Postmodern Kaosta Kıble Arayışı, Aristo, “Kaza şeylerin özünü ortaya çıkarır,” der. Postmodernizm, bir vazo gibi moderniteyi orta yere attı. Vazo kırıldı, parçalara ayrıldı ve ne olduğu ortaya çıktı. Postmodernizmin yegâne hayrı vazoyu kırmasından ibaret. Ancak postmodernizmin yeni bir vazo yapma düşüncesi yok, her bir parça kendi başına yeter diyor. Postmodernizm şehvetle ve iştahla kışkırtılmış bedenler üzerinden zihinlere ve ruhlara narkoz yüklemektedir. Dünya gezegeninin ortasındaki, çekim gücü yüksek merkez dağılmış
durumda, her şey ve herkes uzay boşluğunda sanki. Şimdi ya kaosun belirsiz uzay boşluğunda yuvarlanıp gideceğiz ya da yeni baştan kendimizi toparlayıp paradigma değişikliği yapacağız.
Elinizdeki kitap insan, varlık ve hayatın anlamı konusunda kendi kaynaklarımızdan hareketle yeniden düşünme imkânına işaret etmeyi hedeflemektedir. Kitabın iki ana temasından biri “postmodern kaos”, diğeri “kıble arayışı”. İç içe geçen bölümlerden biri “modern ve postmodern dünyanın dramı”nı, diğeri de “yön ve kıble arayışı”nın zengin imkânlarını anlatmaktadır.
Ürettiği eserlerle düşünce dünyamızı uzun zamandır zenginleştiren Ali Bulaç’tan çığır açıcı bir kitap daha. Varlık, insan ve hayat
sarmalında Mevlâna’dan Yunus’a İslam ve kalp dengesinin izinin sürüldüğü Postmodern Kaosta Kıble Arayışı insan ruhunun
özgürleşimi için gerekli dinamiklerin şifrelerini çözüyor.
***
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ 9
– I –
NEYİ UNUTTUK:
DİN, TASAVVUF VE İNSAN
1. SÖZE GİRİŞ: SÖZÜN DEĞERİ VE ANLAMI 15
2. HATIRLATMALAR
KAÇIŞ NEREYE, ÇIKIŞ YOLU NERESİ? 23
Unuttuk mu, Kaybettik mi? 36
Tevhid ve Adalet, Sabır ve Sebat 41
3. VARLIK, İNSAN VE FITRAT 45
Varlık ve Varlık Düzeyleri 45
Din ve Fıtrat 48
Aslî Fıtrat ile Modern Fıtrat Arasında 51
4. BİLİNÇ 54
Bilinç ve Din 54
Parçalanmış Bilinç 60
Nefret ve Şizofreni 64
Düşünceyi ve Kişiliği Birleştiren Üst Bilinç 66
Dini Hayatın Diriltilmesi (İhya-u Hayatu’d-Din) 72
5. HAYATIN ANLAMI 75
Sistemin Hedefi, Hayatın Hikmeti 75
Hayat ve Ölüm 78
6. TASAVVUF 81
Zühd ve Takva, Felsefe ve Tarikat 81
Tasavvuf, Kelâm ve Fıkıh 92
Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Tasavvuf 100
7. MEVLÂNA CELALEDDIN 111
Kimin Mevlânası? 111
Mevlâna’nın Beslendiği Kaynaklar ve Profili 116
Mevlâna Gösterileri 122
Mevlâna, Kelâm ve Felsefe 124
Mevlâna’nın Dünya Görüşü ve İnsan Anlayışı 129
Filozof Mevlâna 129
Marksist Değerlendirme 131
Mevlâna: Müslüman Derviş 133
Dostluk ve Sevgi Anlayışı 136
Bilgi Anlayışı 139
Diyalektiği 143
Ruhun Özgürlüğü 149
Sevgiye Davet 152
Mevlâna “Gel, Yine Gel!” Diyor mu?
Diyen Kime Diyor? 156
8. DERVİŞ YUNUS 161
9. İNSAN: ALLAH’IN MURADI 170
Biz Kimiz? 170
Bizim Bir Hikâyemiz Var! 180
Murad-ı İlahi 180
Şeytan Niçin Secde Etmedi? 185
İnsan ve Günahı (İlk Günah ve Tevbe) 188
İnsan ve Kalbi 192
10. MODERN İNSAN VE DRAMI 199
İnsan Ne Halde? 199
Modernler İmkânsızı İstiyor! 203
İçindeki Sen! 209
Modernler Düşünür mü? 211
11. BİLİMSEL GELİŞMELER
BİZİ NEREYE GETİRDİ? 214
DNA’dan İnsana 214
Belirsizlik mi, Amaçlı Varoluş mu? 216
Gen Bozulursa İnsan, İnsan Bozulursa 219
Kâinat Bozulur 219
– II –
POSTMODERN KAOSTA KIBLE ARAYIŞI
12. KAOS VE POSTMODERN KAOS 225
Çatışmanın Düzeni 225
Varlığın Kemâli, Dünyanın Kusuru 229
13. ZİHNİN KAOSU 235
Hayatın Kaosu 240
Belirsiz Küreselleşmesinin Kaosu 242
Kalbin Aklı ve Yol Haritası 245
“Kemâl”den “Kişisel Gelişim”e 251
Kıble Nerede, Arayan Var mı? 253
Vasat Ümmetin Kıblesi 257
14. CAN SIKINTISI: CENNETİN ÖZLEMİ 262
Bilinçaltından Sanal Dünyaya 264
KAYNAKÇA 271
DİZİN 275
ÖNSÖZ
Yakın geçmişin “modernite veya modernlik” esas alınarak sınıflandırılması Batı’nın yeni tarih felsefesi, daha geniş anlamda “zaman” telakkisiyle ilgilidir. Moderniteyi esas aldığımızda tarihi üç ana döneme ayırmış oluyoruz: Modernlik öncesi (premodern) zaman, modern zaman ve postmodern (modernlik sonrası) zaman.
Modernlik öncesi zamanın insani ve sosyal gelişmenin “geri aşamaları”nı ifade ettiği açıktır. Tabii ki eskiden insanlar “gelişmişliklerini manevi olgunluk, ahlaki kemâl ve iç insani değerlere imtisal ile ölçerlerdi. İlerlemeci tarih görüşü “maddi-ekonomik hacimdeki artışı” ölçü olarak koydu. Nirengi noktası “aydınlanma” olan gelişme iki dönem arasında neredeyse radikal kopuşa yol açtı. Sanki insan, milyonlarca senedir hapsolduğu, sıkıştırıldığı kovuklarından çıktı; tabiatı, bedeni ve şeylerin tümü üzerinde mutlak hâkimiyet kurma seferini başlattı.
Modernite ile insan “birey”; beşeri tabii topluluklar “toplum-ulus”; zenaat “üretim”; mihnet yurdu dünya “yeryüzü cenneti” olacaktı. “Tanrı’ya ve efendiye başkaldıran” bireyin; cemaat ve geleneksel yapıları dağıtan toplumun; teokrasi ve mutlakiyetçiliklere son veren ulus devletin ve bütün bunlarla ilişkili olarak ahlaki davranışlarımızı belirleyen, bize kendi başına saçtığı ışıkla yol gösteren bireysel aklın bu dönemde ortaya çıkmış olması tesadüfi değildir.
Geride bıraktığımız üç yüz yıllık süreçte beşeriyetin ve yeryüzü gezegeninin geldiği nokta ortada. Ne birey projesi gerçekleşti ne de toplum farklılıkları bir arada tutabildi. Aksine herkes diğerinin şeytanlaştırdığı “öteki”si oldu. Fakat Batı’nın elinde başka malzeme olmadığından, gelecek projeksiyonlarında hâlâ belirleyici dinamiklerden birinin birey olduğunu varsayıyor. Modernliğin vaat ettiği özgürlük, refah ve güvenlik dünya nüfusunun yaklaşık beşte birinin imtiyazı ve avantajından ibaret. Geri kalan yüzde sekseninin acıları, yoksulluğu ve yoksunluğu kendi kaderleri addedildi.
Tanrı herkesi kendi merhameti, adaleti ve koruyuculuğu altında tutan mutlak varlık iken Nietzsche’nin bir metafor olarak kullandığı çerçevede “öldü”, O’nun merhametini temsil eden üstün güç ve kudret kalmayınca, Dostoyevski’nin dediği gibi “Tanrı yoksa her şey mubahtır” hükmünce, normlar ve kurallar insanların kendi öngörüleri doğrultusunda çıkardıkları yasaların insafına bırakıldı, yasalar meclislerin uhdesine verildi, ama meclisler daima iktidar seçkinlerinin arzu ettiği çerçevede düzenlendi, kitlelere düşen seçkinlerin arzularına hitap eden yasaları çıkaracak üyeleri seçmekten ibaret kaldı. Bu kitlelere demokrasiler yoluyla bir başarı ve aksi düşünülemez gerçekmiş gibi empoze edilen büyük yalandan başkası değildir.
Bu arada “ölen tanrı”nın yerini yeni tanrılar-tiranlar aldı. Eşya kutsaldan tecrid edildi, yerine sahte kutsallıklar ikame edildi; cemaatler dağıtıldı toplum kendi içinde bölünüp yeni gruplara ayrıldı. Ahiret inancının, aşkın/gayb boyutunun ve iç/batın hakikatinin unutturulduğu refahı yakalamış dünyada insan yiyen, içen, çiftleşen, dışkı atan ve eğlenen bir organizmaya dönüştürüldü. Refah içinde olanlar diğerlerinin acılarına karşı duyarsız kalmayı ve aldırışsız yaşamayı eğitim ve medya üzerinden edindi. Her gün televizyon ekranlarında kendi refahlarının sürmesi için çıkartılan savaşlarda, etnik ve mezhep çatışmalarında, süren yüz kızartıcı askeri işgallerde acı çeken yüz binlerin ses ve görüntüleri acının kendisine karşı ruhları nasırlaştırdı.
Yakın geçmişin üçüncü döneminde sökün eden postmodernizm her şeyi altüst etmeye başladı. Ortada ne Hakikat kaldı ne onu arayıp soran ve ona göre hayatını kurmayı düşünen kimse. Şimdi derin bir boşlukta herkes merkezden kopmuş bir parçacık gibi sallanıp durmaktadır.
Modernliğin birey, sekülarizasyon ve ulus devleti çökerken, postmodernizm şeylerin içini boşaltarak, merkez noktaları dağıtarak, “ne olsa gider, önemli olan sensin” diyerek zihinleri, kişilikleri ve hayatları parçalamakta, her bir parçayı gösteriye dönüştürmekte, metalaştırıp piyasanın işlevsel kullanımına sunmaktadır.
Hiçbir şey belirgin değil, kesinlik Hakikat’le birlikte kaybolup gitti, öyle de olur böyle de… Biyolojiden fiziğe, epistemolojiden küresel algılara kadar sadece belirsizlik hâkimiyetini sürdürmektedir. Bana göre ve sana göre algılarımızın, bilimsel araştırmalarda kullandığımız nesnenin gerçekliğini değiştirmektedir. Güç ve iktidar; şehvet ve iştah, hız ve haz ruhları yavaşlatıp işlevsiz hale getirirken bedenleri ateşlemekte, hareketi ışık hızına çıkartmaya çalışmaktadır. İnsan kendini yeniden ve parça parça klonlamaktadır, dökülen dişlerinin yerine çenesine kazıklar dikmekte, işe yaramaz organlarını kök hücre veya organ nakliyle yenilemektedir. Estetik cerrahiyle beğenmediği yerlerini, yüz nakliyle suratını ve suretini de değiştirerek kendini tanınmaz hale getirmektedir. Kadın ve erkek birbirlerine bağlı ve bağımlı yaşamayı reddederek özerkleşmekte, birbirlerine yabancılaşmaktadır.
Aristo, “Kaza şeylerin özünü ortaya çıkarır,” der. Postmodernizm, bir vazo gibi moderniteyi orta yere attı. Vazo kırıldı, parçalara ayrıldı ve ne olduğu ortaya çıktı. Postmodernizmin yegâne hayrı vazoyu kırmasından ibaret. Ancak postmodernizmin yeni bir vazo yapma düşüncesi yok, her bir parça kendi başına yeter diyor. Postmodernizm şehvetle ve iştahla kışkırtılmış bedenler üzerinden zihinlere ve ruhlara narkoz yüklemektedir.
Dünya gezegeninin ortasındaki, çekim gücü yüksek merkez dağılmış durumda, her şey ve herkes uzay boşluğunda sanki. Şimdi ya kaosun belirsiz uzay boşluğunda yuvarlanıp gideceğiz ya da yeni baştan kendimizi toparlayıp paradigma değişikliği yapacağız.
İslam dünyası bu konuda diğer beşeri havzalardan daha şanslı. Zira zengin bir bilgi, irfan, tefekkür ve sanat mirasına sahip bulunuyor. Bizi birleştirecek aşkın ilke hâlâ canlı ve bizi bu ilkeye yöneltecek kıble belli.
Bu kitap insan, varlık ve hayatın anlamı konusunda kendi kaynaklarımızdan hareketle yeniden düşünme imkânına işaret etmeyi hedeflemektedir. Kitabın iki ana temasından biri “postmodern kaos”, diğeri “kıble arayışı”. İç içe geçen bölümlerden biri “modern ve postmodern dünyanın dramı”nı, diğeri de “yön ve kıble arayışı”nın zengin imkânlarını anlatmaktadır. İslam dünyasının bu küresel kaostan etkilenmediği söylenemez; ancak Müslümanların içine sürüklendiği kaos, kendi iç dinamikleri ve entelektüel hayatının sona ermesiyle değil, dışarıdan ve mekanik olarak kendisine empoze edilen emredici politikalar dolayısıyladır.
Batı kendi iç enerjisini tüketmiş durumda, İslamın ise enerjisi bastırılmaktadır. Felsefe ve sanat fonksiyon görmüyor, insan ve toplum sosyal bilimlerin determinizasyonuna terkedilmiş durumda. Çölleşmeye yol açan kültürün yerine irfanı, güç aracına dönüştürülen bilimin yerine bilgi ve hikmeti ikame ederek yeni bir bilgi felsefesine, hayatın anlamını merkeze alan bilim telakkisine, bizi kendisiyle uyum ve barış içine sokacak tabiat görüşüne ve harmonisine katıldığımız bir varlık tasavvuruna ihtiyacımız var. Bu konuda İslamın irfan ve hikmet kaynakları, tasavvuf mirası bize zengin perspektifler sunmakta, önümüze yeni ufuklar açmaktadır.
Bir keşf-i kadim olarak yeni bir kurucu fikir ve kök bilgiyle insan yeniden ayağa kalkabilir, yeni bir dünyanın ve yeni bir zamanın kapılarını arayabilir. İnsan maddi, sosyo-ekonomik şartların, tarihsel ve toplumsal durumların ürünü değildir. Etkilenir ama belirlenmez; çünkü Allah’ın muradıdır, göklerin ve yerin Yaratıcısı onu Eşref-i mahlukat mertebesinde kendi muradı olarak yeryüzünün halifesi kılmış bulunmaktadır. Ya misyonunu yerine getirecek veya her iki dünyada kendini heder edecektir.
Çaba bizden, başarı Allah’tandır!..
1
SÖZE GİRİŞ:
SÖZÜN DEĞERİ VE ANLAMI
Her zaman değilse bile, kimi durumlarda Çinlilerin deyimiyle söylemek icap ederse: “Eylem kolay, bilgi zordur.” Söz ile bilgi arasındaki ilişki, varlığın ahlaki düzenine işaret eder. Çünkü kutsal öğretilerin bize telkin ettiği gibi, söz bir sorumluluktur ve bu sorumluluğun bilincinde olmanın ahlaki ilkesi, kişinin “bilmediği şeyin ardına düşmemesi”dir (17/İsra, 36).
Bundan şunu anlıyoruz: Bizler insan teki bireyler olarak içinde yaşadığımız objeler ve/veya fenomenler dünyasında, şeylerin doğasını anlamaya ve bunların kendisinden neşet ettiği gerçekliğin bilgisini elde etmeye çalışırken bilginin özü ve nihai amacı olan özün bilgisine, kısaca hakikate saygılı olunması gerektiğinin farkında olmalı ve daima bir arayış içinde olduğumuzu unutmamalıyız. Manevi bir tutum olarak, belli bir alçakgönüllülük (tevazu) içinde insanın kendine karşı yine belli bir özgüven içinde olması paradoksal değildir. Çünkü ahlaki erdemlerin üstünlüğüne inanan insan, kendine saygı duymanın ancak Allah’a, tabiata, insana, topluluk hayatına ve tarihe derin saygı duymakla mümkün olacağını bilir. İşte bu “bilme” bilginin ilk adımı ve söze meşruiyet kazandıran bilinçtir.
Doğu’da Yunanistan’a intikal eden ilimlerin ve hikmetin ilginç bir tezahürü şeklinde kurulan Delf Tapınağı’nın kapısında “kendini bil” yazmaktadır. Aşağı yukarı Çin’den İran’a, Babil’den Mısır’a kendilerinden haberdar olabildiğimiz kadim (antik) geleneklerin esasını teşkil eden bu çağrı, vahiy temelinde ortaya çıkan kitaplı dinler tarafından doğrulanmıştır. “Bilgi” ile bilme durumunda olan öznenin kendini bilmesinin çarpıcı örneğini Sokrat’ta bulabiliriz. O, felsefi faaliyetinin bir özeti olarak şöyle demişti: “Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” Tasavvufi halk irfanının en iyi örneği olan Yunus’ta bu mesaj şöyle ifade edilir: “İlim, ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Eğer kendin bitmezsen / Bu nice okumaktır.”
Kuşkusuz Yunus’un sözünü ettiği bilme eylemi, varoluşumuzun ahlaki amacına göndermedir. Bu ahlaki amaç belki de Hz. Muhammed’den (s.a.v.) rivayet edilen şu sözün sırrında yatmaktadır: “Nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir.” Burada sözü edilen nefs, ontolojik ve manevi varlığımızın en derin tabakalarına kök salan entelektüel benliğimizin cevheri, kısaca öz varlıktır. Muhtemelen amacı bu şekilde tanımlanan bilgi ile ve öz varlığın dolayımında insanın hakikatin bilgisi ve aşkın birleştirici ilke ile iletişim kurması, evrensel ahenge, kozmik harmoniye katılması ancak bu yolla mümkün olabilir.
Epistemolojinin ezeli sorunuyla ilgili olan bu konuda, karmaşık felsefi argümanların labirentine düşmeden şu noktanın altını çizebiliriz; Modern çağda ve modernite ile birlikte bilgi, güç toplamanın bir aracı şeklinde tanımlandı ve mümkün olan çok sayıda bilme türlerinden sadece bir tanesi olan “bilimsel bilgi” mutlaklaştırıldı. İşte, insan olarak bizi aydınlanmacı zihnin bir inşası olan modernitenin kapalı sistemine hapseden bu yanlış tanım ve tehdit edici mutlaklaştırmadır.
Bu bağlamda modern dünyanın bir hapishaneye dönüştüğünü fark eden seçkin zihin sahibi insanların her gün biraz daha yükselttikleri itirazlar, muhalif sesler hiç de boşuna değildir. Ben, Michel Foucault’nun “her koridorunun sonunda asık suratlı gardiyanların durduğu hapishanesi”nden kurtulmak için bilgi üzerinde tekil blokajlar kuran modernitenin dışında “alternatif mümkün yollar” aranması gerektiğini düşünüyorum. Tekil blokajlardan çoğul arayışlara geçebilmek, bu yönde atılacak ilk adımı oluşturacaktır.
Bu vesile ile “Tek bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin” (12/Yusuf: 67) diye seslenen mesajın bizi yöneltmeye