“Gözlerim seni arıyor
Olmadığını bile bile.
Bazen bir boşluk,
Bazen bir hüzün,
Bazen de sensizlik
Esiyor yüreğimde…
Ve yokluğun…
Yokluğun gelip oturuyor
Gözbebeklerime…”
Odamın terasına çıkıp rüzgârın saçlarımı yalamasına izin verirken bir yandan da her gece olduğu gibi yüklemleri özneleriyle eşleştirmeye çalışıyorum ama Josh için ‘seviyor’ yükleminin öznesi hiçbir zaman ben olamıyorum her ne kadar o benim ‘seviyorum’ yüklemimin öznesi, nesnesi ve bilumum diğer öğelerinin görevlerini üstlenmiş olsa da.
***
Önsöz
Kendimi hep hayal perest biri olarak adledmişimdir. Küçüklüğümden beri hep hayaller kurarım, başkaları olup hikayeler yaşarım…
Bu kitap yüzlercesinden sadece biri. Neden içlerinden bunu seçtim bilmiyorum. Zaten yazmak bilmemektir, anlayamamaktır, tanımlayamamaktır düşünceleri.
Bu roman aşkın insana neler yaptırabileceğini, aşk uğruna nelerden vazgeçilebilineceğini anlatıyor. Biraz abartıya yer veriyor belki, gerçekleşemeyecek bir şey denebilir hatta ama pek çoğumuz için yaşadıklarımız başkalarının başına gelemeyecek şeyler. Dışarıdan bakınca bazı insanlar, içinde olduklarımız için asla gerçekleşemeyecek şeyler, diyor.
Şahsen ben bu romanda hep Katty’den taraf oldum, onun kişiliğine tutuldum. Her ne kadar yaptıkları savunmadığım şeyler olsa da onlardan hiç nefret etmedim. Sanırım ona olan yakınlığımdan, hislerini anladığımdan.
Megan için hiç mutluluk düşünmedim ama hep üzüldüm onun için. İçinde bulunduğu durum bana uzak geldiğinden hiç sempati besleyemedim ona ancak onu sevebilmeyi gerçekten isterdim.
Katty için ben mucize diyorum, Megan için ise gerçek. Siz mucizelere inanıyor musunuz yoksa gerçekçi olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?
Bu kitabı okuduğunuzda fikrinizi değiştirebilecek miyim? Aslında amacım bu değil, fikrinizi, düşüncelerinizi değiştirmek istemiyorum. Onlara dokunmak istiyorum, bir parçanızı bu kitapta bulun istiyorum.
Kitabımın sonu hakkında çok düşündüm. En iyiyi değil, en uygun olanı seçtim kendimce. Hala okuduğumda değiştirmek istiyorum. Siz de isteyecek misiniz? Bilmiyorum….
Ben de aynı Katty gibi bazı şeylerin farklı olmasını dilerdim bu romanda, ancak ne yazık ki onun hataları benim kalemimi de ele geçirmişti.
Bence bu romanın kendine özgü bir hayatı var. Gösterdiğim yoldan değil, kendi seçtiğinden gitti. Bu yüzden beni bile heyecanlandırdı okurken, bir sonraki cümleyi merak etmemi sağladı hep.
Dilerim bana hissettirdiklerini siz de hissedersiniz; düşüncelere dalarsınız, merakla sarılırsınız, çatışmalar yaşarsınız.
Daniella gibi geçmişinizi yadedersiniz belki de okurken ya da Martin gibi umursamaz davranırsınız, Josh gibi hep doğruları da arayabilirsiniz veya Lioness’tan pişmanlıkları geride bırakabilmeyi öğrenirsiniz.
Ve dilerim zevkle okursunuz…
Giriş
Katty
Yağmurdan sonra havayı etkisi altına alan toprak kokusunu seviyorum; temiz ve ıslak.
Esen rüzgar bana yaşadığımı hissettiriyor, sesi beni canlı tutuyor. Saçlarımı yalayıp giderken bedenim huzur doluyor.
Kalbim ise savaş meydanı gibi. Dünümle yarınım savaşıyor, ben bugün ortada kalmışım.
Ölenler, yaralananlar, boş mermi kovanları saçılmış her yere. Ben yürüyorum, bu cehennemin çıkışına giden yolu bulmaya çalışıyorum.
Yaptıklarımı irdeliyorum tek tek. Hayatımın tamamı için hataydı diyemem ama şu anda olmak istemediğim bu yerde olmamın sebebi pişmanlıklarım.
Anlayamıyorum; nasıl oluyor da zamanında bayıla bayıla yaptığımız, doğru olduğuna inandığımız davranışlar, şimdi kurtulmak istediğimiz yanlışlara dönüşüyor, zamanla geçmesi gereken yaralar nasıl oluyor da gittikçe derinleşiyor?
Hissetmek istediğim bütün duyguları meydanda ölü görüyorum. Ne kadar çok onlara sahip olmayı istesem de onların gelip beni asla bulamayacaklarını anlıyorum; aşk, mutluluk, saadet… Hepsini çoktan kaybetmişim.
Ruhum bitmemiş bir ev gibi; eksik ve soğuk. Birilerini bekliyor tamamlanmak için, bir yuvaya dönüşmek için ama kimse gelmiyor, kimse bulamıyor onu. Umudunu yitirmeye başlamış bile.
Aklm karışık, düşünceler düğüm olmuş.
Ne hakla zaman yardımcı olması gerekirken daha çok keder ve karmaşa getiriyor bizlere? Oysa ben ona güveniyordum, hep zamanla geçer diyordum.
Hiç bir ağacın altına girip havaya baktın mı Josh, güneşin yapraklardaki dansını seyrettin mi? Bana seni hatırlatıyor, uzanıp sana dokunabilecekmişim gibi hissettiriyor. Bulutlar sadece bir ağaç boyu ötedeymiş gibi geliyor, içerinde yok olabilirmişiz, huzuru ve mutluluğu bulabilirmişiz gibi.
Hiç çimenlere oturup elinin altında hissettin mi karmaşık yumuşaklıklarını, dört yapraklı yonca aradın mı aralarında? Bana seni hatırlatıyor; onca insanın arasında seni bulduğum için ne kadar şanslı olduğumu gösteriyor.
Hiç güneşte uzun yürüyüşlere çıktın mı Josh, teninde sıcaklığını hissetin mi, yarı kapalı göz kapaklarının ardından baktın mı etrafa? Bana seni hatırlatıyor; bana olan yakınlığını, bu yakınlığı kaybedersem devam etmekte nasıl zorlanacağımı anlatıyor.
Hiç denizin sesini dinledin mi uzun gecelerde, rüzgarla karışıp sessizliği delen o büyüleyici sesin ahengine kaptırdın mı kendini? Bana seni hatırlatıyor; dokunuşlarını duyumsatıyor, her şeye rağmen bir bütün olabilceğimizi müjdeliyor.
Hiç sıcacık kumlara ayaklarını bastın mı Josh, yandığın için gölgeye koşma ihtiyacı hissettin mi? Bana seni hatırlatıyor; canımı yakıyor olsa bile seninle olmak, aşkına sahip olmak, yine de sana gelmek istediğim gerçeğini yüzüme vuruyor.
Sen hiç suskunluğunda şarkı mırıldandın mı Josh, beyninde notaların sıralanmasına izin verdin mi? Bana seni hatırlatıyor,yokluğunda bile sana ihtiyacım olduğunu,beni üzsen bile seninle olmak istediğimi kabul ettiriyor.
Sen hiç yağmura çıktın mı Josh; bedeninin yağmur damlalarınca ıslatılmasını normal karşıladın mı? Bana seni hatırlatıyor; bana ait olmasan bile sana ait olduğumu fısıldıyor.
Sen hiç beni yaşadın mı Josh; bana rağmen beni yaşadın mı? Bana bizi hatırlatıyor; içinde bulunduğumuz imkansızlıklara rağmen birbirimizi sevebileceğimizi kanıtlıyor.
Şimdi geleceğimin geçmişiysem eğer, gelecekti ben için dün’sem, ilk şansım olan bugün, yarınım için doğruyu yapacağım…
Birinci Bölüm
San Diego
2011
Lioness
Düğünlerden nefret ederim ama şimdilik benim işim bu.
Üzerimdeki uzun, beyaz elbiseye uygun çantamdan çıkardığım silaha susturucuyu takıyorum.
Neredeyse bir haftadır planladığım bu işte uzun menzilli ve büyük bir silaha ihtiyacım yok. Zaten oldukça iyi nişancıyımdır. Beynini ıskalamayacağımdan eminim. Mekân küçük ve kalabalık, işimi bitirdikten sonra küçük bir silahla buradan yapabileceğim kadar hızlı bir şekilde ayrılmam gerekiyor.
Zavallı gelin. Umarım ‘evet’ demeden bu işi bitiririm de genç kadın dul kalmaz.
Bulunduğum yerden mihrap açık seçik görünüyor ama ben oradan asla görünemem. Burası kilisenin üst katındaki ufak bir oda.
Törenin başladığını haber veren müzikle beraber damadımız, sağdıçların arasından çıkıp açıklığa geliyor. Güzel gelinimiz de babasının koluna girmiş, yavaş adımlarla ona doğru yaklaşıyor.
Vakit geldi.
Beynine nişan almayacağım. Eğer öyle yaparsam davetlilerden en az biri kurşunun geldiği yöne bakıp benim bulunduğum yeri tespit etmeyi akıl edecektir.
Yapmış olduğum birkaç işlem sonucunda kilisenin duvarlarına yapılmış olan metal dekorlardan birine nişan alırsam damadımızın kafasını tutturuyorum.
Sol gözümü kapatıyorum ve metalik levhayı nişan alıyorum. Dün gece buraya gelip levhayı kontrol etmiştim. Kurşunun oraya saplanmayacağına eminim. Planım her zamanki gibi mükemmel işleyecek.
Birini öldürmek… Ertesi akşam bunu hatırlamıyor olacağım. Hatta silahımı tekrar parçalara ayırıp çantama koyarken bile unutmaya başladım. Yarın hiçbir şey kalmayacak aklımda. Ama DNA çözümleyicimi az önceki iş yerime atarken acıyla bağıran gelin onu asla unutmayacak. Başında ağlayan annesi de öyle, 911’i arayan babası da tabi. Acı çekecekler. Günlerce ağlayıp siyahlara bürünecekler. O gelinin bütün hayallerini yerle bir ettim. Küçücük bir kızken beyaz atlı prensiyle ilgili kurduğu bütün hayalleri mahvettim. Onun prensini öldürdüm.
Umurumda mı; artık değil, artık hissizim. Bu benim işim. Kısa, sarı peruğumu çıkartıp çantama koyarken düşünüyorum; bu sadece iş. Elbisemi çıkartıp içime giymiş olduğum kolsuz, beyaz üstüm ve eteğimin saklamış olduğu uzun ve biçimli bacaklarıma yapışmış olan koyu mavi kotumla kalırken düşündüğüm şey; ölen o adam ya da acıyla başında kıvranan ailesi değil, planımın ikinci kısmı.
Köşeyi dönüp caddeye çıktığımda, ambulansın sesleri kulağıma çalınıyor. Artık çok geç olduğunu biliyorum; o çoktan öldü.
Umurumda mı, hiç umurumda oldu mu? Hayır, sadece iş işte.
Yanımdan muhasebeci olduğuna emin olduğum bir adam, kocaman siyah evrak çantasıyla geçiyor. Gri bir takım var üzerinde. Çalışıyor işte. Ben de çalışıyorum. Duygusuz değilim. Değişik meslek dallarından birini yapıyorum yalnızca. Her mesleğin gerektirdikleri vardır.
Birkaç blok sonra, neredeyse bir saat önce park etmiş olduğum yerde kiralık arabamı görüyorum, sıradan mavi bir Ford bu. Bir haftadır aynı arabayı kullanıyorum.
Aslında Los Angeles’ta oturuyorum. Yirmi yaşımda hayat beni bu işe soktuğundan beri oradayım. Kısa süre sonra yaptığım iş sayesinde kolayca tanındım ve şimdi aranan biriyim. Ünlüyüm. Her zaman bu şekilde ünlü olmayı hayal ettiğimden değil ama öyleyim işte.
Bir hafta önce buraya geldim beni takip eden sürüyle ajanını Los Angeles’ta bırakarak. Ancak işimi bitirdikten sonra nerede olduğumu anlayabiliyorlar. Onlar buraya gelene kadar ben çoktan evime dönmüş olurum.
Arabama biniyor ve radyoyu açıyorum. İstemsizce dudaklarım oynuyor şarkıya eşlik etmek için.
Otelime yöneliyorum. Uzun bir gündü. Gidip öğle yemeği yemeliyim ve buraya gelirken çektiğim korkunç otobüs yolculuğunu bir kez daha yaşamamak için uçak bileti ayırtmalıyım; Joan Taylor adına. Adım bu değil. Ben bile ne olduğunu hatırlamıyorum.
Hatta şu yaptığım harika bilgisayar sayesinde yüzümü dahi hatırlamakta zorluk çektiğimi söylemeliyim. Kırmızı ışıkta dikiz aynama bakıyorum. Lenslerim sayesinde gözlerim koyu yeşil görünüyor. Belki bir parça altındaki gözlerin mavi olduğunu görebiliyorum. Az önce peruğumu çıkardığım için saçlarım da kendime ait. Başımın tepesinde topuz yapmışım. Ama o kadar. Geri kalanı bana tamamen yabancı. Buraya gelirken bilgisayarda tasarladığım maske var yüzümde. Uzun bir burun, gamzeli bir çene, dolgun dudaklar, kalkık siyah kaşlar, çıkık elmacık kemikler.
Bu ben miyim? Kimin umurumda. Eve gidip yeni bir maske yapacağım ve bu yüzü de çöpe atacağım, sonra yeni pasaport ve kimlikler. Belki bu sefer kızıl saçlı ve ince dudaklı olurum.
Şu DNA çözümleyiciler hayatımda yaptığım en iyi iş olmalı. Bilirsiniz; çamaşır suyu biyolojik kalıntıları yok eder. Bu da etrafa çamaşır suyu bazlı görünmez bir gaz yayıyor. Metalik renkli bir kola kutusuna benziyor. Sanırım bunları sürekli kullandığım için benim imzam haline geldi. Polisler son birkaç senedir bunu görür görmez benden sorumlu FBI birimini arıyor. Ukala gibi görünmek istemem ama herkes beni tanıyormuş gibi hissediyorum bazen.
Cesetleri kuru üzüme benzetiyor, itiraf etmeliyim ki gerçekten mide bulandırıcı görünüyor ama etrafta benden kalan bütün DNA’ları da siliyor. Üstelik eğer onu bıraktıktan yaklaşık on saniye sonra oradan ayrılıp, bir saat boyunca da oraya ayak basmazsanız size hiç zarar vermiyor.
Zaten DNA’mı bulsalar da kim olduğumu asla bulamazlar. Kendimi dünyanın veritabanından tamamen sildim. Yaklaşık yedi yıldır yokum ben; Buhar olup uçmuş gibi, hatta hiç doğmamış gibi. Zaten doğmuş oluşum kimin umurunda ki! Benim bile değil.
Odama giriyorum ve hemen çantamı açıp içindekileri bavuluma yerleştiriyorum. Maskemi çıkartıp lavaboya koyuyorum ve suyu açıyorum. Birkaç dakika sonra eriyip gitmiş olacak.
Yağmur olasılığını ben de düşündüm. Neyse ki devamlı ve şiddetli bir akıntı olmadığı sürece eriyip gitmiyor. Öpüşürken bile sorun çıkarmıyor bana.
Yatağımın üzerine koyduğum bilgisayarımı açıyor ve yeni bir isim alıyorum. Merhaba yeni ben…
İkinci Bölüm
Arkansas
2003
Katty
Uyandım. Kahrolası bir güne daha açtım gözlerimi. Yine sabah oldu. Yatakta ne tarafa dönersem döneyim, sabah olduğu gerçeğini değiştiremiyorum ne yazık ki. Ardı ardına dizilmiş beni bekleyen daha pek çok yaşamam gereken saniye olduğunu biliyorum.
Kahretsin, kim pencereyi açık bıraktı böyle! Sabahın buz gibi rüzgarı iliklerime işleyince istemeye istemeye, eski püskü örtünün altından çıkıp pencereyi kapatmak için oraya yöneliyorum.
Bu pencereler bir gün elimde kalacak ama ne zaman? Hatta pencereyi kapatmaya çalışırken elimde onunla kala kalacağım, hani çizgi filmlerdeki gibi elinizde pencere kalır ama bütün ev çöker ya, işte o misal. Sanki çok çizgi film izlemişliğim var da…
Eski tahtalardan bozma dolabımın kapağını açıp içindeki en düzgün kıyafetimi alıyorum; her gün giydiğim bir kot ve ince bir kazak. Okul için giyebileceğim fazla giysim yok ne yazık ki. Zaten okulum da pek iyi sayılmaz. Yaşadığımız kasabadaki tek lise ve tam bir harabe. Üstelik tek bir yakışıklı çocuk dahi yok! Zaten hangisi bana yaklaşır ki? Güzel olmadığımdan değil, annem hep güzel olduğumu söyler. Ama hangi salak çocuk, babası –ki ben onun babam olmadığından adım gibi eminim- annesini pazarlayan bir kızı sevebilir ki?
Cevap basit: Hiç kimse!
Kapıyı ne kadar sessiz açmaya çalışsam da gıcırdıyor her sabah olduğu gibi.Öyle ki o gıcırtıyı ezberledim.
Pencereden giren rüzgar yüzünden odamın soğuk olduğunu sanmıştım ama evin geri kalanının da odamdan pek farkı yokmuş. Zaten ne zaman bu ev sıcak oldu ki? Annemler sürekli sarhoş gezdikleri için soğuğu fark etmiyorlar ama ben ediyorum. Soğuk iliklerime işliyor hep.
Sadece fiziksel anlamda değil, her açıdan soğuk bu ev. Gülümseyen yüzler yok, çamaşır günlerinde dışarıdaki çamaşır ipine tertemiz mis gibi kokan çamaşırları asan bir anne yok, çamaşır ipi bile yok.
Sabahları, iştah açıcı krep kokularıyla uyanmak yok, tertemiz, sıcacık suyun verdiği rahatlığı hissedebileceğimiz duş alma saatleri yok. Eve geldiğinizde sizi yüzünde kocaman bir tebessümle karşılayan biri de yok. Eve geç kaldığınızda babanız size kızacak diye endişelenmek yok. Okuldan aldığınız kötü notlar için sizi azarlayacak biri yok. Notlarımı soran bile yok.
Bunları özlemiyorum ama. Asla hissetmediğim duyguları, yaşamadığım anları nasıl özleyebilirim, bir anne ya da baba sevgisi tatmadan bu sevginin yokluğunu nasıl hissedebilirim?
Hani annenizle kavga edersiniz ya, odanıza kapanıp kendi kendinize ona kızıp durursunuz, sonra da o kapıyı çalar ve kocaman, pişmanlık okunan bir gülümsemeyle içeriye girer. Böyle bir şeyi yaşamadan bunu nasıl özleyebilirisiniz.
Ne hissedeceğinizi bilmiyorsanız, bu hissi nasıl ararsınız ki? Asla tanımadığınız birini milyarlarca insanın arasında aramak gibi bir şey bu; bomboş bir çaba.
İşte benim hayatım bu. Sıradan, boş, duygusuz, soğuk ve daha adını koyamadığım pek çok kötü sıfata sahip hayatım dediğim şey.
Annemle konuştuğumuz şeyler yok değil. Mesela okul konusu; liseye gitmemden pek haz etmiyor kendisi. Ona göre standartların üzerinde bir vücudum varmış ve bunu okulda harcıyormuşum. “Lise kime para kazandırır ki!” diyor hep.
Bahçe kapısından çıkana kadar rahat bir nefes alamıyorum. Neyse ki ne annem ne de babam beni gördüler. Ayyaş babam bir yerlerde sızmış, annem de yorgunluktan bitap düşmüş halde yatakların birine kendini atmış olmalı.
Okul her zamanki gibi berbat. Neyse ki bu son senem, en sonunda bu iğrenç yerden kurtulup güzel bir üniversiteye gidebilirim. Nihayet bu korkunç yerden ayrılabilirim. Her şeye rağmen umutlarım ve hayallerim var.
Küçük, masum bir kız çocuğuyken, hep beyaz atlı prens ve kocaman bir saray hayalleri kurarsınız ya… Ben hiç küçük ya da masum olamadım ama yine de hayallerim var. Annem ve babamın bağrışmaları ve o zamanlar anlam veremesem de annemin ve yabancı bir adamın çıkardığı inlemeler, bunlara eşlik eden tempolu yatak gıcırtıları arasında, kurabildiğim tek hayal buradan uzakta sürdüreceğim bir yaşantı oldu.
Buradan tam anlamıyla nefret ediyorum. O kadar kötü bir öğrenci olduğumdan değil. Aksine notlarım iyidir ama herkes benim bir fahişenin kızı olduğumu bildiğinden yanıma yaklaşmıyor. Nedense okulumuzda okuyan fahişelere bütün erkekler bayılıyor.
Arkadaş… Benim hiç arkadaşım olmadı. Kasabamız küçük ama yine de alış veriş yapılabilecek pek çok alan var ve ben birkaç kızın arasına karışıp buralara alış verişe gidemeyecek kadar, daha önce hiç duymadığım marka giysileri ve makyaj malzemelerini tartışamayacak kadar uzağım bu konulardan. Diğer bir deyişle lükse harcanacak tek bir kuruşum dahi yok ve vaktim bile yok.
Anneme göre çalışmalıymışım. ‘Standartların üzerinde’ olan vücudum liseli bir kıza göre oldukça biçimliymiş. Haklı olduğunu düşünmüyorum. Çirkin değilim ama annemin söz ettiği kadar da güzel değilim. En azından o anlamda güzel olmayı hiç istemem.
Uzun bacaklarım, pek dolgun olmasa da vücuduma uygun göğüslerim var. Uzun simsiyah ve kocaman buklelere sahip olan saçlarım açık renk tenimle pek uygun görünmüyor. Ayrıca korku filminden çıkmışım gibi oldukça açık mavi gözlerim var. Koyu siyah ve uzun kirpiklerim de ‘korku filmi’ gözlerimi tamamlıyor. Gerçek babamın gözleri mavi olmalı çünkü başka mavi gözlü akrabam yok. Zaten olanları pek fazla görmüyorum. Hepsi anneme sırt çevirmiş durumda. Tabi onun kızı olduğumdan bana da. Önemli değil. Buradan ayrılıp yeni bir hayata başlayacaksam her şeyi geride bırakmalıyım zaten. Geçmişten kalan hiç bir şey aklımda olmamalı, beynimi kurcalamamalı. Her şey tertemiz olmalı. Açtığım yepyeni sayfada, önceki sayfadaki derin yazının izleri olmamalı.
Umutlarım var benim, hayallerim var…