Son beş yılda ne kadar çok yazı yazmışım! Arkadaşların ısrarıyla derlemeye giriştim. Taraf gazetesinde çıkan Kelimebaz yazılarını, Agos gazetesine yazıp daha sonra Aslanlı Yol adıyla derlediğim anı ve gezi yazılarını,
Şirince Meydan Muharebelerinin Mufassal Tarihçesi kitabında topladığım Şirince yazılarını, ayrı bir kitap olarak toparlamayı düşündüğüm Swami Saraswati yazılarını çıkardıktan, mükerrerleri eledikten, polemiğin şehveti içinde söylenmiş uçucu sözleri epeyce azalttıktan sonra geriye bu kadarı kaldı.
İlginç olacağını düşündüğüm birkaç televizyon ve basın mülakatını da buraya ekledim. Yazıların bir kısmı evvelce Agos’ta, Taraf’ın HerTaraf sayfasında ve Star gazetesinin haftalık Açık Görüş ekinde çıkmıştı.
Büyük bir kısmı blogumda veya Facebook sayfamda paylaşıldı. Bunlardan başka, özel yazışmalarda eşe dosta yazdıklarımın bir bölümünü de kitaba aldım. Bu sonuncular daha önce hiçbir yerde yayımlanmamıştır. Konular malum. 2008-2009’da Türkiye Cumhuriyeti’nin milli/resmi ideolojisine karşı yazılar ağırlığı taşıyor.
Türkiye’nin ve Türkçenin “kültürel arkeolojisi” diyebileceğimiz konular her zaman ilgimin odağını oluşturmuş. 2010’a doğru, biraz da koşulların etkisiyle, “Ermeni sorunu” adı verilen dert küpüne sık sık dalma gereği duymuşum. Son iki yılda, İslami önyargılara karşı polemik ön plana çıkıyor. Arada güncel siyasete, Kürt sorununa, anayasa reformuna dair yazılar da eksik değil. Yazıları konulara göre tasnif etmek, akla gelebilecek ilk yoldu.
O yolu seçmedim. Kronolojik sıralamanın, birbirinden ayrı gibi görünen konular arasındaki bağlantıyı daha iyi gösterdiğini, ulusal mitolojinin eleştirisinden dinî mitolojinin eleştirisine giden yolu daha belirgin kıldığını düşünüyorum.
Buradaki yazıların dört beşi hariç hiçbiri daha önce başka bir kitabımda basılmamıştır. O dört beş istisnayı (en baştaki Gençliğe Hitabe yazısı dahil) konu bütünlüğünü sağlamak açısından gerekli gördüm. Tekrardan ötürü kusura bakmayın. Sevan Nişanyan Şirince, Aralık 2013
Bu yazıyı 2007’de Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle yaratılmaya çalışılan milliyetçi isteri ortamına tepki olarak yazıp, bayramımı kutlama gafletinde bulunan herkese email olarak göndermiştim. İki yıl sonra, 29 Ekim 2009’de, Taraf’ta yayımlandı. Seksen dört yıl yeter bence. Kan-vatan-düşman’dan ötesine aklı ermeyen bir dil bu ülkeyi bunca yıl esir etti.
Artık yeni şeyler düşünmenin vaktidir. Kan-vatan-düşman edebiyatının şahikası Kemal Paşa’nın Gençliğe Hitabe adlı eseridir. Bugün tekrar yazılacak olsa ben şöyle düzeltirdim. * Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, insan olmaktır. İnsan olmanın yegâne temeli insana sevgidir. Hayatın boyunca, insanlara güzelliği, aklı ve adaleti öğretmeyi görev bileceksin.
Bilgin varsa, bedel beklemeden paylaşacaksın. Buna imkân ve şeraitin müsait değilse, yanındaki üç veya beş kişiye katıksız sevgini vermeyi deneyeceksin; onların hayat yükünü bir nebze hafifletmeye çaba göstereceksin.
Bunu yaparken Türk mü, yoksa Hindu mu, Yamyam mı diye sormayacaksın. Çünkü insan, galiplerin hasbelkader çizdiği sınırlara sığmayacak kadar kıymetli bir hazinedir. Dahili ve harici bedhahlarla etrafın çevrili olabilir.
Sen şerri bahane etmeyecek, hayırhahlığını ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin. Zira kötülük, esarettir. Manevi istiklalini ve manevi hürriyetini ancak insan olmakla kazanabilirsin. Düşman bütün tersanelerine girmişse, vazifeye atılmadan önce düşüneceksin. Önce, düşman mı diye soracaksın. (Çünkü bugün düşman olan yarın dost olabilir.)
Sonra onu kendine düşman etmek için ne hata yaptığını düşüneceksin. (Çünkü düşmanlık, herkes için ağır bir yüktür.) Gönlünü kazanmayı deneyeceksin. Tersaneyi beraber işletmeyi teklif edeceksin. (Öylesi her ikiniz için daha kazançlı olabilir.)
Sonuç alamasan, bir tersane uğruna düşman olmaya değer mi diye bir kere daha kendine soracaksın. Bunları yapabilirsen, inan, dünyanın tüm tersaneleri senin olur. Tüm ordular sana boyun eğer. Tüm kalelerini terk edecek gücü ve güveni kendinde bulursun.
Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar sana “düşünmeyeceksin!” diyebilirler. Kendi çorak ve bencil emellerine s 29 Ekim 2007 Abide-i Hürriyet Hrant Dink hakkında derleme bir kitapta yer alan yazım. Kilit olay sanırım Agos gazetesinin ağırlıklı olarak Türkçe çıkarılması kararıydı. Yarın öbür gün tarih yazacak olanlar, bu olayı Türkiye’deki Ermeni toplumunun gettodan çıkıp ana caddede yürümeye başladığı tarih olarak anacaktır.
Birden fark edildi ki, a) Ermenilerin de söyleyeceği bir şeyler varmış, b) bunlar bildik bayat mevzularla sınırlı değilmiş, c) üstelik ana caddedeki Türklerin de ilgisini çekebilecek, ilginç ve yeni şeyler söylüyorlarmış. Bugün Agos’un geldiği nokta hakikaten ibret vericidir. Memleketin 50-60.000 nüfuslu başka kasabalarında bu kalitede beş tane daha gazete çıksaydı acaba Türkiye bugün nerede olurdu diye insan düşünmeden edemiyor.
Bırakın başka kasabaları, İstanbul’da bu kalitede beş tane daha gazete olsaydı kim bilir ne kadar medeni bir ülke olurdu Türkiye! Kilit kavram belki bu: medeni. Frenkçesi sivil yahut sivilize. İnsanların açık yürek ve açık dimağla karşılıklı konuşabildikleri düzenin adı. Doksan küsur seneden beri bu topraklardan uzak kalmış bir lezzet… *
Başka bir açıdan da bakalım. Memlekette gettodan çıkmak isteyen sade Ermeniler değil. Kürtler, Çerkezler, Lazlar, ötekiler, berikiler de aynı çaba içinde. Sayıları daha büyük. Ama hiç biri Hrant ve Agos gibi memleketin ciğerine hitap edemedi. Kendi gettosundan çıkamadı. Ülkenin medeniyet anlayışını kımıldatamadı. Yarın (Allah göstermesin) bunlardan birinin başyazarı vurulsa, 23 Ocak gibi bir şey yaşanacağını sanmam. Bunda başarı tek başına Hrant’ındır.
Karşıdakinin kalbine ve vicdanına hitap etmeyi başarmıştır. Benim derdim değil senin derdin demeyi başarmıştır. İnandırmayı başarmıştır. Siyaset ya da entel diliyle konuşmadığı, halkın diliyle konuştuğu için sesini duyurabilmiştir. İçtenlik ve şeffaflıkla insanlara ulaşmıştır.
Hadi ekleyelim: huysuzluğuyla başarmıştır. Ona buna mavi boncuk dağıtsa bu kadar dürüst olabilir miydi? Kendisi olabilir miydi? * 2007 yılında Türkiye ciddi bir dönemeci geçti; umuyorum ki önemli ve büyük değişimlerin kapısını araladı. Bu dönemeçte Hrant’ın azımsanmayacak bir payı olduğunu düşünüyorum.
Pek çok insanın kafasındaki Türkiye tahayyülü 19 Ocak 2007’de sarsılmıştır. Bu sarsıntıdan, belki Türkiye için daha özgür ve daha medeni bir geleceğin filizleri çıkacaktır. O filizler sağ salim büyüyüp meyve verirse, bundan çok değil üç-beş yıl sonra Hrant Dink’in Türkiye’nin büyük bir hürriyet kahramanı olarak anılacağından eminim.
Belki o zaman adı İstanbul’un önemli bir ana caddesinde ölümsüzleştirilebilir. Mesela Abide-i Hürriyet Caddesi, bunun en uygun yeri olabilir. Harp Okulunda kurulacak hak ve hukukla ilgili bir kürsüye Hrant Dink Kürsüsü adı verilmesi de bence küçümsenmemesi gereken bir kadirbilirlik örneği olur.
15 Kasım 2007 Agos Röportajı Yanlış Cumhuriyet’in yayımlanması vesilesiyle, Aksel Kömürcü sormuş. Kitabın adı neden Yanlış Cumhuriyet? Kökünden yanlış kurulmuş ve yanlış evrilmiş bir projeden söz ettiği için “Yanlış Cumhuriyet”. Kitabı neden sorular üzerine kurdunuz?
Neden 51 soru? Cumhuriyetin kuruluş dönemi ve kurucusu konusunda tartışmaya girdiğinizde şunu görüyorsunuz: İnanılmaz kaypak bir zeminde tartışıyor insanlar. Bir şeyin yanlışlığını kanıtlamaya uğraşıyorsunuz “Ama vatanı kurtardı” diyor. Yok öyle olmadı dediğin anda “Ama laik olmayalım mı?” diyor, ona cevap yetiştirmeye çalışırsan “Peki ama Türkiye’ye Batılılığı Atatürk getirdi” diyor. Analitik bir tartışmaya indirgeyemiyorsunuz.
Çünkü işin içinde çok fazla bir duygusal yük var. İnsanlar akıllarıyla değil daha ziyade kalpleriyle tartışıyor. Bununla mücadele etmek için olayı mümkün olduğu kadar ayrıştırmak, çok analitik bir hale getirmek gerekiyor. Teker teker, iddia nedir, cevabı nedir? Tak, tak: yalın. Atatürk ve Cumhuriyet lehine ileri sürülen, şunu da yaptı bunu da yaptı, falan da yaptı filan da yaptı gibi bir destan var. Bunu analiz ettiğiniz zaman 50, 60, 70 tane cümleye indirgeyebiliyorsunuz.
Her birini bunların teker teker alıp, “bu doğru mu” sorusunu sormaya çalıştım. “Ama Atatürk de şöyle yapmadı mı?” “Ama Atatürk vatanı kurtarmadı mı?” “Diktatör belki ama başka çaresi yoktu.” “Ama O olmasaydı bugün nerede olurduk?” gibi klasik sorulara sistemli bir cevap verme ihtiyacından doğdu bu kitap. 52 soruydu, her haftaya bir ders hesabı.
Sonra bir tanesi kazaya uğradı. Kitabı 1994 yılında tamamladınız. Yayınlanması neden bu kadar zaman aldı? Yaklaşık 15 sene oluyor kitabı yazalı. Sonra, aklı başında insanlara gösterdiğimde kitabı “Etme, eyleme, yazık, günah, gençsin, yakışıklısın,” gibi tepkilerle karşılaştım. Eşim de bu görüşlere katıldı, dolayısıyla o tarihte bu kitabı yayınlamamaya karar verdim.
Uzun süre aklımdan çıktı bir köşede durdu kitap. Geçen sene Hrant Dink cinayetini hemen izleyen günlerde “Hayır, bunun çıkarılması lazım. Çünkü felaketin asıl odak noktasıyla, Türkiye’deki olumsuzlukların temelinde yatan büyük tabuyla yüzleşmek lazım” duygusuna kapıldım. Bana öyle geliyor ki o tabuyla yüzleşmeden, geriye kalan yaptığımız her şey boş; akıntıya kürek çekmekten ibarettir. Bu yüzden kitabı yayınlamaya karar verdim.