Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji

Sofie’nin Dünyası – Felsefe Tarihi Üzerine Bir Roman

15. yaş günpünü kutlamaya hazırlanan Sofie, posta kutusunda, “Kimsin sen?” yazılı bir kağıt bulur. Bu soruyu, diğer sorular ve günümüze kadar uzanan bir felsefe kursu takip eder.

Kendine has kurgusu va şaşırtmacalarıyla, Jostein Gaarder, 15 yaş ve üstü gençlere sadece kuru bir felsefe tarihi sunmak değil, aynı zamanda hayatı anlamaya yönelik sorular sormanın yollarını açar.

Çağımız bölümünde şöyle diyor yazar:

“Bütün gerçek filozofların gözleri hep açık olmalı. Hiç beyaz karga görmemiş olsak da, aramayı sürdürmeliyiz. Günün birinde, benim gibi bir şüpheci bile daha önce inanmak istemediği bir olguyu kabul etmek zorunda kalabilir.

Bu olasılığın kapısını açık tutmasam, dogmatik biri olurdum. Gerçek bir filozof olmazdım o zaman.”

***

CENNET BAHÇESİ

…eninde sonunda herhangi bir zaman
herhangi bir şey,
boşluktan ve hiçlikten çıkmış olmalı…

Sofie Amundsen okuldan eve dönüyordu. Yolun bir kısmını Jorunn’le birlikte yürümüştü. Robotlar hakkında konuşmuşlardı hep. Jorunn’e kalırsa, insan beyni karmaşık bir bilgisayardan ibaretti. Sofie pek emin değildi bundan. İnsanın bir makineden daha fazla bir şey olması gerekmez miydi?

Süpermarketin orada yolları ayrılıyordu. Bahçeli evlerle dolu bir dış mahallenin sonunda oturan Sofie’nin yolu Jorunn’ünkinin iki katıydı neredeyse. Sanki dünyanın öbür ucundaydı evi, bahçelerinin ardında başka bir ev yoktu, orman vardı sadece.

Sofie Kløverveien’e saptı, sonuna kadar yürüyüp keskin bir viraj aldı. “Kaptan Virajı” denilen yerdi burası. Cumartesi ve pazar günleri dışında hemen hiç kimseye rastlanmazdı.

Mayısın ilk günlerinden biriydi. Bazı bahçelerde meyve ağaçlarının dibindeki nergisler parlak sarı çiçeklerini açmıştı bile. Huş ağaçlarından incecik yeşil tüller sarkıyordu.

Bu mevsimde böyle her şeyin büyümeye, serpilmeye başlaması tuhaf değil miydi? Hava ısınıp kalmış son karlar da erir erimez, şu cansız topraktan tonlarca yeşil bitkinin fışkırması nasıl oluyordu acaba?

Bahçe kapısını açmadan önce posta kutusuna baktı Sofie. Genellikle hep reklamla dolu olurdu kutu, bir de annesine gönderilmiş büyük boy zarflar çıkardı. Sofie de odasına çıkıp ev ödevlerini yapmaya başlamadan önce mutfak masasının üstüne yığardı hepsini.

Bazen babası için banka hesapları geldiği de oluyordu. Ama öyle normal babalardan değildi Sofie’nin babası. Bir petrol tankerinin kaptanıydı ve neredeyse bütün yıl yollardaydı. Arada birkaç haftalığına eve geldiği zamanlar terliklerini sürüye sürüye dolanır durur, Sofie ve annesiyle içtenlikle ilgilenirdi. Ama yolculuk yaptığı zamanlar çok uzaklarda gibiydi.

Bugün yeşil renkli koskoca posta kutusunda sadece bir mektup vardı -hem de Sofie’ye gelmiş bir mektup.

“Sofie Amundsen” yazılıydı küçük zarfta, “Kløverveien 3”. Hepsi bu kadar. Gönderen belli değildi. Pul bile yapıştırılmamıştı.

Sofie bahçe kapısını kapar kapamaz zarfı açtı. Küçücük bir kâğıt çıktı içinden. Zarfın kendisinden daha büyük değildi ve üstünde bir tek soru vardı: Kimsin sen?

Hepsi bu kadar. Ne bir selam, ne de gönderenin adı… Sadece elle yazılmış bu iki sözcük, ardından da kocaman bir soru işareti.

Bir daha baktı zarfa. Gerçekten de kendisine gelmişti mektup. Peki ama kim getirip atmıştı kutunun içine?

Sofie aceleyle kırmızı evin kapısını açtı. Kedisi Sherekan her zamanki gibi çalıların arasından sıyrılıp merdivene sıçramayı ve Sofie daha kapıyı kapatmadan eve girmeyi başarmıştı.

“Pisi, pisi, pisi!”

Sofie’nin annesi bir şeye kızdığında, evin hayvanat bahçesine benzediğini söylerdi bazen. Çeşitli hayvanlarla doluydu evleri gerçekten de. Sofie koleksiyonundan gayet memnundu. Önce içinde Altın Kız, Kırmızı Başlıklı Kız ve Karaoğlan’ın yüzdüğü küçük bir akvaryumu olmuş, bunu muhabbet kuşları Smitt ve Smule, kaplumbağa Govinda ve son olarak da sarı kahverengi bir tekir olan Sherekan izlemişti. Annesi geç vakitlere kadar çalıştığı ve babası da dünyayı gezip durduğu için, bütün bu hayvanları o oyalansın diye almışlardı.

Sofîe okul çantasını bir köşeye fırlattı, Sherekan’ın kabına kedi maması doldurdu. Sonra esrarengiz mektubu alıp mutfaktaki taburelerden birine ilişti.

Kimsin sen?

Bir bilse! Sofie Amundsen’di tabii, ama kimdi bu Sofie Amundsen? İşte bunu doğru dürüst anlamış değildi henüz.

Ya başka bir adı olsa? Mesela Anne Knutsen. Birdenbire başka biri mi olacaktı o zaman?

Birden babasının ona Synnøve adını koymak istediğini hatırladı. Sofie, elini uzatıp kendini Synnøve Amundsen olarak tanıtırken hayal etmeye çalıştı Sofie, bunun nasıl bir şey olacağını düşündü. Ama bir türlü olmuyordu ki! Hep başka biri gibi tasavvur ediyordu kendini.

Tabureden inip elindeki tuhaf mektupla birlikte banyoya gitti. Aynanın karşısına geçti, gözlerinin içine baktı.

“Ben Sofie Amundsen’im” dedi kendi kendine. Aynadaki kız hiç cevap vermedi, yüzünde en ufak bir değişiklik bile olmamıştı. Sofie ne yaparsa yapsın, o da hep aynı şeyi yapıyordu. Yıldırım hızıyla bir hareket yaptı Sofie, aynadaki resmi geride bırakmak istiyordu. Ama boşuna, görüntü tam onun kadar hızlıydı.

“Kimsin sen?” diye sordu Sofie.

Yine cevap yoktu, ama bir an için soruyu kendisinin mi, yoksa aynadaki görüntünün mü sorduğundan emin olamamıştı bu kez.

İşaret parmağını burnuna bastırdı Sofie:

“Sen bensin.”

Yanıt alamayınca cümleyi tersine çevirdi:

“Ben senim.”

Sofie Amundsen kendi görünüşünden hiçbir zaman çok memnun olmamıştı. Badem gibi güzel gözleri olduğunu duyuyordu sık sık, ama belli ki burnu pek küçük, ağzı da biraz fazla büyük olduğundan söylüyorlardı bunu. Ayrıca kulakları da gözlerine çok yakındı. Ama en kötüsü, bir türlü biçime girmeyen o dümdüz saçlardı. Bazen babası saçlarını okşayıp, Claude Débussy’nin bir bestesinin adıyla, “keten saçlı kız” derdi Sofie’ye. Söylemesi kolaydı tabii, bütün bayatı boyunca dümdüz aşağıya sarkan uzun siyah saçlarla yaşamak zorunda olan kendisi değildi ki. Ne saç spreyi yarıyordu işe, ne de jöle.

Bazen dış görünüşünü o kadar acayip buluyordu ki, sakın bir doğum hatası olmasın, diye soruyordu kendi kendine. Zaten annesi de zor bir doğum olduğunu anlatmıştı. Ama insanın nasıl göründüğü, doğumuna mı bağlıydı gerçekten?

Kim olduğunu bilememesi komik değil miydi? Ya kendi görünüşünü belirleyememek biraz fazla kaçmıyor muydu? Sanki beşiğinde gelip bulmuştu bu görünüş onu. Arkadaşlarını seçebilirdi belki, ama kendisini seçmemişti. Hattâ insan olmaya bile karar vermiş değildi.

İnsan neydi peki?

Sofie yine aynadaki kıza baktı.

“Sanırım en iyisi biyoloji ödevini yapmak” dedi, böylece kendi kendini bağışlamak istiyordu sanki. Hemen dışarı, koridora çıktı.

“Yo hayır, bahçeye gitsem daha iyi olacak.” diye düşündü.

“Pisi, pisi, pisi, pisi!”

Sofie kediyi dışardaki merdivene kışkışladı, sonra da ardında bıraktığı kapıyı kapadı.

Elinde esrarengiz mektup, çakıllı yolun üstünde dururken, birden tuhaf bir duyguya kapıldı. Büyü gücüyle can bulmuş bir oyuncak bebek gibi hissediyordu kendini.

Bu dünyada bulunması ve şaşırtıcı bir masalın içinde yaşıyor olması tuhaf değil miydi?

Sherekan zarif bir hareketle çakıllı yolun üstünden sıçrayıp sık frenküzümü çalılıklarının arasında kayboldu. Hayat dolu bir kedi, beyaz bıyıklarından bedeninin en sonunda kırbaç gibi sallanan kuyruğuna kadar capcanlı. O da bahçedeydi, ama hiç de Sofie gibi farkında değildi bunun.

Kısa bir süre var olduğunu düşünen Sofie, her zaman böyle olmayacağını da düşündü elinde olmadan.

Şimdi dünyadayım, dedi kendi kendine. Ama bir gün yok olacağım.

Ölümden sonra bir hayat var mıydı acaba? İşte kedinin farkında bile olmadığı bir soru daha.

Sofie’nin babaannesi öleli çok olmamıştı henüz. Altı ayı biraz geçmişti ve her gün onu ne kadar özlediğini düşünüyordu Sofie. Yaşamın bir sonu olması haksızlık değil miydi?

Düşüncelere gömülmüş bir halde çakıllı yolda durdu öylece. Var olduğunu çok yoğun bir şekilde düşünüp bir gün olmayacağını unutmaya çalışıyordu. Ama kesinlikle imkânsız bir şeydi bu. Varoluşunu ne kadar çok düşünürse düşünsün, hemen yaşamın sonu olduğu düşüncesi de geliveriyordu aklına. Bunun tam tersi de geçerliydi: Bir gün yok olacağını kuvvetle hissederse, yaşamın nasıl sonsuz bir değere sahip olduğunu da asıl o zaman anlıyordu. Madalyonun bir yüzü ne kadar büyük ve belirginse, diğer yüzü de o kadar büyük ve belirgindi. Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü.

İnsan öleceğini fark etmiyorsa, varoluşunu da yaşayamaz, diye düşündü. Ve bir yandan yaşamın ne kadar harika olduğunu düşünmeden de, ölmek zorunda olduğumuzu düşünmek imkânsız.

Babaannesinin hastalığını öğrendiği gün buna benzer bir şey söylediğini hatırladı Sofie. “Hayatın ne kadar zengin bir şey olduğunu ancak şimdi anlıyorum.” demişti.

Çoğu insanın hayatın ne kadar güzel olduğunu anlamak için önce hasta olması gerekiyordu ne yazık ki. Ya da en azından posta kutusunda esrarengiz bir mektup bulması…

Başka mektup var mı diye gidip baksa mı? Bahçe kapısına koştu Sofie, yeşil kapağı açtı. Öncekinin aynı bir zarfla karşılaşıp ürperdi. İlk mektubu alırken, kutuda başka bir şey olmadığına emindi oysa.

Bu zarfta da kendi adı yazılıydı. Yırtıp açtı. Beyaz bir kâğıt çıktı içinden. Tıpkı ilk zarftaki gibi.

Dünya nereden çıktı? diye yazılmıştı kâğıda.

“Hiçbir fikrim yok” dedi Sofie kendi kendine. Bunu hiç kimse bilemez ki! Ama yine de… Sofie’ye göre yerinde bir soruydu bu. Ömründe ilk defa, en azından nereden geldiğini sormadan, bir dünyada yaşamanın imkânsız olduğunu düşündü.

Esrarengiz mektuplar Sofie’nin başını döndürmüştü. Mağarasına girip oturmaya karar verdi.

Saklanmak istediğinde hep öyle yapardı. Ancak çok kızgın, çok üzgün ya da çok sevinçli olduğu zaman giderdi mağaraya. Şimdi de allak bullak olduğu için gidiyordu.

Kırmızı ev büyük bir bahçenin ortasındaydı. Çiçek tarhları, kırmızı ve yeşil frenküzümleri, çeşit çeşit meyve ağaçlarıyla doluydu bahçeleri. Geniş çimenlikte bir salıncak, bir de büyükbabasının yaptığı minik bir kulübe vardı. Büyükbabası bu kulübeyi ilk çocukları, doğumdan bir hafta sonra ölünce, babaannesine teselli olmak üzere yapmıştı. Zavallı küçük kızın adı Marie’ydi. Mezar taşına şöyle yazılmıştı: “Küçük Mariecik aramıza katıldı, ama sadece bir selam verip ayrıldı”.

Bahçenin bir köşesinde, ahududuların hemen arkasında, çiçeği de, meyvesi de bulunmayan sık bir çalılık vardı. Aslında bir zamanlar bahçeyi ormandan ayıran eski bir çitti bu, ama son yirmi yıldır kimse ilgilenmediğinden, geçilmez hale gel-

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Hakan Övünç Ongur – Tüketim Toplumu, Nevrotik Kültür ve Dövüş Kulübü

Editor

Eugen Herrigel – Yay ile Ok Atış Sanatında Zen

Editor

Harold Barclay – Efendisiz Halklar

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası