PÂL SOKAĞI’NIN ÇOCUKLARI
I
Saat bire tam çeyrek vardı ki, doğa bilimleri salonunda öğretmen masasında, uzun ve boş deneylerin sonunda, güçlükle, heyecanlı bekleşmelerin ödülü olarak, Bunsen lambasının renksiz alevinde zümrüt yeşili, nefis bir çizgi parladı. Bu, öğretmenin, alevi yeşile boyadığını kanıtlamak istediği maddenin gerçekten alevi yeşile boyadığını gösteriyordu. Evet, bire çeyrek kala, tam bu zafer dakikasında, komşu evin avlusundan piyano sesleri gelmeye başladı ve bununla, sınıftaki ciddilik ortadan kalkıverdi. Bu sıcak mart gününde pencereler ardına kadar açıktı ve müzik, serin ilkyaz rüzgârının kanatlarında dersliğe doluyordu. Bu, piyanoda bir yürüyüş marşına dönüşen oynak bir Macar havasıydı ve öyle tatlı, öyle şen yankılanıyordu ki, bütün sınıf gülümsemek istedi; hatta, gerçekten gülümseyenler bile oldu.
Bunsen lambasında yeşil alev neşeyle dalgalanıyordu ve buna ancak ön sıradan birkaç çocuk dalmıştı. Ötekiler pencereden dışarıya bakıyorlardı. Buradan, komşu küçük evin damı ve uzakta, parlak öğle güneşi altında, kilisenin çan kulesi görünmekteydi. Bu kuledeki saatin yelkovanı on ikiye doğru, bakanlara avuntu verecek biçimde ilerliyordu.
Çocuklar pencereden dışarıya dikkat edince, müzikle birlikte, başka, yabancı seslerin de salona dolmakta olduğunun ayrımına vardılar. Atlı tramvayların sürücüleri boru çalıyor, evlerin birinde bir hizmetçi kız piyanodakinden büsbütün başka bir şarkı söylüyordu.
Sınıf kıpırdanmaya başladı. Çocukların bir bölümü sıralarında kitaplarını karıştırıyor, daha dürüst olanlar kalemlerini temizliyor, hokkasını kapatıyordu. Bu öyle güzel yapılmıştı ki, birisi cebine bir yumruk veya bir tekme indirmedikçe içinden mürekkep sızmazdı. Çele, dağılmış olan kitap yapraklarını topluyordu. O, kitap yerine bunları getirirdi. Çünkü şıklığa düşkündü; başkaları gibi bütün kitaplığı koltuğunun altında taşımazdı. Yalnızca gereken yaprakları getirirdi. Bunları da iç ve dış ceplerine özenle dağıtırdı. Çonakoş, en arka sırada, canı sıkılan bir suaygırı gibi esniyordu. Vays cebinin içini dışına çevirdi ve saat ondan saat bire kadar cebinden lokma lokma koparıp yediği ekmeğin kırıntılarını temizledi. Gereyb ayağa kalkmak isteyen insanın yaptığı gibi, sıranın altında ayaklarını yere sürtmeye başladı. Barabaş hiç sıkılmadan muşambasını dizlerine yaydı; kitapları boy sırasıyla üst üste koydu.
Sararken sırımı öyle güçlü sıktı ki altındaki sıra bile gıcırdadı ve kendisi kıpkırmızı oldu. Özetle, herkes çıkmak için hazırlık yapıyordu. Beş dakika sonra her şeyin sona ereceğinden haberi olmayan yalnızca öğretmendi. Yumuşak bakışlarını sevimli çocuk başlarının üstünde dolaştırarak:
– Bu ne? diye seslendi.
Bunun üzerine odayı derin bir sessizlik kapladı. Bir ölüm sessizliği… Barabaş ister istemez sırımı gevşetti; Gereyb ayaklarını altına çekti; Vays cebini gene içeriye çevirdi; Çonakoş ağzını eliyle kapayarak esnemesini avucunun arkasında tamamladı; Çele “yapraklar”ı oldukları yerde bıraktı; Bika kırmızı hokkasını çabucak cebine soktu ve bundan, cebe iner inmez, güzel mavi bir mürekkep sızmaya başladı.
Öğretmen :
– Bu da ne? diye yineledi.
Şimdi herkes yerinde kımıldamadan duruyordu… Sonra, öğretmen, neşeli piyano seslerinin dolduğu pencereye baktı. Sanki, bu seslerin öğretmenlik yetkesi altında olmadığını herkese anlatmak istiyordu. Bununla birlikte, sesin geldiği yana doğru sert sert bakarak:
– Çengei, pencereyi kapa! dedi.
İlk sıranın başında oturan Çengei, minik Çengei kalktı, gayet ciddi ve sert bir yüzle pencereyi kapamaya gitti.
Bu anda Çonakoş sıranın yanından eğilerek küçük, sarışın bir çocuğa: – Dikkat, Nemeçek! diye fısıldadı.
Nemeçek başını geriye çevirdi ve hemen yere baktı. Yanına, buruşturulmuş bir küçük kâğıt yuvarlanmıştı. Aldı, açtı. Bir yüzünde “Bika’ya verilecek” diye yazılıydı.
Nemeçek biliyordu ki bu yalnızca adresti ve mektubun kendisi, asıl söylenecek olan şey kâğıdın öteki yüzünde yazılıydı. Fakat Nemeçek çok dürüst ve özyapısı sağlam bir çocuk olduğu için başkasının mektubunu okumak istemedi. O da kâğıdı dürüp uygun zamanı bekledi. Şimdi de o yere eğildi ve fısıldadı:
– Dikkat, Bika!..
Bu kez Bika yere baktı. (Sıraların arasındaki bu yol çocukların herhangi bir iş için konuşmalarını sağlıyordu.) Küçük kâğıt parçası top gibi yuvarlanarak oraya gelmişti. Kâğıdın öteki yüzünde, sarışın Nemeçek’in namusluca bir davranış saymadığı için okumadığı yüzünde, şu yazılıydı:
“Öğleden sonra üçte toplanacağız. Alanda başkan seçimi var. Arkadaşlara ilet.”
Bika kâğıt parçasını cebine koydu ve kitap paketine son düğümü vurdu.Saat birdi. Elektrikli saat çalmaya başladı. Dersin bittiğini şimdi artık öğretmen de anlamıştı. Bunsen lambasını söndürdü, nereye kadar çalışacaklarını söyledi ve ders araçları odasına, koleksiyonların yanına döndü. Buradan, kapının her açılışında, doldurulmuş hayvanlarla, raflara dizilen doldurulmuş kuşlar cam gözleriyle aptal aptal dışarıya bakarlardı ve sararmış, gizem dolu, korkunç bir insan iskeleti sessizce fakat ağırbaşlı bir tavırla köşede dururdu.
Çocuklar bir saniye içinde salonu boşalttılar. Geniş ve sütunlu merdivenlerde vahşi bir saldırış vardı. Bu, ancak öğretmenler uzun boylarıyla gürültülü çocuk kalabalığının arasına karıştıkları zaman yumuşayıp ivedi bir yürüyüş biçimi alırdı. Böyle zamanlarda, koşanlar adımlarını yavaşlatır, bir an sessizlik olurdu; fakat öğretmen köşeyi dönünce aşağıya doğru yarış yeniden başlardı,
Kapıdan dışarıya uğrayan çocuk kalabalığının yarısı sağa, yarısı sola ayrılırdı. Aralarında öğretmenler de bulunur, böyle zamanlarda şapkalar hızla aşağıya inerdi. Göz alacak kadar aydınlık olan sokakta hepsi de yorgun ve aç bir durumda yürürlerdi.Başlarında hafif bir sersemlik olurdu ve bu, ancak, sokağın gözleri önüne serdiği birçok neşeli ve canlı görüntü karşısında yavaş yavaş dağılırdı. Sanki hepsi de özgürlüklerine kavuşan küçük tutsaklardı; açık havada ve parlak güneş altında öyle sallana sallana yürürler; kendileri için “arabaların, atlı tramvayların, sokakların ve dükkanların karışık yığınından ve bunların arasında evi bulmaktan” başka bir şey olmayan bu gürültülü, taze ve devinimli boş kentin kaldırımlarında öyle gezinirlerdi.
Çele, komşu kapılardan birinin altında kozhelvası satan bir adamla gizlice pazarlık ediyordu. Helvacı fiyatları gerçekten utanmazcasına yükseltmişti. Bu helvanın fiyatı, o zaman, dünyanın her yanındabeş paraydı. Demek istiyorum ki, helvacı, elindeki küçük bıçakla bir vuruşta içi cevizli büyük, beyaz parçadan ne kadar kesebilirse bunun için beş para alırdı. Zaten, kapı altında, her şeyin fiyatı -ölçü bu olduğu için- beş paraydı. Tahta parçalarına geçirilmiş üç erik, üç yarım incir, üç yaban eriği, üç yarım ceviz, ağdaya batırılmış olarak, hep beşer parayaydı. Kocaman bir horoz şekeri ve büyük bir parça akide şekeri için de hep beş para verilirdi. Hatta “öğrenci yemi” dedikleri, dört köşeli küçük parçalara ayrılmış olan ve en lezzetli şeyler karıştırılarak yapılan tatlı bile beş parayaydı. Bunun içinde fındık, kuru üzüm, şeker parçaları, badem, sokak çöpleri, çörek kırıntıları ve sinek bulunurdu. El emeğiyle, birçok hayvan ve bitki ürününün bedeli bu beş paranın içindeydi.
Çele pazarlık ediyordu; çünkü helvacı fiyatları artırmıştı. Ticaret kurallarından anlayanlar iyi bilirler ki, alışveriş tehlikeye düştüğü zaman da fiyat yükselir. Örneğin, haydut yatağı bölgelerden getirilen Asya çayları pahalıdır ve bu tehlikeyi biz Avrupalılar ödemek zorundayız. Helvacıda da yetkin bir ticaret zekâsı vardı. Zavallıya okul yakınlarında satış yapmayı yasaklamak istiyorlardı. Adamcağız iyi biliyordu ki, yasak etmek istiyorlarsa elbette edeceklerdi. Bu nedenle, bütün sattıkları tatlı olduğu halde, önünden geçen öğretmenlere, içindeki çocuk düşmanlığını gizlemek için tatlı tatlı gülümseyemiyordu. Onlar:
– Çocuklar bütün paralarını bu İtalyan’a veriyorlar! diye söylenirlerdi. İtalyan, bu lisenin yanında artık uzun süre kalamayacağını anlıyordu. Ne yapsın, fiyatları yükseltmişti. Mademki buradan gidecekti, gidinceye kadar biraz para kazanmalıydı.
Çele’ye:
– Şimdiye kadar her şey beş parayaydı; bundan sonra her şey on paraya! dedi.
Bu Macarca sözleri güçlükle kekelerken elindeki küçük bıçağı vahşi devinimlerle havada sallıyordu.
Gereyb, Çele’nin kulağına eğildi:
– Şekerlerin ortasına vur şapkanı!
Düşünce, Çele’nin pek hoşuna gitmişti. Bu ne enfes bir şey olurdu! Şekerler sağa, sola nasıl fırlayıp dağılırdı! Çocuklar amma da eğleneceklerdi!..
Gereyb şeytanlıkla onu kandırmak için kulağına fısladı: – Vur şapkanı be! Soygunculuk bu…
Çele şapkasını çıkardı:
– Bu güzel şapkayı mı? dedi.
Fırsat kaçırılmıştı. Gereyb bu güzel önerinin yerini iyi seçememişti. Zaten Çele şıklığa düşkündü ve kitaplarının bile yalnızca yapraklarını getirirdi.
Gereyb sordu:
– Acıyor musun?
– Acıyorum; ama sakın beni korkak sanma. Ben korkak değilim: yalnızca şapkama kıyamıyorum. Bunu sana kanıtlayabilirim. İstersen seninkini ver; bak nasıl vuruyorum, görürsün!
Gereyb’e böyle şey söylenmez. Bu, adeta aşağılamadır. Hemen köpürdü ve dedi ki:
– İş benim şapkaya kaldıysa kolay. Ben kendim de vururum. Bu kazıkçının biri be… Sen korkuyorsan çek arabanı!
Onda dövüşçülük işareti olan bir davranışla, şapkasını şekerle dolu tablanın orta yerine çarpmak üzere, aşağıya indirmişti.
Ama arkadan birisi elini tuttu. Hemen hemen erkekçesine ciddi bir ses ona sordu:
– Ne yapıyorsun?
Gereyb arkasına baktı. Orada duran, Bika’ydı.Yeniden sordu: – Ne yapıyorsun?
Ve ciddi, yumuşak bakışlarla ona baktı. Gereyb, eğiticisi gözünün içine baktığı zaman aslanın yaptığı gibi, homurdandı. Yumuşadı. Şapkasını giydi ve omuz silkti. Bika yavaş sesle:
– Bu adama dokunma, dedi. Ben cesur olanları severim; fakat bu işin hiç anlamı yok. Haydi gel!..
Elini ona uzattı. Eli mürekkep içindeydi. Koyu mavi renkli su, hokkadan cebine rahat rahat sızmıştı ve Bika bunu sezerek elini cebinden çıkarmıştı. Ama buna aldırış etmediler. Bika elini duvara sürdü. Bunun sonucu şu oldu ki, duvar boyandı ve Bika’nın eli temizlenmedi. Bununla birlikte, mürekkep işi böylece kapanmış oldu.
Bika, Gereyb’in koluna girdi ve sokakta yürümeye başladılar. Sevimli, minik Çele geride kalmıştı. Fakat onun homurtulu bir sesle ve silahı alınmış bir devrimcinin acı boyun eğişiyle İtalyan’a söylediği sözü duydular:
– Pekâlâ… Mademki bundan sonra her şey on para, öyleyse on paralık helva ver…
Yeşil renkli, güzel, küçük para çantasına elini soktu. İtalyan gülümsedi ve yarından başlayarak her şeyi on beş paraya çıkarsam ne olur acaba? diye düşündü. Ama bu yalnızca düşlemdi; insanın, düşünde, parasının yüz misli değerlendiğini görmesine benzer bir şeydi. Bıçağını hızla indirdi ve ayrılan parçayı bir kâğıda koydu.
Çele suratını ekşiterek baktı:
– Ama, bu önceden verdiğinden daha az!..
Ticari başarı İtalyan’ı şimdi artık küstahlaştırmıştı. Gözlerini açarak: – Mademki şimdi daha pahalı, elbet daha az olacak! diye yanıtladı ve bu olayı gördükten sonra onluğu avucunda tutan yeni müşteriye döndü. Elindeki küçük bıçağı, birtakım acayip devinimlerle, beyaz, büyük helva külçesinin orasında burasında gezdirdi. Bunu yaparken; küçük bir karış boyundaki bıçakla fındık kafalı, ufacık insanların başlarını kesen, adı masallara geçmiş, dev cüsseli bir ortaçağ celladına benziyordu. Helvadan da adeta kanlar akıyordu.
Çele yeni müşteriye:
– Bundan alma be… Kazıkçının biri! dedi ve bütün parçayı birden ağzına attı. Kâğıdın yarısı helvaya yapışmıştı. Bunu çıkarmak olanaksızdı ama, yutmak güç değildi. Bikalara:
– Bekleyin! diye bağırdı ve arkalarından koştu….