Roman (Yabancı)

Otuz Dokuz Basamak

otuz dokuz basamak 5ed403e813839Uzun süre Afrika’da yaşamış olan Richard Hannay İngiltere’ye döndüğünde kendini, tüm Avrupa’yı savaşa sürükleyecek sansasyonel bir komplonun içinde bulur.

Dairesinde bir cesetle karşılaşan Hannay’in, hem komplocuların hem de ülkenin polis kuvvetlerinin dikkatini çekmesiyle öykü nefes kesici bir takibe dönüşür.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen önceki yaz aylarında geçen Otuz Dokuz Basamak, şimdiye kadar yazılmış en iyi ve en başarılı gerilim hikâyelerinden biri kabul edilir.
Otuz Dokuz Basamak’ın önemi, sadece ilk gerçek casus macerası olması değil, aynı zamanda o dönedeki sosyal ve politik olayları yansıtmış olmasıdır. Buchan’ın bazı varsayımları bugün sorgulanabilir, ama bu varsayımların o dönemin ve Buchan’ın ait olduğu sınıfın özellikleri olduğu unutulmamalıdır. Otuz Dokuz Basamak birçok kez filme alınmıştır, fakat hala beyaz perdeye ilk aktarımı olan, Alfred Hitchcock’un yönettiği, başrolünü Robert Donat’ın oynadığı siyah beyaz versiyonu en iyisidir.

Heyecanlı bir tavırla “Kapı kilitli mi,” diye sordu ve kapının zincirini kendi elleriyle taktı.

“Çok üzgünüm,” dedi mahcup bir tavırla, “Bu büyük bir küstahlık, ama siz bunu anlayabilecek bir adama benziyorsunuz. İşler sarpa sarmaya başladığından beri, bir haftadır aklımda siz varsınız. Bana bir iyilik yapar mısınız?”

“Sizi dinleyebilirim,” dedim. “Ancak bunun için söz verebilirim.” Bu sinirli adamın tuhaf tavırları beni germeye başlamıştı.

Komşum, yanında duran sehpadaki içki tepsisinden kendisi için sert bir viski soda hazırladı. Bardağı üç yudumda bitirdi ve sehpaya koyarken çatlattı.
“Özür dilerim,” dedi, “Bu akşam biraz huzursuzum. Çünkü şu anda ben ölü bir adamım.”
Koltuğa oturup pipomu yaktım.
“Bu nasıl bir his,” diye sordum. Artık delinin tekiyle uğraştığımdan oldukça emindim.

Yorgun yüzünde bir gülümseme belirdi. “Hayır, henüz delirmedim. Bakın bayım, bir süredir sizi izliyordum ve serinkanlı biri olduğunuzu düşünüyorum. Ayrıca dürüst biri olduğunuzu ve cesaret gerektiren işlerden korkmayacağınızı da düşünüyorum. Size sırrımı anlatacağım. Şu anda dünyadaki herkesten daha çok yardıma ihtiyacım var ve size güvenip güvenemeyeceğimi bilmem gerekiyor.”

***

-1-

Ölmüş Adam

 

O Mayıs akşamüstü, saat altı civarı şehirden döndüğümde hayatımdan nefret etmiş haldeydim. Üç aydır İngiltere’deydim ve buradan bıkmıştım bile. Bir yıl önce birisi, kendimi böyle hissedeceğimi söylese muhtemelen ona gülerdim; ama işte şu an bu durumdayım. Havadan rahatsızdım; ortalama İngilizler’in konuşmaları beni hasta ediyordu. Yeterince egzersiz yapamıyordum ve Londra’nın eğlence anlayışı bana, güneşte kalmış maden suyu kadar tatsız geliyordu. Kendi kendime durmadan, “Richard Hannay,” diyordum; “Çok yanlış bir deliğe düştün dostum ve hemen buradan çıkmaya çalışsan çok iyi olur.”

Buluwayo’da yaşadığım yıllarda yaptığım planları düşünmek dudaklarımı endişeyle ısırmama sebep oluyordu. Maddi durumum iyiydi – çok büyük bir servetim yoktu ama bana yetiyordu – ve hayattan keyif almak için birçok yol buluştum. Babam beni İskoçya’dan altı yaşındayken çıkartmıştı ve bir daha hiç eve dönmemiştim; yani İngiltere benim için bir nevi Bin Bir Gece Masalı gibiydi ve hayatımın geri kalanını orada geçirmek isteyeceğimi düşünmüştüm.

