiyor, buharlı kokusunu alıyorum.

Lütfen dokunmayın diyen rehberin sesiyle kendime geliyorum. “Biz yıllardır bu nesneleri toplamak için çok uğraştık. Hepsi önemli tarihi dokümanlardır.”

Parmaklarımı üzerinde gezdirip, açmadığım halde klik sesini işittiğim demir kilitten hızla elimi çekiyorum.

“Nedir bu valizler? Mesela bunun kimlere ait olduğunu biliyor musunuz? ”
“Hayır, buradaki valizlerin bazıları tavan aralarından bulunup çöpe atılmış ya da eskicilere verilmiş, çoğu da sığınakların içinde onlarla birlikte bugüne kalmış. Dikkat ederseniz, boyutları son derece küçük. Savaşın son yıllarında bomba alarmlarıyla tetikte yaşayan insanlar, zaruri eşyalarını sürekli bunların içine koyup gündüz işe gittiklerinde de yanlarında taşırlarmış. Sizin dokunduğunuz, dar bir sandığı andıran bu valizin önemli bir özelliği var. Deniz aşırı yolculuklar için meşeden yapılmış, 1920’lerden kalma dörtlü bir valiz takımının en küçüğü. Çocuklar ya da kadınların özel küçük eşyaları için son derece elverişli. Hoş bir görüntüsü var değil mi? Son derece özel bir antika parçası aslında. Genç bir kadına ait olması gerek. Bir eskiciden, bir Arap dükkânıydı sanırım, ben keşfettim. Dükkânın sahibi yıllar önce dairesinde yalnız başına ölen yaşlı bir kadına ait olduğunu biliyordu sadece.”

Rehber çerçevelenmiş, altlarına numaralar verilmiş resimler, fotoğraflar, evrak ve gazete kupürleriyle dolu duvarı göstererek, “Bakın, 136 numaralı çerçevenin içindeki şu bej mendil de onun içinden çıktı.”

Duvara yaklaşıyorum. Hemen tanıyorum mendilimi. Eski danteliyle, ilk öğrendiğim ve üzerine işlemiş olduğum o gül motifi, yeşil yaprakçıklarıyla biraz solmuş. Gül örneğini çıkarmaktan değil de, en çok küçük bir parça kanaviçeyi mendilin üzerine tutuşturmakta, motif bittikten sonra da kanaviçenin ipçiklerini çekip çıkarmakta zorlanmıştım.
“Bu valizin ve mendilin aynı döneme ve kişiye ait olduğunu sanıyorum. Mendilin köşesindeki gülü andıran motifi görüyor musunuz? Mendil, kumaşı ve etrafındaki danteli itibariyle, 1930’lara veya 40’lara aitken, üzerindeki motif daha yakın zamanlarda işlenmiş.” Adam bir süre sustu. “Üstelik bu mendile sarılmış birkaç tane de mektup vardı. Bunu çok iyi hatırlıyorum, zira mendil mektuplara sarılmış, öylece valizin astarının altına konulmuştu. Saklanmıştı desem daha doğru olur, çünkü astarın dikişleri, sanki sadece mektupları saklamak için itinayla sökülmüş.”

Mektup mu?

Kendi kendime konuştuğumu sanmıştım. Ama sesli düşünmüş olmalıyım ki, rehber devam ediyor.
“Evet. Sanırım aşk mektuplarıydı. Ama çantanın ve dönemin tarihiyle ilgisi yoktu. Attık onları.”
Atmışlar onları. Peki, unutmakla atmak arasında fark var mı acaba?
Geçmiş süzülüp aydınlanıyor birden. Etrafımdaki nesneleri daha az önemseyip, değişen kendi bedenime yöneldiğim o sancılı, korkulu ama haz dolu ilk keşiflerim. Yıllar yıllar sonra aklıma gelip de aradığım halde bir türlü bulamadığım, on beş yaşımdayken Heinz’in yazdığı aşk mektuplarını demek buraya saklamışım? Herkesten fellik fellik sakladığım, annem görecek diye korkuyla ürperdiğim, ama atmak da istemediğim için, son çare yeşil astarını kenarlarından söküp valizin altına soktuğum ilk göz ağrım, ilk aşk mektuplarımı unutup gitmişim.

Bakıyorlar mı bana? Üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmiş, korku dolu hummalı ilk aşk serüvenimi bir kez daha andığımı anlamışlar mıdır? Çocukluğa, yıllar öncesine gitmiş olmanın hüznü ve coşkusuyla ağladığımı? Çantamdan çıkardığım kâğıt mendille gözlerimi kurutup etrafıma bakınıyorum. Grup, yeni doğmuş bir bebek için yapılmış gaz maskeli beşiğin etrafına toplanmış. Yüz ifadeleri mahcup ve durgun. Şu mendilin ve çantanın bir zamanlar bana da ait olmuş olduğunu söylesem, hayal kırıklığına uğratır mıyım bu nesnelerin içinde kim bilir belki de kendi karanlık, sancılı, açılıp konuşuldukça sadece dehşetin failleri olabilecekleri, o dehşete suç ortağı olmaktan kurtulmaya muhtaç tarihlerini arayan insanları? Ama kimse ilgilenmiyor; ne benimle ne de şu acemi parmaklarla işlediğim solmuş ilk kanaviçe işleme örneği pembe gülümle.

Dar merdivenlerinden sığınağın dışına, gün ışığına çıkıyoruz. Yüzler solgun, gözler dumanlı. Düşüncelere dalmış insanlar dört bir yana dağılıyorlar. Bazılarının, bir müze gezisiydi ve bitti işte der gibi rahat soluk alışları dikkat çekiyor. Bense hâlâ şaşkın, nereye gideceğimi bilmiyorum. Ama bir bilet başı değil mi, hiçbir anlamı kalmayana dek daha binlerce kez buraya gelip kendi geçmişime yeniden yolculuğa çıkabilirim.

Güzel Bir Gün

Zeynep gözlerini açtığında, güçlü bir ışıkla karşılaştı. Şaşırdı bu aydınlığa, ama dayanamadı gücüne, hızla gözlerini kapattı, tekrar açtı; sonra bakışlarını yere indirerek kırpıştırıp durdu gözkapaklarını, bir süre sonra alıştı pencereden süzülüp tam başucuna konan güneş huzmesine. Kulağının dibinde hep aynı aralıklarla, belli belirsiz manyetik bir ses ötüyordu. Dijital bir saatin bir sonraki saniyeye geçişi gibi. Biip… biip… biip.

Bir şeyler unutmuş duygusuna kapıldı. Ne olduğunu çıkaramadı. Günlerden pazar değil miydi? Öyle ya Cemil’le buluşacaktı. Hem de ilk kez baş başa, yalnız kalacaklardı. Aylardır hayal ettiği bu buluşmada şimdi böylesine heyecansız olması da ne garipti. Üstelik bu garipliğe şaşırmıyordu da. Ama başka bir şey daha vardı sanki yapması gereken. Ağdacıya gitmeyecek miydi? Paket ağda yaptıracaktı hem de. Kıllı bacaklarıyla, apış arasındaki o uzun tüylerle, olur mu hiç? Ama ablası fark etmiş ağdacıya gideceğini, oradan da da Cemil’e. Ablası mıydı o kaşlarını çatarak, buyurgan sesini yükselterek kendisini uyaran, halası mı, yoksa babası mı? Hayır babası olamaz, hiç sesli uyarmaz ki babası, ağır uzun bir gölge gibi onun varlığı, eğer suskunsa ve bakışlarını yere indirmiş, bakmıyorsa yüzüne, mutlaka kızmıştır. O suskunluğu her şeyin üstüne yerleşmiş bir uyarıdır. Ne zaman tespit etmişti babasının bu halini böyle? Yeni, şimdi. Kemikleşmiş, kanıksanmış, ama bugüne kadar hiç adı konulmamış bir korkuyu, karşısında oturan birine içini döker gibi tanımlıyordu işte: Babanın suskunluğu, ailenin tüm diğer fertlerinin yüzlerine, sözlerine yerleşmiş olan uyarıydı. Ne güzel bir cümle oldu bu. Meryem Halasının uzun dalgalı siyah saçları dökülüyor yer yer kızarmış ıslak buğday rengi sırtına, iri yuvarlak kalçalarına dek iniyor. Belki de yay gibi gergin kaşlarının altında hep dalgın dalgın uzaklara bakan halasıydı o babasının gölgesi olarak algıladığı şey. Bu tespiti de mi şimdi yaptı? Yok, şimdi yapmış olamaz. Şimdi sadece ışık vardı gözlerini alan, yalnız bu ışığın sıcak mı, soğuk mu olduğuna karar verememesi de ne tuhaf. Sıcak olmalı mutlaka, ışık sadece sıcak olur ya. Ama bu, tarafsız bir ışık, bir ekranın ardından gözlerine süzülen suni parıldama gibi. Bir de şu kafasına takılan şeyin ne olduğunu bir hatırlasa. Hatırlamadığı o şey her neyse, telaşlandıracak gibi kendisini. Şu ışığın rengi var da sıcaklığı niye yok?

Cemil’le buluşmaya giderken öyle tedirgin ki. Hep ablasının kıskançlığı yüzünden. O güzelim ağlayan sarışın bebeğinin bir gözünü çıkaran da o zaten. Biri kucağına alıp, ay bu büyüdüğünde pek güzel, pek afet bir şey olacak dediğinde, kendisinin alnı kıllarla dolu o esmer çirkinliğine kızıyor ablası; kıskanıp duruyor bu yüzden onu. Hayatı boyunca bir kız kurusu, küflü bir rahibe gibi yaşayacak. Öyle bir niyeti yok elbette, o evli adamla buluşmasından belli. Ablasının o herifle geçen bunca yıllık gizli ilişkisinden sonra, nasıl olup da hâlâ bir marifetmiş gibi el değmemiş bakire bir kız edasıyla ortalıkta dolaştığına aklı ermiyor. Kimse tarafından konuşulmasa da, genç kızlara anlatılmasa da, oyunun kuralını abla da herkes gibi keşfetmiş anlaşılan. Bazen, o adamdan geri döndükten sonra, yüzünde oluşan o buruşmadan, oturup kalkarken bedeninden dışarıya yayılan o tedirginlikten anlıyor ablasının bakireliğini korumuş olsa da, kalçalarının perişan olduğunu. İnsan orasından da zevk alabilir mi?

Kıskançlığından elbette tüm bu telkinleri. Cemil ne kadar güvenilir, ne kadar kendisini seviyor olursa olsun, fazla ileriye gitmemeliydi. Erkeklerin işi belli olmazdı, hemen ilk günde … sonra hafife alabilirdi onu. O da biliyor zaten Cemil’le hemen yatağa atlamayacağını. Ama yine de ona gidecek, üstelik ev arkadaşı da yok, beraber yemek pişirecekler. Yoksa önce sinemaya mı gideceklerdi?

Dalları odalarının penceresine kadar süzülen o ağaç yok artık. Babasının bir zamanlar iri dallarından birine kurduğu salıncak, üzerindeki küçük minderle birlikte bahçe çitinin bir köşesine gelişigüzel atılmış. Sadece ben değildim ki o ağacı seven, herkes severdi. Ama benim ağacımdı o, bahçe onsuz şimdi bomboş, dibinde baharları hiç kaldırılmayan o kocaman renkli minder, içinde bez bebeklerinin de yattığı sepet evin girişindeki merdivenin dibinde duruyor. Dut ağacımı kesmişler. Babası kucağına alıp üzerinde yeşil küçük elmacıkların sallandığı ağacı gösteriyor: Bak artık senin yeni ağacın o olacak. Dut ağacı toprağın dibinde her tarafa kök salmış, bütün bahçeyi kaplamıştı. Kesmeseydik, bahçedeki şu elmalar ve portakallar hep ölüp giderdi birkaç yıl sonra.
Bir o, bir de babaannesi kızgın dut ağacının kesilmiş olmasına. Eli o kuru kemikli elin içinde, babasına sitem eden babaanneyi izliyor başını yukarılara uzatarak. Kamburu çıkmış babaannesi, babasının yanında küçücük, ama öyle güçlü duruyor ki. İçini bir güven kaplıyor onu dinlerken. Bugün yılların dut ağacını, yarın da evi yıkarsın sen. Akbaba sürüsü gibi üşüşüp durdular mahallenin başına. Kaç tane bahçeli ev kaldı şu sokakta? Sıra bizimkine geldi. Tamam ağacı kestin, ama bu evi yıktırıp apartman yapmaya kalkışırsan, sütümü helal etmem sana.

Babası başını eğmiş, mahcup ama sinirli, ses tonunu kontrol etmeye çalışıyor. Tamam anne, bu ağacı niçin kestiğimi sen de biliyorsun, bütün toprağın altını kaplamış kökleriyle. Sen demiyor muydun, bu bahçede maydanoz bile yetişmiyor diye. Ben de kestim, seneye istediğin her şeyi ekersin.

Pamuk saçlı babaannesinin kırışıklarla ve siyah lekelerle dolu bembeyaz yüzü yaklaştı, gülümserken kırışıkları çok daha derin yollar çiziyordu. Ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalıştı onu, sanki biraz önce yanıbaşındaydı ve rengi kaçmış çakır, puslu gözleriyle bakmıştı. Genzinden çok zor işitilen o çatallı sesi kulağında, kemikli, yeşil damarlı elleri saçlarını okşuyordu. Niye bütün masalların hep mutlu sonla bitiyor anne, diyordu Meryem Hala. Kocasından ayrılıp eve geldiğinden beri çok asabi olmuş. Herkes öyle söylüyor Meryem Hala için. Aman anne, asıl o mutlu mesut biten masallardan sonra olup bitenleri anlatsanız ya şu çocuklara. Hepimizi o prenslere, mutlu sonlara inandırdıktan sonra… Hani iyi kalpli güçlü prens var ya, o aslında sonradan kurbağa olur desene ya şu kızcağıza, şimdiden bilsin gelecekte başına gelecekleri. Çocuğun yanında hiç konuşulur mu bunlar? Hangi ses hangisinin ağzından çıktı şimdi? Babası, annesi, babaannesi? Sesi kısılmış film karesini de tam andırmıyor Meryem Halanın görüntüsü. Çenesi oynayıp duruyor sadece, soluk ölü yüzü donuk, robot askerin kurulduktan sonra en fazla bir dakika süren otomatik hareketi gibi alt çenesi aşağı yukarı inip çıkıyor. Çok komik görünüyor ama değil mi Meryem Hala böyle? Çok asabi oldu bu kız çok. Meryem Hala, sen niye asabi oldun? Onu da nereden öğrendin şimdi? Meryem Halanın sesinde bir kırgınlık var. Bilmem ki? Meryem Hala ağlıyor, ben yaptım, ben ağlattım onu. Parmak kadar çocuğun bile maskarası oldum diyerek hıçkırıyor Meryem Hala babaanneye. Babaanne kızmıyor kendisine asabi dediği için; kötü bir sözmüş demek, ağladığına göre Meryem Hala. Masadaki tabaktan kocaman salatalığı alıp eteğinin altına sokarken annesinin gözleri fal taşı gibi açılıyor, sadece annesi değil ki, herkes şaşkın. Ayy n’apıyorsun kız sen? Bu çocuk nereden, kimden öğreniyor bunları bilmem ki? Salatalığı sertçe kapıyor anne. Üç kadın babaya doğru bakıyorlar. Yok yok, Allaha şükür babası görmedi. Annesi sinirden parça parça yapıyor salatalığı avucunda sıkarak. Salatalığın suyu yumruk halindeki parmaklarının arasından akıp siyah eteğinin üzerine damlıyor. Söylemedim, inan ki söylemedim Meryem Hala anneme. Hani uyanmıştım, hiç kimse yoktu evde. Bütün odaların kapılarını açıp tek tek baktığım halde kimseyi göremedim, karanlıktı ve ben çok korkuyordum. Banyonun ışığı açıktı, bir de inleyen bir ses vardı banyonun kapalı kapısının ardından. Çok korktum. Sen çırılçıplak oturuyordun banyonun taşına, ıslak saçların kalçalarına kadar iniyordu. Elindeki salatalığı içine sokup dururken, ne yaptığını görmek için iyice yanına sokulduğumu fark etmedin bile. Söylemedim onlara, hep sokup çıkardığını, sokup çıkardığını. İnlediğini, önce kısaca bağırdığını, ağlar gibi büzüşüp karnının üstüne yığıldığını, sonra da sahiden ağladığını. Ama, kötü bir şey yapmadı ki Meryem Hala. Allah Kuran çarpsın ki, anneme söylemedim.
Babaannenin kucağına büzüşüp hıçkırarak ağlıyor. Sabun ve tütün kokuyor babaannenin koynu. Kemikli elleri okşuyor başını, uzun örgülü saçlarını sıvazlıyor usul usul. Cemil’i de sevecek mi böyle babaanne, yoksa boyunu biraz kısa mı bulacak? Belki birkaç yıl sonra biraz göbek bağladığında ve saçları döküldüğünde, şimdi gözüne böyle güzel görünen yüzünün bile bir anlamı kalmayacak. Senden bir baş küçük kalacaktır belki de. Yok be babaanne, insan sevdiğinin kusurunu görür mü, sevdiği, tıpkı çocuğu gibi, dünyanın en güzeli, biriciği değil midir? Ama babaanne, sen henüz Cemil’le tanışmadın ki.

Beyazlar doluyor gözlerinin içine. Beyazların arasından bir ses “Ah, kendine geldi,” diyor. Hareketle rüzgârlanan bir bez parçası, lastik bir ayakkabının mermer zemin üzerindeki kayışına benzer bir vızırtı; pürtelaş bir koşuşturma. Kulağının dibinde yine o saniyelik vuruşlar. Ayak sesleri çoğalıyor, yaklaşıyor; beyaz daha da artıyor. Kalın, tok, kibar bir erkek sesi “Zeynep Hanım, beni duyuyor musunuz?”

Elbette duyuyor, bakışlarını beyazdan kaldırıp yukarılara doğru çeviriyor. Uğultular çoğalıyor. Alnı açık, gözlüklü bir adam duruyor.

Eğiliyor adam; arkasından hareketli, telaşlı kara görüntüler de. Biraz sonra sözlüye kalkacağını biliyor. O bakışlar, yeşile çalan ela gözler böyle kendisine doğru eğildiğinde, mutlaka kötü bir şeyler olacaktır. Mutlaka sözlüye kalkacaktır, başka çaresi yok, keşke çalışsaydım, yine bende sıra, yine yine… Bu başımdaki uğultu, şimdi boşluğa doğru giden zonklama hep bu yüzden.
Gözlerini karanlığa açtı. Bir süre sonra alıştı karanlığa, hatta sonra tam bakışlarının hizasına denk gelen şeffaf hortumu, hortumun içinde akan sıvıyı fark etti. Sıvının rengi belli değildi. Başını yana çevirmek istedi, fakat dönemediğini, hatta dönüp dönmediğini anlamadığını fark etti. Birden ortalık aydınlandı ve bir kadın peydahlandı başucunda. Yaklaştıkça, tanıdık geldi kadın kendisine, ne kadar da çökmüş, ne kadar da kederli bir yüzü var bu kadının? Annesine benziyor. İyi de annesi bu kadar yaşlı, bu kadar şişman mıydı? Kumral değil miydi, o da annesinden almamış mıydı teninin, saçının rengini? Şimdi ise kızıla çalan mat sarı saçları var. Gözlerinin önü de nasıl morarmış.

Annesi elbette, sadece çok üzgün. Belki de duymuştur Cemil’le ilk buluşmalarını, hemen kim söylemiştir ki? Şişkin yeşil damarları yılanı andıran elleri yaklaştı, başına koydu. Hissedemiyor başındaki eli.

“Kızım, yavrum, Allah seni bize…,” diyor annesi, ama sonunu getirmiyordu. Sonra babasının yüzüyle karşılaştı. Öylece bakışıyorlardı.

Babası eğildi:
“Nasılsın kızım, beni duyuyor musun?”

Sadece şaşkındı, ikisinin de ellerinin neden bu kadar damarlı olduğunu, babasının saçlarının niye böylesine beyazladığını anlamaya çalışıyordu.

Annesi, “Yavrum, duyuyor musun beni?” dedi yeniden.

Sonra arkasını döndü annesi, “Açtı, gözlerini açtı.” Annesinin arkasından kıvırcık saçlı bir baş belirdi. Aaa, ama Meryem Hala bu. Meryem Hala hiç de asabi görünmüyor, sadece çok üzgün. Uykusuz ya da çok ağlamış gibi kırmızı gözleri. Meryem Halayla oracıkta baş başa kalıyorlar. Kızmadın değil mi biraz önce sana asabi dediğim için? Babamın sesini işittim, yan odadan geliyor. Kocası denilen o pezevenk, ibne, ulan madem kocalık yapamayacaksın, ne diye girersin elin kızının günahına. Allahın ibnesi diye bağırıp duruyor. Babam bizler o yaşlardayken çok konuşurdu, ama sonraları bizler büyüdüğümüzde, ya da sen eve geri geldikten sonra, pek öyle konuşmaz oldu biliyor musun hala. Madem yok erkekliğin, ne diye evlenirsin be ibne, be bok herif. Bağırma bey, çocuklar duyacak şimdi. Kader, kader işte. Meryem Hala, ibne ne demek? Meryem Hala şimdi şaşkın, çaresiz dili tutulmuş bir halde sadece bakıyor. Her zamanki hali işte. Konuşmayan, ama her şeyi yüzünde, gözlerinde okunan Meryem Hala.

Mutlaka söylemeliydi onlara da babaannesiyle buluştuğunu.

“Babaannemi gördüm, biraz önce.”

Annesi haykırışa benzer bir ses çıkardı. Ah, kızım, ah bahtsız kızım. Elindeki mendili ağzına götürüp hıçkırmaya başladı. Şimdi babası duruyordu karşısında yine… Altları iri iri torbalı, kaygılı gözleri.

“Nasıl gördün babaanneni, kızım?”

Çok güzeldi, evet hep gülümsemiş, saçlarını okşamıştı. Sabun kokuyordu, Hacı Şakir, tabii ya Hacı Şakir kokuyordu. O önü fırfırlı mini eteğine kırmızı elma şekerini bırakmıştı. Kızmamıştı ona, elbisesini kirlettiği halde gülümsemişti hatta…
“Çok iyiydi, ama kendisini daha fazla ziyaret etmediğimiz için üzülüyor,” dedi. “Bir de,” kekeledi bir an, babasına baktı küskün küskün, “bir de evimizi yıktırıp yerine apartman yaptırdığına, dut ağacından sonra elma ağaçlarını da kestiğine çok kızmıştı.”
Başı uğuldadı yeniden, sesler birbirine karıştı.

Alnı açık, gözlüklü, beyazlı adam yeniden belirdi. ‘Zeynep Hanım, anlıyor musunuz beni?’ diyor.
Elbette, niçin anlamasın ki.
Ben doktor Necmi.
Doktor Necmi? Kimdi bu adam, annesinin teyze oğlu vardı doktor, Necmi miydi ki onun adı?

Adam işaret parmağını burnunun dibine uzatıyor. Gözleriyle parmağını takip etmesini söylüyor. Sağa doğru hareket eden parmağa bakarken adamın gözleri dikkatini çekiyor. Şu doktor Necmi Beyin yüzü hiç de yabancı gelmiyor kendisine, burnunun ucundaki okuma gözlüğüyle ne kadar da buyurgan, ses tonunu ne kadar yumuşatmaya çalışsa da bakışlarında yorgunluk ve bıkkınlık izleri taşıyor. Gülesi geliyor adamın bu haline. Adamın kaygılı gözlerine bakıp, onu teselli etmek için gülümsüyor. Sahiden kaygılı mı bu yüzü, yoksa numara mı yapıyor?

Kola şişesinin kızgın güneşin altında bu kadar hızlı ısınmasına sinirlenmesi de ne hoş. Bazen böyle gereksiz şeylere kızması insanın şımarıklık değil de ne!? İnsan tatildeyken her türlü şımarıklığı yapabilmeli, her türlü lükse de sahip olmalı ama. Onu güldürmüştü ya, o şişe kadar kızgın olduğunu kulağına fısıldayarak. Hemen otel odasına çıkmalıydılar. Göz ucuyla da Cemil’in önüne bakıyor. Mayosu gittikçe şişiyor, elindeki havluyu alıp kasıklarının üzerine atıyor. Belki de, suya atlayıp, sahilin bir yanını saran kayalıkların arkasına kadar gitmeliler. Açık havada, her an birileri tarafından görülebilme tedirginliğiyle daha heyecanlı olmaz mı? İyice huy değiştirdin, şaka yaptığını sanmıştım, ya birileri görürse bizi? Hem de karımı görecekler. Of, Cemil, ne kadar tutucusun! Bu adamda da dirhem fantezi yok ki. Bir de bilse o anda onu yabancı bir erkek gibi düşündüğünü, belki de hemen hemen her gün bankaya uğrayan Cevdet olarak… Tam da o anda aramanın zamanıydı yani! Cep telefonumu neden plaja inerken bile yanıma alıyormuşum, arayan o kişi kimdiyse, şimdi… Ne zaman baktı, ne zaman karıştırdı ki cep telefonumu? Cevdet A. kim? Kim olacak, bankadaki bir müşteri. Elbette, müşteriler cep telefonlarımızı da biliyorlar. İyi de şimdi Cevdet Bey aradıysa, benim ne günahım var? Hem nerden bilsin adam tatilde olduğumuzu? Sinirleniyor, sessizliğinden, yüzüne bakamayışından biliyor. Sesimin yumuşaklığına mı kızdı? Ama bu sessizliğin ardından fırtına kopuverecek gibi. Evet doğru, garip beni araması, hem de mesainin bitmek üzere olduğu bu saatte. Sessizliğin, küskünlüğün arkasından bir fırtına kopacak.
Fırtınadan kaçan Cemil denize atıyor kendini, hırsını denizden alırcasına sertçe atıyor kulaçlarını. Beceremiyorsun, çok çok fazla köpürtüyorsun denizi. Yaz tatillerini Bodrum’da sörf yaparak geçiren Cevdet –evet şimdi öğrendim ben de, Fethiye’de olduğumuzu duyunca söyledi Bodrum’da her yıl sörf yaptığını– hiç köpürtmeden, o iri uzun yapısına rağmen tüy gibi hafif hareket ediyordur denizin üzerinde. Senin gibi, su yutmuş küçücük bir dinozor gibi suyu çalkalayarak köpürterek çırpınıp durmuyordur.
Deniz dalgalanıyor, koca dalgalar ayak bileklerine vuruyor. Bu koyda dalgalanmaz hiç deniz oysa. Açık mavi renginden arınıp çok daha ötelerde masmavi, yer yer lacivert renklerdeki açıklara doğru kulaç atıyor Cemil. Biraz sonra siyah bir nokta oluyor. O kara noktanın iki yanından suyu köpürterek yukarı kalkan yeniden inen kolları zar zor görebiliyor. Şimdi, kaybolsa denizde o nokta, bir daha hiç çıkmasa ortaya? Belki de olur. Bir kramp girse ayağına, kendisi tek başına ne yapabilir, nasıl kurtarabilir ki onu? Yüzebilse bile oraya kadar, çekip çıkaramaz ki o yağlanmaya başlayan, küçük ama kalın bedeni. Geri gelmezse ne olur? Ağlar mıyım? Evet, elbette. Yüreği ağzında, heyecanla, kara noktanın deniz tarafından yutulmasını bekliyor. Yut deniz, yut o kara noktayı. Yutarsa deniz Cemil’i, denizden şişmiş bedeni su yüzüne çıktıktan, her şeyi arkamızda bıraktıktan sonra, eminim başsağlığıma da gelir Cevdet. Hiçbir engel yok artık aramızda, ama bana biraz daha zaman ver, şeklinde dileğimi nasıl anlatabilirim ona, o anlar mı, matemime biraz saygı gösterip sabırlı davranmayı, beklemeyi bilir mi? Sözle değil de, bakışlarımla, tam da siyahlı matem elbiselerimin içinde, elimi sıkıp başsağlığı dilerken, ona‚ “belki bir ay sonra, sular durulduktan sonra beni davet edebilirsin başka herhangi bir partiye” diyebilir miyim ki? Deniz pul pul, güneşin ışınlarıyla menevişleniyor, lacivert dalgalı bir kumaş gibi hareleniyor. O küçücük kara nokta gerçekten yok şimdi ortalıkta. Elini alnına siper edip gözlerini iyice kısarak, ufuk çizgisine kadar tarıyor denizi. Yok. Dalgalar beyaz beyaz köpürerek kıyıya çarpıyor. Ayaklarını yalıyor.

Tanrı Baba dileğimi tuttu, kara noktayı deniz yuttu.

Fışırtılı dalgalar ayağının başparmağı arasındaki iri çakıl taşını alıp götürsün istiyor. Ama taş sıkışmış oraya batıyor. Ayağını kıpırdatsa, hatta sadece başparmağını oynatabilse çıkıverecek yerinden. Ne ayağını ne de parmağını hareket ettirebiliyor. Eğilip elleriyle ayağının yardımına yetişebilir oysa, niye akıl etmiyor bunu, niye eğilemiyor? Deniz hırçınlaşıyor. Sahiden deniz mi yuttu Cemil’i? Anne niye ağlıyorsun ki böyle hıçkıra hıçkıra? Altı üstü bir çakıl taşı işte, dalgalar şimdi köpükleriyle alıp götürecekler onu. Bak, Cemil de göründü. Dalgalar saklamış onu. Sevindim geldiğine, biraz önceki kara nokta da sen değildin zaten. Of be anne, amma sulu gözmüşsün ha.
Sakin olun hanımefendi, şok yaşayan hastalarda… Gerçek bir teşhis koyabilmemiz için… Çok kan kaybetti… Ama, ablasını halası sandı, yirmi yıl önce kaybettiğimiz babaannesini gördüğünü söylüyor… Şu anda gerçekten… İnsan beyni çok karışık, bir rüya görmüştür, tomografisinde beyin hasar görmemiş… Biraz daha sabır, birkaç gün daha.
Bir hıçkırık. Hanım, yapma, iyileşecek, buna da şükretmeli. Ah bahtsız kızım. Ya bacağı, bacağını kurtarabilecek misiniz? Daha kaç yıl oldu şunun şurasında evleneli, nasıl söyleyeceğiz Cemil’in ölümünü.

Cemil’in ölümü?

Mermer bir taşın üzerine boylu boyunca uzanmış babaanneyi yıkamalarını sanki daha biraz önce görmüştü. Yaşlı bir kadın bir dua mırıldanıyordu, suyun şırıltısı ve duanın ahengi hüzne salmıştı içini de, Melek Halanın sesli hıçkırıkları sinirlerini bozuyordu. Keşke sussa Melek Hala. Yaşlı kadınların etrafını etle ördükleri babaannenin beyaz bir mendille çenesinin altından tutturulup tepesinden bağlanmış yüzünü görebiliyordu sadece. Gülümser gibi uyuyordu. Annesi kolundan tutup, sabun kokan nemli buharlı odanın dışına çıkarıyor onu, kapıyı kapatıyor. Babası kıpkırmızı gözlerle yanaşıyor, onu kucağına alıp göğsüne bastırıyor. Korkma kızım, o cennette şimdi. Babası niye artık onu kucaklamıyor? Ablasından önce evleneceğine kızmış mıdır acaba? Ama, Cemil saygılı bir çocuk, iyi aile terbiyesi almış, inşallah hep öyle kalır diyen o değil miydi?
Kaç kere gösterdim Cevdet’e alyansımı. Şebnem, saçma sapan sırıtıp durma, seninkisi geldi diye de dürtüp durma beni. Yanlış anlaşılacak, hayır hiç de kızarmadım, sadece kibar bir adam, kalemliğime kırmızı bir gül bıraktıysa ne çıkar ki bundan? Canım yakışıklı olsun, beni ne ilgilendirir, evli olduğumu unutuyorsun galiba?

Ama, Mehtap Hanım da evli, hem de kendi boyunda iki çocuğu var.

Olabilir, Mehtap Hanım yirmi yıllık evliliğinden bıkmış bir kadın. Biz daha üçüncü yılımızı bile bitirmedik. Hem biliyorsun, biz Cemil’le sevişerek evlendik.

Ablası hep çok acele ettiğini düşünüyor. Daha iki aydır tanıştığın biriyle nasıl bu kadar çabuk evlenmeye kalkışırsın? Hem sonra sen gerçekten seviyor musun bu çocuğu? Sırf evlenmiş olmak için evlenmeye kalkışıyorsan, çok büyük bir hata. Bir kez daha kıskanıyor ablam işte beni. Ondan daha güzel olmam benim suçum değil ki. O Meryem Halamın kopyası; kara kuru, üstelik boyu da kısacık. Sahiden hızlı mı davranıyorum şimdi evlenmeye karar vermekle? Hata mı yapıyorum? Ama yaşım yirmi altı oldu, otuzumdan sonra mümkün olmaz artık. Cemil çok iyi bir çocuk, çok seviyor beni. Ne dedi o gün bana bir bilsen. Şu beşinci kattan aşağıya düşsem ne yaparsın, diye sordum. Ben de arkandan atlarım, diye cevap verdi. Üstelik Maliye Bakanlığı’ndaki işinde çok hızlı yükselecek. Master da yapıyor. Âşıkmış mıyım ona? Elbette. Çok yakışıklı, uzun boylu erkeklerden hoşlanma meselesi eskiden kalma bir şey. Hem ne önemi var ki, ben hâlâ manken arayan o küçük kız mıyım?

Cevdet manken gibi. Kimliğine göre otuz altı, üstelik de bekâr.

Kayalıkların arasındaki çalılıkta sırtıma batan sert taşlara aldırmadan, canımın yanmasına rağmen bu göğün altında seninle çırılçıplakken, uzun süredir almadığım kadar zevk alırken, sendin benimle olan, başkası değil ki. Ne saçma, senden zevk almadığım zamanlar bunu hissedip artık seni sevmediğimi, zevk aldığımda da neden gözlerimi hep kapalı tuttuğumu söyleyip huzursuz olman Cemil!

Bir ağacın dalı sallanıp duruyor gözünün önünde. Dalın içinde rengini çözemediği bir sıvı akıyor. Sallanmıyor şimdi dal. Şeffaf bir hortumu andıran bir ağaç dalı. Ondan uzaklaşmaya çalışıyor, başını oynattığı, oynattığını sandığı halde, hortum hiç yer değiştirmiyor. Uzaklaştırması gerek şu burnunun dibinde akıp duran şeyi. Ama niye olmuyor?

Dudaklarını oynatıyor, içinde önüne geçemediği bir susama duygusu, kupkuru, buruş buruş olduğunu hissediyor. Su içmesi gerek, evet su, su.

Üç baş, altı göz yan yana, heyecanla ona bakıyorlar. Su mu istedin yavrum? diyor gözlerinin önü siyah halkalı kadın. Yanındaki adam, tabii ya susamış benim güzel kızım diyor sevinçle. Baba, baba inan ki hiçbir şey yapmadım. Senin kızın hiç yanaştırır mı oğlanları yanına, yüzünü hiç kara çıkartır mı senin? Evet doğru, geldi Cevdet Bey yine şubeye. Şirketlerindeki yemeğe davet etti, ama gitmedim ki ben. Ben temiz bir kızım. Cemil’den başka hiç kimse el sürmedi bana. Hiç kimse. Cemil de zaten size annesiyle iletmedi mi o gururlu haberi? Tabii ki, artık kimse kırmızı lekeli bir çarşafı bayrak gibi sallamıyor pencerelerde, ya da kayınvalidenin eline tutuşturulmuyor o kırmızı lekeli çarşaf. Ama, biliyorum, gururunu okşayan o haberi sana da ilettiler usulünce. Konuşmasan da, yine sessiz kalsan da, gurur duyduğunu kızınla, annemle birlikte bunca yıl emek vermişliğinizle övünüp durduğunuzu biliyorum. O zaman anladın değil mi, hani otobüste yanımda gördüğün çocukla gerçekten aramızda bir şey olmadığını? Yıllar önceki o karşılaşmanın tamamen tesadüf olduğunu? Söylemiştim anneme o akşam, fakülteden arkadaşımdı, tesadüfen aynı otobüse binmiştik, elinin bacağımın üzerinde oluşu da tamamen tesadüftü, insan böyle sıkış tıkış otururken bir otobüste… Kızarıp terlediysem, o çocuğu sana tanıştırırken –bak adını bile hatırlamıyorum– senin kızmış olabileceğini düşündüğümden, senin tedirgin bakışlarındandı.

Cevdet’e ben telefonumu vermedim, gitmedim onunla yemeğe. Ama, ne kadar güzel bir yüzü var Cevdet’in de. Üç günlük sarı sakalıyla yine de çok bakımlı, ses tonu öyle yumuşak ki. Üstelik gözlerime bile bakamıyor. Sadece, geçerken uğrayıp doğum gününe davet etti. İstedim, ama olmaz ki, ben evliyim, gelemem. Cemil’i inandıramıyorum ki Cevdet’le aramda bir şey olmadığına.
Sonsuza kadar çalacak mı şu telefon? Niye kimse açmaz? Üç, dört, uzaklaşıyor beyninde zonklayıp duran metalik ses, beş…
Birkaç kez açtı gözlerini… şu anda narkozda… maalesef kurtaramadılar… bu sesi ve bu hıçkırığı tanıyor. Hıçkırık dindikten sonra devam ediyor ses matemle konuşmaya. Hayır, dizden aşağısını aldılar, kurtaramadılar bacağı…

Dizaltı eksik biri topal değil, düpedüz koltuk değneklerine mahkûm bir sakat. Bu depremden sonra ne çok sakat insan doluştu sokaklara; köprü üstlerinde, köprü altlarında dilenen ne çok bacaksız, kolsuz insan var! Deprem bu, ne yaşa ne cinsiyete ne milletine bakar; sadece evlerini, en yakın akrabalarını almaz elinden, böyle bacağına da göz diker insafsızca. En çok da Sıhhıye Köprüsü’nün altındaki tek kollu, tek bacaklı küçük oğlan çocuğu dokunuyor kendisine. O çocuk büyüyebilecek mi? Sadece sağlam tek kolu ve tek bacağıyla uzayacak, delikanlı olacak yani. Ama bunları düşünürken içi hiç de sıkıntılı değil, öyle huzurlu ve dingin ki. Bu huzur içindeyken insan, bırak depremde bacağını kaybetmiş birini düşünüp üzülmeyi, ayağının iki parmağı arasına sıkışmış etini acıtan şu çakıl taşını bile eğilip alamıyor işte. Sahi bu taş nasıl oldu da gelip parmaklarının arasına girdi? Siyah noktanın deniz tarafından yutulmasını dilerken, çakıl taşı da gelip kuruldu oraya.

Deniz kızıla çalıyor, onun içinden çıkan Cemil’in saçlarından şıpır şıpır sular akıyor. Kan kırmızısı tok ağır damlalar. Ama yavaş sürmüyor ki şu arabayı! Bu kadar sis varken… Yavaş, n’olur, bak göz gözü görmüyor. Nasıl böyle bir şey sorabilirsin, elbette sadece bir müşteri Cevdet Bey. Kızıl bir ışık var önlerinde, niye görmüyor Cemil, niye yavaşlamıyor bu çocuk? Yavaşla, yavaşla, önümüzdeki kamyon… korna sesi kulağını patlatacak gibi. Of, nasıl da uykum var.

Zeynep gözlerini açtığında o güçlü ışığa dayanamadı. Kırpıştırıp dururken gözkapaklarını, bir yandan da unuttuğu şeyi bulmaya çalıştı. Işığın bu kadar güçlü olmasına rağmen neden ısıtmadığını çıkaramadı. Tatil yaptıkları o sessiz koyda güneşin altında uzanmış düş kurarken, bedenini yakan güneşin içine yaydığı huzur gibi bir şey vardı yine de. Bazen dut ağacının gölgesinde o renkli mindere bağdaş kurmuş babaannenin kucağına otururken de, o kırmızı fırfırlı eteği üzerinde bahçenin dört bir yanına dökülmüş yumuşak, yer yer kızıla çalan dutları toplarken de, kafasının bir yerinde bir şey unuttuğu duygusu vardı hep. Uzayınca babaanneyle bu kucak kucağa oturmalar, beyaz buruşuk teninden aldığı sabun ve tütün kokusunu içine çekip uyku mahmurluğuna geçse de, her defasında içine bir sıkıntı çöktü ve uzaklaştı dut ağacının gölgesinden, babaannesinden.

Birden aklına geldi hatırlamaya çalıştığı şey. Parmaklarının arasındaki o taşı çıkarmalıydı. Parmaklarını ne kadar oynatsa, ayağını ne kadar havada sallayıp dursa da hiç çıkmaya niyetli değil inatçı şey. Taşın kemirdiği parmak etlerinin kanadığını hissediyor. Yapması gereken, yere oturup o taşı oradan almak. En ufak bir yaranın bile mikrop kapmasının insanın başına neler açacağını bilmeyen mi var? Ama hareket edemiyor ki eğilip taşı alabilsin. Sıkıştırıp duruyor parmaklarını. Cemil çıkarsa şimdi denizden, yetişir imdadına, rahatlatır ayağını.

Unuttu parmağını, acısını da. İçine sükûnet doldu yeniden, Cemil’i beklemeye karar verdi. Kulağının dibinde eşit aralıklarla yeknesak, belli belirsiz işittiği o sinyal sesini merak etti bir kez daha, sonra boş verdi. Birden sıcaklığını hissetti güneşin. Ne güzel bir gün diye düşündü, yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Tuzak

Editor

Bir Tutam Gündüz Bir Tutam Gece

Editor

Guy de Maupassant Öykücülüğü ve Kan Davası Öyküsü

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası