İkinci İntifada, 11 Eylül, Lübnan İç Savaşı, Irak, Afganistan ve Pakistan’da intihar saldırıları… 1906-1908 arasında Tahran ve İstanbul’daki rejim derişikliklerinin yol açtığı kanlı olaylar… 1920’lerde kurulan manda rejimlerine karşı yükselen isyan dalgaları ve baskı rejimleri… 1948’de Filistin’in paylaşılmasıyla başlayan protestolar, askeri darbeler, yıkılan rejimlerden çok daha baskıcı yönetimlerin tırmandırdığı gerilim… 1979’daki İran Devrimi, Mekke’deki İslamcı ayaklanma, Camp David Anlaşmaları ve Afganistan’ın işgalinin sebep olduğu olaylar… 1990’larda Mısır ve Cezayir’deki cihad yanlısı silahlı mücadeleler ve El-Kaide…
Bozarslan’ın çalışması, Ortadoğu’daki şiddetin kronolojisinde üç ana dönemi öne çıkarıyor: 1906-1979 arasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan İran’a uzanan devrimci hareketler, 1948’de Filistin’in bölünmesiyle 1950-1970 arasının otoriter rejimleri, 1966’da Seyyid Kutb’un idamıyla başlayan ve günümüze kadar gelen İslamcı muhalefetler.
“Ortadoğu’da şiddet hakkında çalışmak, mayınlı araziye girmeyi kabullenmek anlamına gelir” diyen Bozarslan, Ortadoğu’nun bu şiddet geleneğini orada yaşayanların kaderi olarak gösteren kültüralist eğilimden uzak durarak bu zorlu arazide başarıyla ilerliyor.
Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi önce baskıcı rejimin, ardından bu rejime karşı isyanın ve nihayet isyanın bastırılmasının aracı olan şiddeti, dinamikleri ve kökenleriyle; insanları silahlı mücadeleye ya da kendilerini feda etmeye iten sosyo-ekonomik nedenleriyle birlikte çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
***
TÜRKÇE ÇEVİRİYE ÖNSÖZ
Her kitabın zamanda ve mekânda uzaklara giden karmaşık bir şeceresi bulunur. Okuyucunun elindeki çalışma da bu kurala bir istisna oluşturmamaktadır. Şiddet konusuna uzun yılladır duyduğum ilginin temelinde, her şeyden önce, Türkiye’nin 1970’lerde ve daha sonraki onyıllarda ürettiği ve yaşadığı zor ve şiddet olgusu bulunmaktadır. Bir “58”li olarak 12 Mart Beyaz Terörü’nü ve 1970’lerdekl şiddet döneminin ilk yıllarını doğrudan izleyebildim. Daha sonraki yıllarda, Şerif Mardin’in, Semih Vaner’in ve Dogu Ergil’in bu konudaki çalışmalarını defalarca okudum. Avrupa’da, bu nesilden gelen diğerleri gibi, benim de uzun yıllarım Türkiye’nin krizler ve şiddetle belirlenmiş başdöndürücü siyasi kronolojisini uzaktan ama yakinen takip etmeye çalışmakla geçti. Konuya ilgimin ikinci nedeni olarak, kişisel hayat hikâyelerimden dolayı uzun yıllardır yakından izlediğim Ortadoğu’daki Kürt sahasına göndermede bulunmam gerekiyor. Kürt meselesinde devlet zoru ve Kürt hareketlerinin 20. yüzyıl boyunca şiddete dayalı bir direniş siyasetine başvurması, zihnimde çoğu hala bir muamma olarak kalan onlarca soru yarattı. Son olarak da, Paris’teki son derece geç yaşta başlamış talebelik yıllarıma atıfta bulunmam ve dolayısıyla bu Önsöze üçüncü -ve son- şahsi bir not düşmem gerekli. 1986’da Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü’ne Profesör Rémy Leveau’nun danışmanlığında “Arap Dünyası Yüksek Lisans Programı”na yazıldığımda, Ortadoğu en tatsız dönemlerinden, en karanlık sübjektivite rejimlerinden birini yaşamaktaydı. Irak-İran Savaşı yüz binlerce insanın heba olduğu kısır bir trajedi olarak hepimizi büyük bir kötümserliğe itmekteydi. Hocalarımız, bize Afganistan Savaşı’nın Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasında ciddi bir rol oynadığını izah ediyorlardı; ama “Dogu”‘dan ışık değil ancak umutsuzluk geliyordu. Son olarak da, Lübnan İç Savaşı tam anlamıyla bir intihar boyutunu almaktaydı. “Geleceğin genç araştırmacılarını” manen korumayı dileyen hocalarımız, bizi, bu savaş döneminde Hizbullah tarafından kaçırılan, yazılarını büyük bir heyecanla okuduğumuz, araştırmacı Michel Seurat’nın akıbeti konusunda her türlü bilgiden uzak tutmak istiyorlardı. Ancak Seurat’nın esarette öldüğü haberi Fransız makamlarınca resmen doğrulanınca, korkularımızın maalesef gerçekleştiğini öğrenebildik.
Yaşamımızı bu denli belirleyen şiddet olgusu neden sosyal bilimlerin bir konusu haline gelemiyor, sorunsallaştırılamıyor, akademik çalışmalarda genellikle bir dipnot olarak geçiyordu? Bu önsözde, her şeyden önce bu soruya cevap verebilmenin pek de kolay olmadığını belirtmek isterim. Bu zorluğun nedenlerinden biri, belki de, toplumların geçmiş yarılmalarını deşmekten ve tahlil etmektense, mazilerinde bırakmayı tercih etmeleri, bazen de Lübnan İç Savaşı’ndan sonra olduğu gibi, edebiyatı “şiddetin hikâyesi”ni anlatmakla yükümlemeleri olsa gerek. İkinci neden ise, bir ihtimal, şecereleri itibariyle pozitivizmin çocukları olan sosyal bilimlerin, genellikle toplumsal kaidelere ve tarihsel eğilimlere ağırlık vermeleri, “kural dışı” davranışları (ve sosyalizasyonları) “anomi” kavramıyla açıklamaya yönelik olmaları. En sevdiğim sosyologlardan biri olan Peter Berger “temel sosyolojik sorun suç değil, kanun, boşanma değil, evlilik, ırk temelli aynmcılık değil, ırk temelinde katmanlaşma, ihtilal değil iktidar” derken, kısmen de olsa, sosyal bilimlerin korkarak yaklaştıkları bu “tehlikeli” konuların “kuraldışılığına” atıfta bulunmaktadır. Şiddet, tabiatı gereği, bu konuların başında yer alıyor.
Oysa ki, en azından bazı hallerde radikal bir “yapı-kırıcı” olarak şiddet olgusu, sosyal bilimlerin en höristik konularından biri olarak değerlendirilebilir, kendisinin berisinde ve ötesindeki iktidar ve hâkimiyet ilişkilerini aydınlatabilir. Höristik bir konu, doğal olarak, sosyal bilimlerin bir muammasını oluşturur; böyle bir konunun anlam ya da anlamlarını sadece kendisinden yola çıkarak kavrayabilmemiz ve açıklayabilmemiz mümkün değildir. “Olgunun berisi ve ötesi” ise, her şeyden önce, bu çalışmada kısmen az yer tutan, ama diğer bazı çalışmalarımda daha ayrıntılı olarak ele aldığım hem tek tek ülkelerde, hem de bölgesel düzeyde ve “dünya-sistemi” düzeyindeki hâkimiyet ilişkileri ile ilgilidir. Şiddetin tarihi ve sosyolojisi, zorun ve şiddetin bazı anlarda son derece rasyonel bir şekilde, ille de devlet anlamına gelmeyen iktidar ilişkilerinin kurulması, dayatılması, yeniden üretilmesi veya reddedilmesinin bir aracı olarak onaya çıktığını göstermektedir. Ama okuyucunun elinde kitap, bu yaklaşımın da her zamanı ve her mekânı içeren bir izah kapasitesine haiz olamadığını, iktidar ve hâkimiyet ilişkilerinin ve direnişlerin sübjektivitelerde yarattıkları algılanmalar, kırılmalar, bekleyişler ve nihilizme varabilecek gerilimler yoluyla şiddet üretici bir nitelik kazandıklarını, bu nedenle de, araştırmanın sübjektivite rejimleri üzerine yoğunlaşması gerektiğini önermektedir. Jean-Paul Sartre’ın 1939’da mükemmel bir şekilde dile getirdiği ve Max Pagés ve ekibinin son zamanlarda yeniden vurguladığı gibi, şiddete bu tür bir yaklaşım, sosyo-psikolojinin de, kendisinin “berisinde ve ötesinde”ki olgular temelinde, yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Burada değinmek istediğim ikinci husus ise terminoloji ile ilgili. Okuyucu, kitapta “terörizm” gibi “stratejik akıl” mahreçli kavramların özellikle kullanılmadığını fark edecektir. Kitabın girişinde bu kavramların neden analitik olarak yoksul oldukları açıklanmaktadır. Burada eklemek istediğim nokta, sosyal bilimlerde kavramların kendiliğinden bir bilimselliğe ve meşruiyete sahip olan terimler olmadığıdır. Sosyal bilimler kendi kavramlarını kendileri üretirler. Bu kavramların nasıl, hangi tür ampirik verilerden ve teorik konumlardan yola çıkarak üretildiklerini göstermeleri, onların refleksif bir yapı arz etmelerinin en önemli koşuludur. Bu kitapta ağırlık verilen temel kavramlar, zor, şiddet, radikalizm ve ihtilaf kavramlarıdır. Okuyucu bunların nereden geldiğini ve neden tercih edildiğini ilerideki sayfalarda görecektir. Burada zor [coercion] kavramının bir iktidar ya da elinde güç bulunan bir merci tarafından kullanılan şiddete tekabül ettiğini, İngilizce’deki violence anlamında kullanılan şiddet kavramının sosyal ve sivil şiddeti tanımladığını, radikalizm kavramının bir aşırılık kategorisi olarak değil de radikalleşme süreçlerinin vardırdığı bir konum olarak algılandığını ve Avrupa dillerindeki “conflict”e eş düşen ihtilaf teriminin ise toplumsal, siyasi, etnik bölünmeleri, ihtilafları ve mücadeleleri tanımladığını belirtmekle yetineyim.
Önsözde değinmek istediğim üçüncü nokta ise kitabın planıyla ilgili. Daha önce de söylediğim gibi, bu kitabı yazmaktaki amacım, daha çok, kendi nesilsel dönemimde gözlemlediğim şiddet olgusunu anlayabilmekti. Ne var ki, böylesine kesif ve çok-avatarlı bir olgunun anlaşılması, tarihsel bir arka planı zorunlu kılmaktaydı. Daha önceki dönemlerin hesaba katılmadığı ve günümüzle sınırlı kalan bir okuma, şiddet olgusundaki devamlılıklarının ya da kırılmalarının algılanmasına imkân vermeyecekti. Fakat, doğal olarak, konunun bu şekilde “genişlemesi”, araştırmacının her tarihsel dönemle ilgili aynı ölçüde yoğun bir yatırım yapması ya da yapabilmesi anlamına gelmemekteydi.
Kaldı ki, dönemler arasında, kitabın planını da açıklayan önemli farklılıklar bulunmaktaydı. Örneğin, oldukça geniş bir zaman dilimini kapsayan ilk bölüm, kitapta nispeten küçük bir yer tutmakta. Bunu nedeni, tabii ki, bu dönemde zor olgusunun gözlenmemesi değil. Birinci Dünya Savaşı, Ermeni soykırımı ve birer zor mekanizmaları olarak kurulan ya da yeniden yapılanan devletler, İsrail devletinin kurulması ve Filistin meselesinin doğuşu gibi kırılma noktalarıyla belirlenmiş bu dönemde, zorun iktidar ilişkilerini belirleyici ve sistemik bir nitelik kazanan bir praksis haline geldiğini görmekteyiz Ama kı-