Ama İngiltere beni en başından hayal kırıklığına uğrattı. Bir haftadan kısa sürede çevredeki manzaraları görmekten bıkmıştım ve bir ay sonunda yeterince restoran, tiyatro ve yarışa gittiğime kadar verdim. Burada gerçekten iyi anlaştığım tek bir dostum bile yoktu; ki belki de bu her şeyi açıklıyordu. Beni evlerine davet eden birçok kişi oldu, ama benimle pek de ilgileniyormuş gibi görünmüyorlardı. Bana Güney Afrika’yla ilgili birkaç soru sorduktan sonra kendi dünyalarına dönüyorlardı. Birçok Emperyalist Leydi, beni Yeni Zelanda’dan gelen öğretmenler ve Vancouver’ dan gelen editörlerle tanıştırmak için çaya davet etti, fakat bunlar katıldığım en sıkıcı toplantılara dönüşüyordu. 37 yaşında, keyifli bir hayat sürmeye yetecek parası olan sapasağlam bir adam olarak, günlerimi sıkıntı içinde geçiriyordum. İngiltere’den ayrılıp tekrar Güney Afrika’ya dönmeye karar vermek üzereydim, çünkü İngiltere’nin canı en çok sıkılan kişisi haline gelmiştim.

O akşamüstü, sadece beynimi çalıştıracak bir konu olsun diye yatırım uzmanlarımla yatırımlarım üzerinde fikir alış verişinde bulunmuştum. Eve dönerken üye olduğum kulübe, daha doğrusu kolonilerde yaşayan zenginleri üyeliğe kabul eden bir birahaneye uğradım. Yavaş yavaş içkimi yudumlarken akşam gazetelerini okudum. Hepsinde Yakın Doğu’yla ilgili bir sürü haber vardı ve birinde, Yunanistan Başkanı Karolides hakkında bir makale yayınlanmıştı. Hatta adamı takdir ettim. Birçok açıdan oyundaki en büyük oyuncu oymuş gibi görünüyordu ve adımlarını dürüstçe atıyordu ki bu oyundaki birçok başka kişi için söylenemezdi. Yazılardan, Berlin ve Viyana’dakilerin ondan epey nefret ettiğini çıkardım, ama yine de onun istediği yolu izleyeceklerdi. Hatta bir gazetede, Karoli-des’in, Avrupa’yla Kıyamet Günü arasında duran tek bariyer olduğu yazıyordu. Bu tip bir iş bulup bulamayacağımı düşündüğümü hatırlıyorum. Balkanlar’ın, insana sıkılmak için fırsat bırakmayacak bir coğrafya olduğunu düşünmüştüm.

Saat altı civarında eve gittim, giyindim, Royal Cafe’de yemeğimi yedikten sonra bir müzikhole gittim. Zıplayıp hoplayan kadınlarla maymun suratlı adamların aptalca gösterisini bir süre izlediysem de uzun süre orada kalamadım. Portland Place yakınında kiraladığım daireme doğru yürürken hava yumuşak ve temizdi. Kaldırımda yanımdan konuşarak, bir işleri varmış gibi bir kalabalık geçti ve ben, yapacak bir işleri olduğu için onları kıskandım. Tezgâhtar kızlar, şık beyler, polis memurları; hepsinin onları hayata bağlayan bir işleri vardı. Kenardaki bir dilenciye iki buçuk şilin verdim, çünkü onu esnerken görmüştüm; o da benim gibi bu hayattan sıkılmıştı. Oxford Meydanı’nda başımı kaldırıp bu bahar gecesine baktım ve kendime bir söz verdim. İngiltere’ye karşıma bir şey çıkarması için bir gün daha verecektim, hiçbir şey olmazsa da kalkan ilk gemiyle Cape Town’a geri dönecektim.

Dairem, Langham Place’in arkasındaki yeni bir bloğun birinci katındaydı. Ortak bir merdiveni, bir asansörü ve bir asansör görevlisi vardı, ama restoran ya da onun gibi bir şeye sahip değildi ve her daire birbirinden oldukça izole haldeydi. Evlerde kalan uşaklardan nefret ederdim, bu yüzden gündüzleri işlerimi halletmesi için birini tutmuştum. Her sabah saat sekizden önce eve gelir, akşamları da yedide evine giderdi, çünkü hiçbir zaman akşam yemeğimi evde yemiyordum.

Anahtarımı kapıya sokarken, hemen yanımda duran adamı fark ettim. Yaklaştığını görmemiştim, bir anda onu görmek beni şaşırttı. Kısa, kahverengi sakalları, keskin bakışlı mavi gözleri olan zayıf bir adamdı. Onun, birkaç gün önce merdivenlerde karşılaştığım üst kat komşularımdan biri olduğunu gördüm. “Sizinle konuşabilir miyim,” diye sordu. “Bir dakika içeri gelebilir miyim?” Sesini kontrol etmek için çaba sarf ediyor ve eliyle kolumu sıkıyordu.

Kapıyı açıp ona içeri geçmesini işaret ettim. Komşum, hızla eşikten geçti, sigara içmek ve mektuplarımı yazmak için kullandığım arka odaya doğru yöneldi. Ardından geri döndü.

Heyecanlı bir tavırla “Kapı kilitli mi,” diye sordu ve kapının zincirini kendi elleriyle taktı.

“Çok üzgünüm,” dedi mahcup bir tavırla, “Bu büyük bir küstahlık, ama siz bunu anlayabilecek bir adama benziyorsunuz. İşler sarpa sarmaya başladığından beri, bir haftadır aklımda siz varsınız. Bana bir iyilik yapar mısınız?”

“Sizi dinleyebilirim,” dedim. “Ancak bunun için söz verebilirim.” Bu sinirli adamın tuhaf tavırları beni germeye başlamıştı.

Komşum, yanında duran sehpadaki içki tepsisinden kendisi için sert bir viski soda hazırladı. Bardağı üç yudumda bitirdi ve sehpaya koyarken çatlattı.

“Özür dilerim,” dedi, “Bu akşam biraz huzursuzum. Çünkü şu anda ben ölü bir adamım.”

Koltuğa oturup pipomu yaktım.

“Bu nasıl bir his,” diye sordum. Artık delinin tekiyle uğraştığımdan oldukça emindim.

Yorgun yüzünde bir gülümseme belirdi. “Hayır, henüz delirmedim. Bakın bayım, bir süredir sizi izliyordum ve serinkanlı biri olduğunuzu düşünüyorum. Ayrıca dürüst biri olduğunuzu ve cesaret gerektiren işlerden korkmayacağınızı da düşünüyorum. Size sırrımı anlatacağım. Şu anda dünyadaki herkesten daha çok yardıma ihtiyacım var ve size güvenip güvenemeyeceğimi bilmem gerekiyor.”

“Sen hikâyeni anlat,” dedim. “Ondan sonra bunu konuşuruz.”

Büyük bir çaba sarf ederek kendini toparlamaya çalışıyor gibi görünüyordu. Sonra karmakarışık bir hikâye anlatmaya başladı. Önce söylediklerinden hiçbir şey anlamadığım için sözünü kesip sorular sormak zorunda kaldım. Ama hikâyesi şuydu:

Komşum Kentuckyli bir Amerikalı’ydı, üniversiteyi oldukça iyi bir dereceyle bitirdikten sonra dünyayı görmek için gezmeye başlamıştı. Birkaç yazı yazmış, Chicago’daki bir gazete için savaş muhabirliği yapmış ve Güneydoğu Avrupa’da birkaç yıl yaşamıştı. Onun oldukça iyi bir dil bilimci olduğunu ve oradaki halkları yakından tanıdığını tahmin ettim. Hikâyesinde, gazetelerde gördüğümü hatırladığım birçok isim geçiyordu.

Bana, önceleri ilgisini çektiği için, daha sonra da kendine mani olamadığı için politikaya bulaştığını anlattı. Onun, her zaman meselelerin köklerine inmeyi seven, zeki ve huzursuz bir adam olduğunu düşündüm Fakat istediğinden biraz daha fazla derine inmişti.

Anladığım kadarıyla, bana anlattıklarının hepsini size anlatacağım.

Tüm hükümetlerin ve orduların gerisinde, çok tehlikeli insanlarca yönetilen çok büyük bir yer altı operasyonu yürütülmekteydi. Komşum bu operasyonu tesadüfen keşfetmiş, çok meraklanmış ve daha derinlere inmeye çalışınca da yakalanmıştı. Anladığım kadarıyla bu insanlar, dünyada devrimleri gerçekleştiren bir grup eğitimli anarşistten ve bu işe para için girmiş finansörlerinden oluşuyordu. Zeki bir adam, batmakta olan bu pazarda büyük kâr edebilirdi ve bu durum, Avrupa’yı anlaşmazlığa sürüklemek isteyen iki grubun da işine geliyordu.

Komşum bana, kafamı karıştıran birçok şeyi açıklığa kavuşturan tuhaf öyküler anlattı. Balkan Savaşı sırasında yaşanan olaylar, bir ülkenin nasıl olup da bir anda lider haline geldiği, bazı anlaşmaların neden yapıldığı ya da bozulduğu, neden bazı insanların ortadan kaybolduğu ve savaşın itici gücünün nereden geldiği gibi. Düzenlenen komplonun tek amacı, Rusya ve Almanya’yı anlaşmazlığa sürüklemekti.

Ona sebebini sorduğumda, bana anarşist grubun, bu durumda şansın kendilerine güleceğini düşündüğünü söyledi. Çok uluslu bir karmaşa ortamı meydana gelecek, onlar da bu karmaşadan yeni bir dünya yaratacaktı. Kapitalistler İsrail’e yaklaşıp enkazları satarak servetlerine servet katacaktı. Komşum, paranın vicdanı ve vatanı olmadığını söylüyordu. Ayrıca, bu işin arkasında Yahudiler vardı ve Yahudiler, Ruslar’dan ölümüne nefret ediyordu.

“Düşünebiliyor musun,” diye haykırdı, “Üç yüz yıl boyunca zulme uğradılar ve bu Yahudilerin intikamı olacak. Yahudiler her yerde, ama onları bulmak için çok derinlere inmeniz gerekiyor. Almanların yaptığı herhangi bir işi ele alalım. Onlarla iş yapıyorsanız, karşılaşacağınız ilk kişi, Eton ya da Harrow’da öğretilen İngilizceyle konuşan genç ve kibar Prens von ya da zu Bilmemne olur. Ama bu sizi yanıltmasın. İşiniz büyükse, onun ardındaki adamla tanışırsınız ki o, sivri çeneli, alnı hafifçe açılmış, açgözlü bir Westfalyalıdır. İngiliz gazetelerini titreten Alman iş adamı işte odur. Ama işiniz gerçekten çok büyükse, büyük patronla tanışırsınız. Bu konuda bire on bahse girerim ki karşınıza, ufak tefek, beyaz suratlı tekerlekli sandalyede oturan ve tek gözü bir çıngıraklı yılanın bakışlarına sahip olan bir Yahudi çıkar. Evet beyefendi, dünyayı o adam yönetir ve şimdi de bıçağını Çar’ın imparatorluğuna saplamıştır, çünkü teyzesi çok kızgındır ve babası Volga üzerinde, at mesafesinde bir yerde dövülmüştür.

Bu Yahudi anarşistlerin artık gerilerde kaldığını söylemeden edemedim.

“Hem evet hem de hayır,” diye cevap verdi. “Bir noktaya kadar başarılı oldular, ama sonrasında paradan daha büyük bir şey onların yolunu tıkadı; parayla satın alınamayacak bir şey, insanın doğal savaş içgüdüsü. Eğer zaten öldürülecekseniz, uğruna savaşacağınız bir bayrak ve bir ülke yaratırsınız. Ve eğer hayatta kalırsanız, bunu sevmeyi öğrenirsiniz. O aptal askerler, değer verdikleri bir şey buldu ve bu da, Berlin ve Viyana’daki güzel planı alt üst etti. Ama dostlarım uzun zamandır son hamlelerini yapmadı. Şimdi, son büyük numaralarını yapmaya hazırlar ve eğer bir ay boyunca hayatta kalmayı başaramazsam son hamleyi yapıp oyunu kazanacaklar.”

“Ama sizin ölü olduğunuzu sanıyordum,” diye ekledim.

“Mors janua vitae,”  diye karşılık verdi gülümseyerek. (Bu alıntıyı biliyordum: Hatta Latince bilgim bu cümleyle sınırlıydı.) “O meseleyi anlatacağım, ama önce sizi birkaç konuda bilgilendirmeliyim. Gazetenizi okuduysanız, muhtemelen Constantine Karolides ismini biliyorsunuzdur.”

Bunu duyunca oturduğum yerde doğruldum, çünkü henüz bu akşamüstü onun hakkındaki haberleri okumuştum.

“Bütün oyunlarını bozan adam o. Bu oyunun içindeki en zeki adam ve aynı zamanda dürüst biri. Bu yüzden geçtiğimiz on iki ay boyunca yetkileri düşürüldü. Bunu ben fark ettim, ama zor olduğu için değil, aptal biri bile bunu fark edebilirdi. Onu nasıl etkisiz hale getireceklerini öğrendim ve bu ölümcül bir bilgiydi. İşte bu yüzden ölmem gerekiyordu.”

Komşum bir içki daha içti. Hatta bunu kendi ellerimle hazırladım, çünkü bu tuhaf adamın anlattıkları ilgimi çekmeye başlamıştı.

“Onu kendi ülkesinde ele geçiremezler, çünkü Epirli korumaları büyükannelerinin bile derisini yüzer. Ama 15 Haziran’da, Karolides buraya gelecek. İngiliz Dışişleri Ofisi uluslararası çay partileri vermeye başladı ve bunların en önemlisi de bu tarihte gerçekleşecek. Karolides bu partinin onur konuğu olacak ve dostlarım başarılı olursa, asla onu seven vatandaşlarına dönemeyecek.”

“Ama bu çok basit bir durum,” dedim. “Onu uyarıp buraya gelmemesini sağlayabilirsin.”

“Yani onların oyununa mı gelmeliyim,” diye sordu sertçe. “Karolides gelmezse, onlar kazanır. Çünkü bu karmaşayı çözebilecek tek kişi o. Ve eğer hükümeti uyarılırsa, Karolides gelmez, çünkü 15 Haziran’da ne kadar önemli şeyler olacağını bilmiyor.”

“Peki ya İngiliz hükümeti,” dedim. “Onlar konuklarının öldürülmesine izin vermez. Onları uyarırsan, fazladan önlemler de alırlar.”

“İşe yaramaz. Bu şehri sivil dedektiflerle doldurup polis gücünü iki katına çıkartsalar da Constan-tine’in kaderini değiştiremezler. Dostlarım, bu işi eğlence için yapmıyor. Yükselişleri için tüm Avrupa’nın dikkatini çekecek, çok büyük bir olay yaratmak istiyorlar. Karolides, bir Avustralyalı tarafından öldürülecek ve olayın, Viyana ve Berlin’deki yönetimlerin bilgisi dâhilinde gerçekleştiğine dair çok kesin kanıtlar olacak. Bu elbette büyük bir yalan olacak, fakat olay dünyaya yeterince şüpheli görünecek. Söylediklerim boş laf değil, dostum. Bu korkunç entrikanın bütün detaylarını biliyorum ve inanın bana, bu Borgias Ailesi’nin başına gelenlerden beri yürütülen en büyük karalama kampanyası olacak. Fakat 15 Haziran’da Londra’da olacakların detaylarını bilen birisi hayatta olursa bunların hiçbiri gerçekleşmeyecek. Ve bu kişi, sizin sadık uşağınız Franklin P. Scudder olacak.”

Bu tuhaf adamdan hoşlanmaya başlıyordum. Çenesi bir fare kapanı gibi kapanıyordu ve keskin bakışları bakışları bir savaş ateşiyle parlıyordu. Bana uydurma bir hikâye anlatıyorsa bile, bu konuda tutarlıydı.

“Bu hikâyeyi siz nereden öğrendiniz,” diye sordum.

“Bu konudaki ilk ipucunu Tyrol, Achensee’deki bir handa buldum. Olay ilgimi çekince Buda’nın Galiçya bölümündeki bir kürk dükkânında, Viyana’daki bir Yabancılar Kulübü’nde ve Leipzig’de, Racknitzstrasse’deki küçük bir kitapçı dükkânında diğer ipuçlarına ulaştım. İpuçlarımı, on gün önce Paris’te tamamladım. Şu anda size detayları anlatamam, çünkü bu çok uzun sürer. Planın ne olduğundan emin olduğumda, ortadan kaybolmam gerektiğini düşündüm ve buraya gizlice, uzun ve dolambaçlı bir yolla geldim. Paris’ten züppe görünümlü, genç bir Fransız – Amerikalı olarak ayrıldım, fakat Hamburg’dan yelken açtığımızda Yahudi bir elmas tüccarı kimliğine sahiptim. Norveç’te, dersleri için Ibsen’de malzeme toplayan İngiliz bir öğrenci kimliğindeydim, Bergen’den ayrılırken ise özel ilgi alanı kayak filmleri çekmek olan bir sinemacıydım. Leith’den buraya gelirken yanımda Londra’daki gazetelere sunulmak üzere birçok kâğıt hamuru teklifi vardı. Düne kadar izimi kaybettirdiğimi düşünüyordum ve çok mutluydum. Sonra…”

Aklına gelen şeyi hatırlamak onu üzmüş gibiydi. Viskisinden büyük bir yudum daha aldı.

“Sonra, bu bloğun karşısında, sokakta duran bir adam gördüm. Genellikle bütün gün boyunca odamda kalıyor, sadece hava karardıktan sonra birkaç saatliğine, gizlice dışarı çıkıyordum. Adamı bir süre penceremden izledikten sonra onu tanıdığıma karar verdim… Adam içeri girip kapıcıyla konuşmuştu… Dün gece yürüyüşten döndüğümde posta kutumda bir kart buldum. Kartın üzerinde, dünyada en son karşılaşmayı isteyeceğim adamın ismi yazılıydı.”

Sanırım o anda komşumun gözlerindeki bakış ve yüzünden açıkça okunan korku, onun dürüstlüğüne tamamen inanmamı sağladı. Ona daha sonra ne yaptığını sorarken, benim sesim de biraz ciddileşmişti.

“Beni köşeye sıkıştırdıklarını ve bundan kurtulmanın tek bir yolu olduğunu anlamıştım. Ölmek zorundaydım. Peşimdekiler öldüğümü öğrendiğinde, bu işin peşini bırakırdı.”

“Peki, bunu nasıl yaptınız?”

“Oda servisimi yapan adama kendimi çok kötü hissettiğimi söyledim ve kendimi ölmüş gibi göstermek için odama çıktım. Bu çok zor bir iş değildi, çünkü bu tip hileler konusunda hiç de beceriksiz sayılmam. Sonra bir ceset buldum – nereye gideceğinizi biliyorsanız Londra’da istediğiniz zaman bir ceset bulabilirsiniz. Cesedi dört tekerlekli bir kamyonun arka kasasına koydum ve cesedi odama kadar yardım alarak taşıdım. Anlarsınız ya, adli soruşturma için bazı deliller yaratmalıydım. Yatağa girdim ve uşağıma bana bir uyku ilacı hazırlamasını söyledim. Ardından onu odamdan gönderdim. Uşağım bir doktor çağırmak konusunda ısrar etti fakat ben onu biraz tersledim ve ona, dalkavuklardan hiç hoşlanmadığımı söyledim. Yalnız kaldığımda, cesedi kendime benzetmeye başladım. Boyu ve kilosu bana yakındı ve tahminime göre çok fazla alkol aldığı için ölmüştü, bu yüzden odanın birkaç yerine içki şişeleri bıraktım. Bana benzemeyen tek yeri çenesiydi, ben de adamın çenesini bir silahla uçurdum. Ertesi gün birkaç kişinin dün gece silah sesi duyduğuna yemin edebileceğini tahmin ediyordum, ama benim katımda kalan kimse yoktu ve bu riske girmeye değeceğini düşündüm. Böylece cesedi, üstünde benim pijamalarımla yatakta bıraktım. Silah yatağın üzerinde duruyordu ve etrafı da epeyce dağıtmıştım. Sonra, acil durumlar için hazır bulundurduğum bir giysi bavulunu aldım. Arkamda ipucu bırakma korkusuyla tıraş olmaya cesaret edemedim, ayrıca sokağa çıktığımda bunun bana hiçbir faydası olmayacaktı. Bütün gün boyunca aklımda siz vardınız ve sizi ziyaret etmek dışında yapabileceğim hiçbir şey olmadığına karar verdim. Geldiğinizi görene kadar penceremden sokağı izledim, sonra da sizinle karşılaşmak için sessizce merdivenlerden indim… İşte böyle, beyefendi. Sanırım artık siz de bu konuda benim bildiğim her şeyi biliyorsunuz.”

Gerginlikten seyiren ama yine de çok kararlı görünen gözlerini bir baykuş gibi kırpıştırarak oturdu. Artık ben de, bana dürüst davrandığına epeyce inanmıştım. Anlattığı hikâye çok inanılmazdı, ama şimdiye kadar doğru olduğu ortaya çıkan birçok abartılı öykü dinlemiştim ve hikâyeden çok, anlatan kişiye inanmaya ya da inanmamaya eğilimliydim. Niyeti dairemde kendine bir yer edinip sonradan boğazımı kesmek olsa, muhtemelen daha inanılır bir hikâye uydururdu.

“Bana anahtarlarınızı verin,” dedim. “Gidip cesede bakmak istiyorum. Bu tedbir için kusura bakmayın, fakat ben de elimden geldiğince durumu doğrulamalıyım.”

Koşum kederle başını salladı. “Bana bunu soracağınızı tahmin etmiştim, fakat anahtarım yok. Şu anda, giysi dolabımın üstündeki anahtarlığıma takılı halde duruyor. Onu orada bırakmak zorundaydım, çünkü şüphe çekecek hiçbir ipucu bırakmamam gerekiyordu. Peşimdeki insanlar oldukça kurnazlar. Bu gece için bana güvenmeniz gerekecek, yarın sabah zaten ceset hakkındaki her şeyi istediğiniz kadar duyabileceksiniz.”

Kısa bir süre düşündüm. “Pekâlâ. Bu gecelik size güveniyorum. Sizi şu odaya kilitleyeceğim ve anahtar da bende duracak. Tek bir şey söyleyeceğim Bay Scudder. Sizin dürüst biri olduğunuza inanıyorum, ama değilseniz, sizi uyarmalıyım, silah kullanmak konusunda hiç de beceriksiz biri sayılmam.”

“Elbette,” diye atıldı canlı bir sesle. “Henüz isminizi öğrenme şerefine erişemedim beyefendi, ama size iyi bir insan olduğunuzu söyleyebilirim. Ayrıca bana bir jilet verebilirseniz size müteşekkir olurum.”

Onu yatak odama götürdüm ve rahat bıraktım. Yarım saat sonra odadan, tanımakta zorluk çektiğim birisi çıktı. Sadece keskin bakışlı, istekli gözleri değişmemişti. Komşum sinekkaydı tıraş olmuş, saçlarını ortadan ikiye ayırmış ve kaşlarını da kısaltmıştı. Hatta ten rengine kadar, uzun süre Hindistan’da görev yaptıktan sonra operasyondan yeni dönmüş bir İngiliz subayına benziyordu. Gözüne yerleştirdiği bir monoklü bile vardı. Ayrıca, Amerikan aksanı da tamamen kaybolmuştu.

“Aman Tanrım! Bay Scudder!” dedim şaşkınlıkla.

“Bay Scudder değil,” diye düzeltti. “40. Gurkhas Bölüğü’nden, izinli olarak vatanına dönmüş olan Yüzbaşı Theophilus Digby. Bunu unutmazsanız size minnettar olurum, efendim.”

Ona çalışma odamda bir yatak yaptım ve ben kendi yatağıma girdiğimde, son bir aydır hiç olmadığım kadar neşeli olduğumu fark ettim.

Hayatta böyle şeyler olabiliyordu, bu Tanrının unuttuğu büyük şehirde bile.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Tutulma

Editor

Geceyarısı Tutkusu

Editor

Yazgı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası