Türünün çağdaş klasikleri arasına girmiş, müthiş bir seri katil hikâyesi.
Yer, New York. Yıllardan 1896. Soğuk bir Mart gecesi, New York Times muhabiri John Schuyler Moore, arkadaşı ve bir dönem Harvard’da aynı sınıfta okuduğu psikolog, ya da ‘ruh avcısı” Dr. Laszlo Kreizier tarafından East River’a çağırılıyor. İnşası henüz tamamlanmamış VVilliamsburg Köprüsü üzerinde, feci biçimde öldürülmüş olan ergenlik çağındaki bir erkek çocuğunun,yani Manhattan’ın hiç de meşhur olmayan genelevlerinden birinde çalışan bir fahişenin cansız bedenine öylece bakakalıyorlar.Henüz yeni atanmış olan polis müdürü Theodore Roosevelt, hiç de Ortodoks sayılamayacak bir çıkış yapıyor ve New York’un vahşi suçlarla bezenmiş yeraltı dünyasında ilerleme kaydedebilmek için, Kreizler’in zekâsı ve Moore’un bilgisine güvenerek bu iki adamı cinayet soruşturmasına dahil ediyor.Aralarındaki bağı cesur ve sağduyulu bir kadın olan polis sekreteri Sara Hovvard sağlıyor. Bu alışılmadık ekip, kriminoloji araştırmalarında devrim niteliği taşıyacak bir duruma yoğunlaşıyor ve işlenen cinayetin ayrıntılarını hesap ederek aradıkları adamın psikolojik profilini çıkarıyor. Tehlikeli konukları, onları işkence görmüş bir geçmişe ve daha önce de öldürmüş bir katilin hastalıklı zihnine götürüyor. Ve bu av bitmeden yeniden öldürecek bir zihne…
Katiller katil mi doğar?
“Enfes bir öncül… Karakterleri ve dengesi, raflarda dizili sayısız
gerilim romanından çok daha başarılı.”
-The Washington Post
***
Bölüm 1
8 Ocak 1979
Theodore toprağın altında…
Tabutu, en sevdiği yer olan Sagamore Tepesi yakınlarında kumlu toprağa bırakıldığında, duyduğum his kadar anlamsızlaşıyor, yazdıkça kelimelerim. Bu öğleden sonra orada, soğuk ocak rüzgârlarının estiği Long Island Sound’da dururken, kesinlikle bir saka olmalı bu. diye düşün-düm. Kesinlikle şimdi tabutun kapağını açacak, yüzündeki komik gülümsemeyle gözlerimizi kamaştıracak ve yüksek perdeli kahkahası kulaklarımızda çınlayacak. Sonra, yapacak işler olduğunu -harekete geçmek gerektiğini- haykıracak. Biz de. az bulunan bir tür semenderi, bu küçük sürün-genin yuvası üstüne pis kokulu bir fabrika kurmak isteyen acımasız bir endüstri devinin hışmından korumakla görevli savaşçılar olacağız. Böyle hayallere kapılan yalnız ben değildim. Cenaze törenindeki herkesin benzer bir beklenti içinde olduğu yüzlerinden okunuyordu. Bütün raporlar, ülkenin ve dünyanın büyük bir çoğunluğunun da aynı şekilde hissettiğini gösteriyor. Theodore Roosevelt’in ölmüş olduğu gerçeği kabul edilemiyor.
İnsanlar kabullenmeye yanaşmasa da aslında o, çok daha uzun bir zamandır, oğlu Quentin’in, Great Butchery’nin son günlerinde öldürülüşünden bu yana, ağır ağır ölmekteydi. Cecil Spring-Rice bir keresinde, Britanyalılara has o şefkatli ve iğneleyici ses tonuyla, Roosevelt’in hayatı boyunca altılı yaşlarda kaldığını söylemişti. Herm Hagedorn da, Quentin’in 1918 yazında vuruluşundan sonra, Theodore’un içindeki çocuğun öldüğünü fark etmişti. Bu gece Delmonico’nun yerinde Laszlo Kreizler’le akşam yemeği yedik. Ona Hagedorn’un söylediklerinden bahsettim. Yemeğin kalan bölümünde Quentin’in ölümünün Theodore için çok üzücü olmaktan öte bir anlam taşımasının nedenleri üzerine uzun ve tutkulu açıklamalara maruz kaldım. Theodore, ‘zor hayat’ felsefesini tüm çocuklarına aşılamaya çalıştığı ve çocuklarının da sevgili babalarını memnun edebilmek uğruna kendilerini kasten tehlikeye attıkları için, kendini son derece suçlu hissediyordu. Keder, Theodore için neredeyse katlanılamazdı. Ne zaman yakın birinin ölümüyle karşılaşsa, bu savaşa devam edemeyecekmiş gibi görünürdü, bunu hep biliyordum. Ama ancak bu gece Kreizler’i dinlerken, kendini zaman zaman adalet timsali hissediyor görünen yirmi altıncı başkan için manevi belirsizliğin de çekilmez bir şey olduğunu anladım.
Laszlo Kreizler… Cenazeye katılmak istemedi, halbuki Edith Roosevelt onun gelmesini isterdi. Edith Roosevelt,
‘muamma’ diye adlandırdığı bu keskin zekâlı doktora daima iltimas geçerdi. Kreizler’in insan zihni üzerine yaptığı çalışmalar, son kırk yıldır birçoklarını fazlasıyla rahatsız etmişti.Kreizler, Theodore’un olmadığı bir dünya fikrinden hoşlanmadığını açıklayan bir not yazdı Edith’e. Altmış dört yaşın-da ve tüm hayatını çirkin gerçeklerle yüz yüze geçirmiş biri olarak kendini sıkmayacak, dostunun gidişini göz ardı edecekti. Edith bugün bana Kreizler’in notuyla gözyaşlarına boğulduğunu söyledi, çünkü Theodore’un sonsuz şefkat ve coşkusunun, toplumdan uzak duran, kimsenin bağ kurama-dığı böyle bir adamı bile etkileyecek kaçlar güçlü olduğunu anlamıştı.
Times’tan birkaç çocuk, bu gece yapılacak bir anma yemeğine katılmamı istedi ama Kreizler le sakin bir akşam
geçirmek bana çok daha uygun göründü. New York’ta paylaşılmış bir çocukluğu anmak için kaldırmadık kadehlerimizi, çünkü Laszlo ve Theodore, Harvard’a başlayana kadar ta-nışmıyorlardı. Hayır, Kreizler ve ben 1896 baharın yaklaşık çeyrek yüzyıl öncesini ve bu şehir için bile fazlaca tuhaf olan bir dizi olayı yad ediyorduk. Tatlılarımızın ve Madeira’nın sonuna doğru (anıları yad ettiğimiz bu yemeğin Delmonico’nun yerinde olması nasıl da dokunaklı, eski güzel Del de tıpkı geride kalanlarımız gibi artık sona yaklaştı, ama o günlerde en önemli buluşmalarımızın daimi keşmekeş mekânıydı) ikimiz de katılarak gülüyor, o günleri postu deldirmeden nasıl atlattığımıza hayret ediyorduk. Kreizler’in yüzünde gördüğümü kendi göğsümde de hissediyordum. Kurtulamayanların anısıyla hâlâ kederleniyorduk.
Bunu tasvir etmek kolay değil.Geçmişi düşününce,üçümüzün ve diğer birçoklarının hayatının kaçınılmaz bir biçimde o deneyime neden olduğunu söyleyebilirdim, ama sonradan, psikolojik nedensellik konusunu açarak insanın özgür iradesini sorgulayabilir ve bu karabasanlarla dolu gelişimden taşan felsefi bilmeceleri, zor bir operanın vızıldayan ilk nağmesi gibi başka kelimelerle tekrar başlatabilirdim. Ya da o aylar akıp giderken, tanıdığım en iyi insanların yardımıyla Roosevelt, Kreizler ve benim, bir caninin izini sürüp sonunda dehşete kapılmış bir çocukla yüz yüze geldiğimizi söyleyebilirdim. Hayır, bunu yapmanın tek yolu var; o da, doğranmış ilk bedenin bulunduğu o korkunç geceye dönüp her şeyi anlatmak. Hatta daha da eskiye, Harvard’da Profesör James’le geçirdiğimiz günlere gitmek.
Evet, her şeyin üzerinden geçip herkesten önce ortaya koymak, tek yolu bu.
Halk bundan hoşlanmayabilir; aslında, bizi yıllarca bunu bir sır olarak saklamaya zorlayan da onların göstereceği tepkiydi. Theodore’un ölüm ilanlarının çoğunda bile bu olaydan bahsedilmiyordu. Onun 1895-1897 yılları arasında New York Polis Teşkilatı’nın şefliğini yaptığı sıralardaki başarılarından yalnızca, o zamanlar neredeyse hiç okunmayan Herald bahsetmişti: “…Ve nihayet ‘1896’da şehri sarsan korkunç cinayetler aydınlatıldı.” Yine de. Theodore bu başarısı için asla bir onurlandırma talep etmedi. Gerçekten de, araştırmalarını bu bilmeceyi çözebilecek bir adamın ellerine, tüm huzursuzluğuna rağmen bırakacak kadar açık fikirliydi. ‘Bu adamın Kreizler olmasını, gizliden gizliye her zaman onaylardı.
O, bu işi zor da olsa alenen yaptı. Theodore, Amerikan halkının ona inanmaya, hatta açıklamanın ayrıntılarını duymaya bile hazır olmadığını biliyordu. Merak ediyorum, acaba şu anda hazırlar mı? Kreizler bundan şüphe ediyor.Ona, hikayeyi yazmaya niyetlendiğimi söyledim, alaycı bir kıkırdamayla karşılık verdi ve bunun insanları korkutup tiksindirmekten başka bir işe yaramayacağını söyledi. Bu gece ifade ettiği gibi bu ülke aslında 1896 dan beri Theodore, Jake Riis ve Lincoln Steffens gibi adamların işleri için çok fazla değişmemişti. Kreizler e göre hala kaçıyoruz, özel anlarımızda,biz Amerikalılar, hızla ve korku dolu bir şekilde tıpkı eskiden yaptığımız gibi; karanlıktan, sırtımızı yaslayabileceğimiz huzurlu bir ev kapısına, sevme ve güvenme içgüdüsü taşıyan insanlar tarafından çocuklara aşılanmaya devam eden kâbuslardan, zehirlerden, baruttan, rahiplerden, bu tür korku ve kâbusları yok edeceğine söz verirken, karşılığında kölelik gibi bir bağlılık bekleyen felsefelerden kaçıyoruz. Gerçekten haklı olabilir mi?
Ama ben tereddüt içinde mum gibi kaldım. O halde en başa!