Bu kitapta hikâyelerin tatlı diliyle o güzide insanları anlamayı, yüksek bir
Medeniyetin içindeki cevheri sergilemeyi amaçladım.
Hatıralarıyla aramızda yaşadıklarını farzederek bu hatıralara vefa borcumu yerine getirmeye çalıştım. Bir pencere açmaya çalıştım, yüzyıllar öncesine uzanan.
Bir yol tutturmaya çalıştım, ecdadımızı kucaklayan. Elim kısa, idrakim kısa,
yolum kısa kaldı, ancak avuçlarıma topladığım bir kaç parça parlak taşla sizlere hâl anlatmaya çalıştım.
Gönlüne, idrakine, ferasetine güvenenler o küçük pencereyi sonuna kadar açıp, benliğin dar patikalarından yürüyüp uzaklarda bir yerlerde kurulan sofralara
konuk olup, zerafetle asaletin kaynaştığı yüreklere tanış olabilirler…
önsöz
TARİHİN tanımını yapanlar, “geçmişti yaşanan olayların yer ve zaman belirtilerek sebep sonuç ilişkisi içerisinde objektif bir şekilde aktarılması” şeklinde ifadeler kullanırlar. Bana göre bu ifadeler tarih öğreniminin önemini anlatmada pek cılız kalmaktadır. Bir insanın hafızası ne kadar hayati bir önem taşıyorsa, tarih öğrenimi de, milletlerin hafızasının oluşmasında o kadar büyük bir yer tutar.
Tarih geçmişte yaşanıp bitmiş olaylar değil; geçmişte yaşanmış, ancak etkileriyle günümüzü kucaklayan olaylardan oluşur. Nesillerin ideal sahibi olmasında, kimlik ve aidiyet kazanmalarında, geleceklerine yön vermelerinde, İstikametlerini belirlemelerinde, özgüven duygularının gelişmesinde, tarihin aydınlatıcı ışığından yararlandır.
Tarihimizin en önemli temel taşını şüphesiz ki altı asır varlığını sürdüren, üç kıtaya hükmeden Osmanlı Devleti oluşturur. Ancak bu görkemli devleti ve yüksek karakterli insanlarını tanımanın yolu sadece siyasî tarihinin bilinmesiyle mümkün değildir. Savaşların, barışların, bir yığın kronolojik bilginin ötesine uzanabilmek gerekmektedir.
Bir ruh gibi incelip yüzyıllar öncesine dönerek, sokaklarında dolaşmak, sofralarına konuk olmalı, kervansaraylarında dinlenmeli, çarşılarında alışveriş yapmalı, onlarla halleşip söyleşmelidir. Belki o zaman bir parçacık da olsa, şimdilerde anlamamıza, anlayıp da hayatımıza geçirmemize imkan kalmamış, çoktan unutulmuş o güzel geleneklerinin özünü kavrayabilir, hissedebiliriz.
İncelen ruhlarımızla yüzyıllar öncesine uzandıgımızd.a usul usul dolaşmalıyız tarihin sokaklarında. Sadaka taşlarıyla neredeyse sokağın ortasına bırakılan paraların çalınmadığını, dükkanların kapıları eğreti bir mandalla tutturulduğu halde dönüp te kimsenin yan gözle bakmadığını görmeliyiz. Cumbalı ahşap evlerin, kocaman kapılarının sundurması altında nefeslenip, ahşapların silinmesiyle ortaya çıkan arap sabunlarının temizlik kokularını duymalıyız. Sıcak yaz günlerinde boğazımız kuruduğunda bedestende dağıtılan karanfil kokulu şerbetlerden içmeliyiz bir yudum ferahlık için.
Camilerin bir kösesine konduruluvermiş kuş evlerinde eğleşen kumruların ‘hu hu’ları ile başka alemlere kanatlanmak, kendimizden geçmeliyiz.
Ramazan akşamlarında büyük konakların iftarlarına katılıvermeli, mükellef bir sofrayla karnımızı doyurduktan sonra elimize tutuşturulan kadife keseyle bahşiş almanın mutluluğunu yudumlamalıyız asude bir çehreyle.
Uzun kış gecelerinde soğuktan titrediğimizde kapımız çalınmalı bizim de. Yoksullara kömür dağıtan şefkatli vakıf eliyle ocağımız tütmeli, alevlerin sıcaklığı küçük odamızı kaplarken bedenimizle birlikte kalbimizde ısınmak.
Aşkı, Dede Efendi’nin, Itrî’nin, nağmeleriyle hisseder ken, Balâ’nın, Fuzulî’nin, Nedim’in dizeleriyle dillendirmeli, Sinan’ın eserleriyle ateşinde yanmalıyız. Oradan yollara düşmeli, kocaman yüreklerimizle, aşkla yoğrulmuş benliklerimizle Kabe’ye yönelmeli, surre alaylarına katılmalıyız. Develerin ritimleriyle aylar boyu yol almalı, bilhırlaşan ruhlarımızla kutsal topraklara yüz sürmeliyiz.
Belki o zaman, katılaşan cisimlerimizi zamanımızda bırakıp dünyalarına ulaştığımızda, onlar gibi oturup, onlar gibi olmayı öğrendiğimizde bir parçacık da olsa anlayabiliriz.
Çalışmamda hikâyelerin tatlı diliyle o güzide insanları anlamayı, yüksek bir medeniyetin içindeki cevheri sergilemeyi amaçladım. Hatıralarıyla aramızda yaşadıklarını farzederek bu hatıralara vefa borcumu yerine getirmeye çalıştım. Bir pencere açmaya çalıştım yüzyıllar öncesine uzanan. Bir yol tutturmaya çalıştım ecdadımızı kucaklayan. Elim kısa, idrakim kısa,yolum kısa kaldı, ancak avuçlarıma topladığım bir kaç parça patlak taşla sizlere hâl anlatmaya çalıştım.
Gönlüne, idrakine, ferasetine güvenenler o küçük pencereyi sonuna kadar açıp, benliğin dar patikalarından yürüyüp uzaklarda bir yerlerde kumlan sofralara konuk olup, zerafetle asaletin kaynaştığı yüreklere tanış olabilirler.
Zehra Aydüz
Manchester, 2010
OSMANLI HİKAYELERİ
Bâcıyân-ı Rum
Anadolu Kadınları
GÖKÇEK ANA, kayın ağacından yapılma ucunda hafif eğrilik bulunan baston yerine kullandığı sopasına dayanarak kalkmaya yeltenince, iki genç kız atik hareketlerle yanında bitiverdiler. Yaşlı kadına yardımcı olmak amacıyla kollarına sarılmaya çakşırken Gökçek Ana onlara yerlerine dönmelerini işaret etti. Sopasından güç alarak ağır ve dikkatli hareketlerle kapıya yöneldi. Kendi işimi halledebilirim, elden ayaktan düşmedim ya diye düşünmesine rağmen bit taraftan da kızların saygı ve ihtimam yüklü tavırlarından hoşlanmadan edemiyordu. Avluya çıkıp bir iki nefes aldı.
Gün devrilmek üzereydi. Ortalığa hafif bir serinlik çökmüştü.
Bahçedeki akasya ağaçları yarı karanlığa bürünmüş, uçuk renklerde açan yaban gülleri yapraklarını kapatmıştı. Baharın yaza çevrildiği dönümlerde, gün bitiminin olanca güzelliğiyle yaşandığı günlerdeydiler.
Yaşlı kadın akşam namazı için abdestini tazeledikten sonra ağır adımlarla ilerlerken zaviyenin sohbet odasında yanan mumların titrek ışıklarını gördü. Buğulu bir is tabakası gri renkli, yer yer çatlaklar bulunan duvarları kaplıyor, gizemli ışık namaza duran kadınları çok farklı âlemlere aitler gibi gösteriyordu.
Duvarlardaki gölgeler devleşiyor, devleşiyor, zaviyenin kubbe şeklindeki çatısında esrarengiz şekillere bulunuyorlardı. Mırıltı halinde çıkan zikirler bu kubbeye yükseliyor, kelimeler gölgeden bedenler giyerek etrafa dağılıyor, içten duygular, cümlelere dökülmeden kalpten kalbe akıyordu.
Gökçek Ana gönüldaşlarına gülümseyerek baktı; Burası uç vilayetlerinde Bâcıyân-ı Rumlar tarafından kurulan bir zaviye idi.
Ertuğrul Gazi’nin Söğüt civarında çaldığı mayanın tutması, kurulan uç vilayetlerinin sağlam temellere oturması gerekliydi.
Orta Asya’dan buraları yurt tutmak için gelen Türkmenler şimdilerde Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Bey’in etrafında toplanıyorlardı. Söğüt’te kurulan beylik bir işaret parmağı gibi küfür diyarlarını gösteriyordu. Bu diyarlara ulaşılmalı, islam’ın bayrağı ötelere, çok ötelere taşınmalıydı. Yiğit alperenlerin adarı kişnemeden önce kadife yürekli bacılar, dervişler tarafından sınırlarda hareketlenme başlar, İslam’ın güzellikleri, güzel insanlar tarafından halka gösterilir, Bizans’ın ağır baskısından bunalan insanlara kurtuluşun bu yeni filizlenen devlette olduğu hal diliyle anlatılırdı.
Gökçek Ana’nın derin çatlaklar bulunan yaşlı yüzünde, kapının girişinde karanfil kokulu gül şerbeti dağıtan uzun boylu ince yapılı kızı görünce gevrek bir gülümseme oluştu. Karanfil kokulu gül şerbetinin kokusu kendisini yıllar öncesine taşımış, bu şerbeti çok seven anası yerine sayıp bağlandığı Fatma Bacısını bir kez daha minnetle hatırlamıştı.
Fatma Bacıyla tanıştığı günlerde Moğollar Anadolu’da bir kasırga gibi esiyor, umudar teker teker tükeniyordu. Gökçek, anne ve babası da dâhil olmak üzere bütün yakınlarını kaybetmiş ne yapacağını bilemeyen çaresiz bir genç kızdı.
Fatma Bacının düşkünlere kol kanat gerdiğini duyunca son bir umutla çareyi bu bilge kadına danışmada bulmuştu. Kayseri’de bulunan esnaflar çarşısında kadınlar…