Masallar

Rapunzel

Bir varmış, bir yokmuş… Uzak diyarlarda, derin ormanlarla çevrili bir kasabada, çocuk sahibi olmayı çok isteyen bir çift yaşarmış. Yıllarca dua etmişler, gökyüzüne dileklerini göndermişler ama bir türlü bebek sahibi olamamışlar. Günlerden bir gün, kadın sonunda hamile olduğunu fark etmiş. Sevinçleri tarifsizmiş; fakat bir sabah, pencerenin önünde otururken karşı bahçedeki yemyeşil sebzeleri ve rengârenk çiçekleri görmüş. Gözleri, özellikle de sıra sıra dizilmiş, yemyeşil bir marula takılmış.

Kadın, bu marulları yemeden duramayacak gibi hissetmiş. Geceleri rüyasına girer olmuş, yemeden içmeden kesilmiş. Kocası ne yaptıysa onu bu arzudan vazgeçirememiş. Çaresiz adam, karısının giderek solgunlaştığını görünce, onun sağlığını geri kazanması için gizlice komşularının bahçesine girmeye karar vermiş.

Ama bilmediği bir şey varmış: Bu bahçenin sahibi sıradan biri değil, kasabanın uzaklarında yalnız başına yaşayan, herkesin korktuğu kudretli bir cadıymış. Adam bir gece sessizce bahçeye süzülmüş, elleri titreyerek bir avuç marul koparmış. Tam dönmek üzereyken bir çığlık işitmiş.

“Bahçeme izinsiz girip mahsullerimi mi çalıyorsun? Bunun bedelini ödeyeceksin!”

Adam korkuyla yere diz çökmüş, cadıya yalvarmaya başlamış. “Eşim hasta, başka bir şey yemiyor, gözümün önünde eriyip gidiyor! Lütfen, bağışlayın beni!”

Cadı gözlerini kısıp bir an düşünmüş. Sonra, sinsice gülümseyerek şöyle demiş: “Pekâlâ, istediğin kadar marul alabilirsin… Ama bir şartım var. Doğacak çocuğunuzu bana vereceksiniz!”

Adam, çaresizlik içinde bu anlaşmayı kabul etmiş. Günler sonra bebek dünyaya gelmiş. O gün, fırtınalar kopmuş, gök gürlemiş. Cadı kapıyı çalar çalmaz, bebeği kollarından almış. Ona “Rapunzel” adını vermiş; çünkü annesinin delicesine arzuladığı marulun adı da Rapunzel’miş.

Rapunzel büyümüş, uzun altın sarısı saçlarıyla ve güzelliğiyle dillere destan bir genç kız olmuş. Ancak cadı, onun dünyayı tanımasını istemediği için, ormanın derinliklerinde, merdiveni olmayan yüksek bir kuleye hapsetmiş. Tek girişi en tepedeki küçük bir pencereymiş. Cadı kuleye çıkmak istediğinde, aşağıdan seslenirmiş:

“Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını!”

Rapunzel de uzun saçlarını aşağı sarkıtır, cadı da tutunarak yukarı tırmanırmış.

Günler, aylar, yıllar böyle geçmiş. Rapunzel, günlerini şarkı söyleyerek, yıldızları izleyerek ve hayaller kurarak geçirirmiş. Bir gün, uzak bir ülkenin prensi avlanırken bu kulenin yakınından geçmiş. Kulenin tepesinden gelen büyüleyici sesi duyunca atından inmiş. O sesin kaynağını merak eden prens, kuleyi dikkatle incelemiş. Ama ne bir kapı ne de bir merdiven varmış. Ertesi gün ormana tekrar gelmiş ve saklanarak cadının kuleye nasıl tırmandığını izlemiş.

Gece çöktüğünde, cadı ortadan kaybolunca, cesaretini toplayarak kulenin dibine gelmiş ve alçak bir sesle seslenmiş:

“Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını!”

Rapunzel, gelenin cadı olduğunu sanarak saçlarını aşağı bırakmış. Prens bir çırpıda yukarı tırmanmış. Rapunzel onu karşısında görünce önce korkmuş. Ama prens ona dünyadan, gökyüzünden, şehirlerden, şatolardan bahsetmiş. Birlikte günlerce konuşmuşlar, birbirlerini tanımışlar ve sonunda prens, Rapunzel’e evlenme teklif etmiş. Rapunzel, gözleri parlayarak kabul etmiş, fakat kaçmanın bir yolunu bulmaları gerektiğini söylemiş.

Bunun üzerine prens her gelişinde yanında bir çile ipek iplik getirmiş. Rapunzel bunları düğümleyerek uzun bir merdiven örmeye başlamış. Planları kusursuz ilerliyormuş, ta ki bir gün Rapunzel boş bulunup cadıya, “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorana kadar…

Cadı deliye dönmüş! “Seni nankör kız! Sana dünyanın kötülüklerinden koruyorum derken sen ihanet ediyorsun!” diye bağırmış ve öfkeyle Rapunzel’in güzelim saçlarını kesmiş. Ardından onu büyülü bir fırtınayla uzak diyarlardaki bir çöle sürgün etmiş.

O gece cadı, kulede prensi beklemiş. Prens “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını!” diye seslenince, cadı kesilmiş saçları pencereden sarkıtmış. Prens yukarı tırmanmış ve karşısında cadıyı görünce irkilmiş. Cadı ona korkunç bir büyü yaparak kuleden aşağı atmış. Prens, dikenlerin üstüne düşerek gözlerini kaybetmiş.

Yıllarca ormanda kör bir halde dolaşmış, gözyaşları içinde kaybettiği Rapunzel’i aramış. Sadece bitki kökleri ve meyvelerle beslenmiş. Bir gün, uzaklarda tanıdık bir ses duymuş. Bir çölde yankılanan bu tatlı şarkıyı takip ederek sonunda Rapunzel’i bulmuş. Rapunzel, prensin hâlini görünce gözyaşlarına boğulmuş. Gözlerinden süzülen iki damla, prensin gözlerine düşmüş ve bir mucize gerçekleşmiş: Prens yeniden görmeye başlamış!

Böylece, el ele tutuşarak prensin ülkesine dönmüşler. Prens, Rapunzel’i büyük bir sevgiyle halkına tanıtmış ve görkemli bir düğün yapılmış. O günden sonra sarayda ışıl ışıl bir neşe hüküm sürmüş. Rapunzel ve Prens, birbirlerine olan sevgileriyle ülkeye huzur getirmişler.

Ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar…

Gökten üç elma düşmüş: Biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de sonsuz aşka inananların başına…

 

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Aslanın Sarayı

Editor

Keloğlan ile Köse Değirmenci

Editor

Kibar Prens

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası