Zengin, tehlikeli, yakışıklı, geçmişi sırlar ve çalkantılarla dolu bir adam…
Yaşadığı bütün felaketlere rağmen dimdik ayakta kalmaya kararlı, genç, güzel bir kadın…
Düşmanca başlayıp karşı konulmaz tutkulara dönüşen bir aşk hikâyesi…
Bir düelloda kaybettiği dostunun şerefini temizlemek ve ona olan vefa borcunu ödemek için hem evinden hem de kalbini paramparça eden kadından uzaklara gitmeye karar veren Sutherland Dükü’nün oğlu Arthur Christian, kendini bekleyen sürprizlerden habersiz, İskoçya’ya doğru yola çıkar.
Ölen kocasından zorluklarla dolu bir hayat miras kalan genç ve güzel Kerry McKinnon, borçlarını ödemek ve ayakta kalabilmek için mücadele verirken, evine el koymak için kapısına dayanan yakışıklı yabancıyla aralarında güçlü bir kıvılcım doğar. Ama onlarınki imkânsız bir aşktır ve çok geçmeden bunun için bütün dünyayı karşılarına almak zorunda kalacaklardır.
***
Giriş
Dunwoody, Güney İngiltere, 1834 Mezar taşlarının üzerindeki yazılar, kilisenin avlusunu kaplayan otlardan dolayı zar zor okunuyordu. Bu da önündeki mezarın hep derli toplu kalmasını isteyen Arthur’un canını sıkıyordu. Ondan başka kim gelip yeraltında toprağa karışan Phillip’in mezarına çiçek bırakacaktı? Papaz kasvetli gökyüzünün altında belirdiğinde, Arthur mezarın etrafında toplanan ve yas tutan yirmi kişilik kalabalığa şöylece bir göz gezdirdi ve kimlerin bu mezara aynen onun gibi derin duygularla bakabileceğini kestirmeye çalıştı.
Hayır, hiçbiri onun gibi değildi ve olamazdı da.
Papaz kalın sesiyle cenaze ilahisini okumaya başlayınca, siyah kıyafetlere bürünmüş, yas tutan insanlar da bu kederli nağmeye eşlik etti. Onca insanın toplanmasının tek sebebi; ünlü Regent Sokağı Serserileri’nden birinin öldüğüne kendi gözleriyle tanıklık etmek ve ölen adamın mezarına bakarak dedikoduların gerçek mi yalan mı olduğunu anlamak istemeleriydi.
Arthur bakışlarını önündeki çukurda duran çam ağacından yapılmış sade tabuta çevirdi ve içinde yatan Phillip’i gözlerinin önüne getirdi. Adamın kolları, parçalanan göğsünün üzerine çaprazlamasına birleştirilmiş, solgun yüzü acılardan arınmış, kefeni ise üzerine öylesine sarılmıştı. Arthur ona daha uygun bir şeyler ayarlayamadığı için kendine kızıyordu, ama ne yazık ki, insanların çok da yolunun düşmediği küçük bir avcı kasabası olan Dunwoody’de farklı bir şey bulamamıştı. Cenazeciye sadece eski püskü bir takım elbise verebilmiş, kıyafetler asıl sahibi kadar iri yarı olmayan ve gövdesinin büyük kısmını kaybeden Phillip’e hiç olmamıştı. Arthur öteki dünyaya giderken insanın ne giyindiğine önem veren birisi değildi. Ancak ömrü boyunca giyim kuşamına büyük özen göstermiş olan arkadaşı Phillip; ebedi hayatı, üzerine olmayan, eski bir kıyafetle karşılamayı istemezdi muhtemelen.
Ayrıca Arthur şu an içinde bulunduğu durumda Phillip’in ne giyindiğini düşünmese içindeki öfkeye kulak vermek zorunda kalırdı.
Bunu neden yaptı? Hangi ilahi kudret Lord Phillip Rothembow ‘a bunu yapma hakkım verdi?
Tıpkı Julian’ın, Phillip’in kanlı göğsünden kafasını kaldırıp, ormana “Öldü!” diye haykırdığında hissettiği gibi keskin bir acı kapladı Arthur’un içini.
Yas tutan insanların sesleri aniden yükseldi, sonra da ikinci dizeye başlarken dindi. Korkudan sinen Arthur başını havaya kaldırmaya, etraflarını saran soğuk ve puslu havaya bakmaya zorladı kendini.
Tanrı aşkına ne yapıyorlardı?
Bunlar gerçek olamazdı. Her şey çok masumca başlamış; Dunwoody’deki o sıradan vakitlerden birinde dört kafadar oyun oynayıp arkadaşlarıyla takılmış ve de ertesi sabah yapacakları avı planlamaya koyulmuştu. Albright Kontu, soğuk ve mesafeli Adrian Spence’in aklı belli ki babasıyla yaptığı son tartışmadaydı. Kettering Kontu Julian Dane, daha önce talihsiz Lord Harper’a da eşlik eden iki hafifmeşrep kadınla eğleniyordu. Oynanan kâğıt oyunlarıyla vakit geçiren ve sınırsız burbon kaynağını sömüren Phillip ise her zamanki gibi sarhoş olmuştu.
Keşke Adrian, Phillip’e hile yapmaması gerektiğim hiç söylemeseydi.
Keşke elini indirip oyunu o anda bitirseydi. Ama öyle yapmayıp, Phillip’e gayet nazikçe hilekârlığı bırakmasını söylemiş, bu da sonun başlangıcı olmuştu. Bunun üzerine Phillip alınmış; Adrian’ı düelloya çağırarak hepsini şaşkına çevirmişti. Oysa Adrian, Phillip’in sarhoş kafayla dile getirdiği düello davetini kabul ederken, daha önce hepsinin yaptığı gibi Phillip’in ertesi sabah ayılıp geri adım atacağını düşünmüştü. Ama Phillip elindeki şişeyle sendeleye sendeleye düello meydanına gelerek geri adım atmaya niyeti olmadığını göstermişti.
Bu sırada kilise avlusunun yanından tangır tungur geçen bir at arabası yeri titretince Arthur o korkunç sabah sıkılan ilk merminin sesini duyar gibi oldu. Adrian düelloya son vermek için havaya bir el ateş etmişti. Arthur, Phillip’in öz kuzeni Adrian’a karşılık verdiği anda olduğu gibi göğsüne bir ağrının saplandığını hissetti. Phillip zaten güç bela ayakta durduğu için Adrian’ı ıskalamıştı haliyle. Ama yine de içini korkunç bir kararlılık kaplamış, Fitzhugh’un Alman yapımı çift namlulu silahına uzanmış, adamı yere yıkmış ve aniden dönüp Adrian’a ateş etmişti.
Neden? Phillip, neden?
Bu soru Arthur’un aklında hiç sonu olmayan bir tını gibi yankılanıp duruyordu. Phillip’in Adrian’ı neden böyle bir şeyi yapmaya zorladığını asla bilemeyeceklerdi. Aptal adam kendisini öldürtmeyi başararak bunları açıklamaktan kurtulmuştu. Adrian’a ateş ettikten saniyeler sonra sararmış çimlere yığılmış, masmavi gözleriyle boş boş gökyüzüne bakmış, hayatı göğsündeki mermi yarasından akıp gitmişti.
Ölmüştü. Ölümsüz Regent Sokağı Serserileri’nden biri ölmüş; hem de içlerinden biri tarafından öldürülmüştü.
Tanrım, bizlerden merhametini esirgeme.
Arthur, yanındaki Julian gibi kaskatı duran Adrian’a baktı. Dördü; Adrian, Phillip, Julian ve kendisi, İngiliz aristokrasisinin genç üyelerinin gözünde birer kahramanlardı. Kendi kurallanna göre yaşar, servetlerini daha büyük servetler edinmek için riske atar, toplumdan ve kanunlardan asla korkmazlardı. Gündüzleri Regent Sokağı mağazalarının zengin müşterileri arasından seçtikleri genç kızlarla gönül eğlendirir; geceleriyse kulüplerde babalanndan aldıkları Tanrı vergisi hünerlerini sergiler, tüm güçlerini Regent Sokağı kadınlarının dillere destan yatak odalarına saklarlardı.
Daha doğrusu efsane böyleydi.
Elbette bunların hepsi hayal ürünüydü. Onlar sadece birlikte büyüyen, birbirlerinin dostluklanna düşkün olan ve Madam Farantino’nun varlığından mutluluk duyan dört erkekti. Serseriler olarak anılsalar da, öyle çok kötü işlere bulaşmamış, hiçbir kadının adına leke sürmemiş, hiçbir adamı kumar borcunu ödemediği için hapse attırmamışlardı. Aslında çok belirgin bir özellikleri yoktu. Sadece… içlerinden biri hayatın son derece dayanılmaz olduğunu fark etmiş ve öz kuzenini onu vurmak zorunda bırakarak hayata veda etmişti.
Böylece Serseriler’in ölümsüz olmadığını kanıtlamıştı.
Kalabalık, ilahinin son nakaratına başlarken, Arthur gözlerini kapattı ve öfkesinin içini deli gibi yaktığını hissetti. Phillip’ten nefret ediyor, o sararmış çimlerin üzerinde her şeye son verdiği için ona kızıyordu.
Kendinden nefret ettiği kadar Phillip’ten de nefret ediyordu.
İçini kaplayan suçluluk hissi dayanılmaz bir hal almıştı. Yaşananlara engel olabilecek, arkadaşını kurtarabilecek durumda olmasına rağmen, olan biten her şeyi izlemiş, bir kenarda durmuş ve Phillip’in çaresizlik içinde yok olup gitmesine tanıklık etmişti. Sutherland Dükü’nün üçüncü oğlu, ruhban sınıfının müstakbel üyesi Lord Arthur Christian kenarda öylece durup beklemişti. Ne Adrian ne de Julian onun konumundaydı. Arkadaşını uçurumun kenarından bir tek o çekip alabilirdi.
Sesler son bir kez daha yükseldi ve iç karartıcı ilahi son buldu. Etrafa sessizlik çöktü. Kalabalık ağır ağır hareketlendi. İnsanlardan bazıları kara bulutların kapladığı gökyüzüne bakarken, papaz efendi derince bir iç geçirip elindeki dua kitabının sayfalarını karıştırdı. Sonra da gözlerini Adrian’dan ayırmadan konuştu: “Merhumun ardından yas tutanlar; onun ölümüyle Efendimizin ışığına, sevgisine…“
Şu insanlara yaşattıkların için sana çok kızıyorum.
“...merhanetine ve hayatın güzelliğine erişin. Amen.”
Kalabalıktan da, “Amen!” sesleri yükseldi.
Arthur o günden sonra hayatın ve merhametin kıymetini çok iyi bileceğine yemin etti. Güneşin doğuşuna her baktığında, kollarına bir kadını her aldığında, Julian’ın o güzel purolarından birini içine her çekişinde hayatının değerini bilecekti. Ama yaşamı hep içindeki suçluluk duygusunun, öfkenin ve lanet olası vicdan azabının etkisinde kalacaktı. Ah, Phillip! Ah!
Arthur sendeleyerek bir adım geri çekildi. Mezarcılar mezara toprak atarken, birbirine kenetlenen dişlerinin arasından nefes aldı. Evet, o andan itibaren hayatının değerini çok iyi bilecekti ama aynı zamanda Phillip’i yüzüstü bırakmanın omuzlarına yüklediği ağırlığı da nefes aldığı her gün hissedecekti. En yakın arkadaşlarından birine duyduğu kızgınlığa, onu durdurup her şeyi yoluna sokma fırsatını es geçmenin ve ruhunu alt üst edip onu çaresizce ölüm yoluna sokan şeytanlara karşı gelememenin yarattığı utanç duygusuna boyun eğecekti.
Ah, Phillip! Ah!
*
Birinci Bölüm
Mayfair, Londra, İngiltere, 1837
Arthur Christian hayatının sonuna kadar birilerinin esiri olsa ve en kötü işkencelere bile maruz kalsa o akşam yaşadığı kadar berbat anlar yaşayamazdı.
Hepsi kendi suçuydu. Ne de olsa baloyu Mount Sokağı’ndaki köşkünde düzenleyen de, ilgisizliğinden dolayı sosyetenin en alt tabakasının evine akın etmesine fırsat tanıyan da kendisiydi. Tüm sene boyunca böyle özenle hazırlanmış davetlere ev sahipliği yapan Arthur, Portia Bellows’un davetkâr bakışlarına kapılmaktan ve kadının bacağına dokunuşunu hissetmektense yok olup gitmeyi yeğlerdi.
Ama Portia’nın ellerinin bacaklarında gezinmesi de onun suçuydu. Arthur, misafirlerine gerektiği kadar dikkat etmemiş, kadının yanına yaklaştığını çok geç fark etmişti. Portia tam da istediği gibi onu ana koridordaki kuytu yerde yakalamış, parmaklarını cüretkârca adamın kalçalarında gezdirmişti. Sonra da, yatak odalarında yükselen o mahrem sesiyle, “Seni bir an olsun unutmadım, Arthur,” demişti.
Yavaşça, “Bilmez miyim?” diyen Arthur, elleriyle etrafını saran Portia’nm kabarık saten eteğini bastırıp parmaklarını birer birer üzerinden çekmişti.
Portia boğuk sesle, “Yatakta onunla sevişirken hep seni hayal ediyorum,” derken elini boynundaki siyah inci kolyenin üzerine koymuş, parmaklarını göğsüne sarkan kolyenin etrafında gezdirmiş, altın sarısı saten elbisesinin içlerine, dekoltesine doğru yavaşça indirmişti. “Rüyalarımda hep seninleyim.”
Aslında Arthur onunla sevişirken kadının rüyalarında Roth’un devasa servetinden başka bir şey düşünmediğine emindi. Evet, köşeye sıkıştırılmıştı ama bu saçmalıkları bir kez daha dinlememek için ellerini kadından uzak tutmaya çalışıyordu.
Portia’nın parmakları bir kez daha ısrarcı hareketlerle Arthur’un bedenine dokunmaya başlamıştı. “Canını yakmak istememiştim, hayatım.” On sekiz yaşında bir genç kızken konuştuğu tonla konuşuyordu şimdi. O yumuşak tını, zamanında Arthur’un ona olan ölümsüz aşkını defalarca itiraf etmesine sebep olmuştu. Portia’nın insanın içini bir hoş eden bakışları da bu sesle birleşince Arthur koşa koşa babasının yanına gitmiş, evlenmek için izin istemiş, babası ise Bayan Bellows’un çoktan Robert Lampley’le nişanlandığını söylemişti. Arthur’dan iki yaş büyük olan Robert Lampley büyük bir servete konacak, ondan daha üstün bir unvana erişecekti ne de olsa. Arthur önemli bir dükün hiçbir yere gelememiş oğlu olmanın ne kadar anlamsız bir şey olduğunu ilk defa o zaman anlamıştı.
Ama artık otuz altı yaşındaydı ve kadınların ne kadar can sıkıcı olabileceğini gayet iyi biliyordu. Sakince Portia’nın ellerini bir kez daha üzerinden çekti. “Roth Leydim, dudaklarınızın arasından dökülen kelimelere inanmadığımı biliyorsunuz,” deyip kadının yaptıkları hoşuna gitmişçesine güldü. Oysa ona sinir oluyordu. Portia yaptığı her şeyle onu küçük düşürmüş, Arthur’u tam bir aptal yerine koymuştu. Portia Bellows, Sutherland Düklüğü’ne bağlı Lord Arthur Christian’ı bir değil, iki kez kandırmıştı ve Arthur’un kasıklarında cesurca gezinen ellerine bakılırsa onu üçüncü defa küçük düşürmeyi de aklına koymuştu.
Koridorda, Arthur’un yengesi Lauren’in ısrarlarına dayanamayıp izin verdiği büyük saksıların birisinin arkasında duruyor, tuvalete gitmek için etrafta dolanabilecek misafirlerin bakışlarından kaçınıyorlardı. Portia tam da bu sırada Arthur’un kasıklarında gezdirdiği eliyle adamın mahrem yerlerini şehvetle avuçladı. Bunu yaparken de pis pis gülümsedi. Arthur da Portia’nın bir kez daha onda aynı etkiyi yaratamayacağını bilmenin verdiği güvenle ilgisiz gülümsemelerinden birini sergiledi. Sonra da kadının bileğini tutup sertçe sıktı. “Kocan çok da uzakta değil,” dedi.
Portia’nın yanakları kızardı. Kadın o güzel omuzlarını “Bana ne,” der gibi havaya kaldırıp indirdi. “Kocam bizi göremez. Ayrıca görse de umursamaz.”
“Ama ben umursarım,” diyen Arthur, kadının bileğini daha da sertçe sıktı. Kadının kemiklerinin kırılacağından
*****