Doğu Londra, 1888 şehir içinde ayrı bir şehir. Hırsızların, fahişelerin ve hayalperestlerin birbirine karıştığı, gündüzleri arnavutkaldırımı sokaklarında çocukların oynadığı, geceleriyse bir katilin dolaştığı, parlak umutların en karanlık gerçeklerle karşılaştığı bir gölge ve ışık mekânı. Burada, Thames’in fısıldayarak akan sularının hemen yanı başında bir çay fabrikasında işçi olarak çalışan Fiona Finnegan, bir seyyar satıcının oğlu olan çocukluk aşkı Joe Bristow’la birlikte bir gün kendi dükkânını açmayı ümit etmektedir. Birbirlerine olan inançları dışında kendilerini kamçılayacak hiçbir şeye sahip olmayan Fiona ve Joe, rüyalarına ulaşmak için mücadele etmekte, para biriktirmekte ve özveride bulunmaktadır. Fakat değer verdiği hemen hemen her şeyi ve herkesi ondan koparıp alan acımasız ve karanlık bir adamın eylemleri sonucunda Fiona’nın yaşamı paramparça olur. Kendisinin de öldürüleceğinden korkan Fiona, Londra’dan kaçarak New York’a gitmek zorunda kalır. Orada, inatçı karakteri Batı Yakası’nda mütevazı bir dükkânla başlayarak Manhattan’ın çay ticaretinin tepesine tırmanmasını sağlar. Ancak Fiona’nın eski hayaletleri rahat durmaz ve onları susturmak için Fiona tekrar çocukluğunun Londra’sına geri dönmek zorundadır, orada geçmişiyle girişeceği ölümcül hesaplaşma geleceğinin anahtarını elinde tutmaktadır.
Acı, mücadele, namus ve zafer üzerine yürek ısıtan, harikulade bir roman.
-Frank McCourt-Angela’nın Külleri’nin yazarı.
Atmosferi capcanlı tasvir edilmiş bu sıcak ve coşkun romana bayıldım, harika anlatılmış, okuması büyük bir keyif.
-Simon Winchester-The Professor and the Madman’in yazarı.
Barbara Taylor Bradford’un geleneğini izleyen romantizm ve özgün dönem detaylarıyla yüklü bu enfes melodram, epik tarihi roman tutkunlarının çok hoşuna gidecek.
-Booklist-
Giriş
Londra, Ağustos 1888
Whitechapel’lı fahişe Polly Nichols cine tüm kalbiyle minnettardı. Cin ona yardım ediyordu. Onu iyileştiriyordu. Açlığını alıp eklemlerindeki üşümeyi ortadan kaldırıyordu. Çürümüş dişlerindeki ağrıyı dindiriyor ve her işemesinde içini dilim dilim eden acıyı uyuşturuyordu. Hiçbir erkeğin yapamadığı kadar iyi hissettiriyordu. Onu sakinleştiriyordu. Yatıştırıyordu.
Dar bir ara sokağın karanlığında sarhoş sarhoş yalpalayarak şişeyi dudaklarına götürdü ve içkiyi kafasına dikti. Alkol ateş gibi yakmıştı. Öksürdü, şişenin kontrolünü kaybetti ve şişe düşüp paramparça olurken sövdü.
Uzaklarda Christ Kilisesi’nin saati ikiyi vurdu, yankılanan çan sesi kalınlaşan siste boğuldu. Polly elini cebine daldırdı ve oradaki madeni paraları yokladı. İki saat önce, Thrawl Caddesi’nde ucuz bir pansiyonun mutfağında beş parasız oturuyordu. Ev sahibinin adamı onu orada fark edince dört penisini istemiş ve Polly parayı çıkarıp veremeyince de onu kovmuştu. Polly adama küfredip bağırmış, yatağını tutmasını, yatak parasını alacağını söylemişti, aslında parayı kazanmış olduğunu ve o gün üç kez içki içerek parayı bitirdiğini söylemişti.
“Parayı yine kazandım işte, seni piç,” diye mırıldandı. “Kazanacağımı söylememiş miydim? Hem senin işe yaramaz dört penini, hem de bir dolu içki parası.”
Parasını ve cinini Whitechapel Caddesi’nden yola koyulmuş yalnız bir sarhoşun pantolonunda bulmuştu. Adamı biraz tatlı dille kandırmak zorunda kalmıştı. Kırk ikisinde olan Polly’nin yüzü, artık serveti değildi. İki ön dişi eksikti ve basık burnu da bir dövüşçününki gibi kemikli kısmı boyunca kalınlaşıp yassılaşmıştı, fakat büyük göğüsleri hâlâ sıkıydı ve göğüslerinin bir anlık görüntüsü adamın karar vermesine yetmişti. Polly önce adamın cininden içmek için ısrar etmişti, bir ağız dolusu içkinin boğazını uyuşturacağını, burnunu açacağını ve adamın ağzındaki bira ve soğan kokusunu engelleyeceğini biliyordu. İçkiyi içerken iç gömleğinin düğmelerini çözmüş ve adam göğüslerini yoklarken, o da şişeyi kendi cebine kaydırmıştı. Adam beceriksiz ve yavaştı, sonunda geri çekilip sendeleye sendeleye uzaklaştığında Polly bundan memnun olmuştu.
Tanrım, cin gibisi var mı, diye düşünüyordu şimdi, iyi talihinin anısıyla gülümseyerek. Ellerinizde bir şişenin ağırlığını hissetmek, dudaklarınızı bir kadehin ağzına bastırmak, sert ve ucuz cinin boğazınızdan aşağı akışını hissetmek. Buna benzer başka bir şey olamazdı. Ve şişe de neredeyse hiç içilmemiş gibiydi. Yabana atılmayacak bir başarı. Üç penilik bir içki. Ama canı daha fazlasını isterken tebessümü soldu. Bütün gün içmişti ve sarhoşluğu geçtiği zaman kendisini bekleyen sefaleti biliyordu. Öğürme, titreme ve hepsinden kötüsü, pansiyonun duvarlarındaki çatlaklardan gördüğü şeyler – anlamsız sesler çıkarıp pis pis bakarken oradan oraya seyirten siyah şeyler.
Polly sağ avucunu yaladı ve saçlarını düzeltti. Ellerini iç gömleğine götürdü; üst tarafından geçen kirli iplere parmaklarıyla bir düğüm attı. Çekeleyerek bluzunu bir araya toparladı ve düğmelerini ilikledi, sonra da cinden çatlaklaşmış, pürüzlü sesiyle kendi kendine şarkı söyleyerek yalpalaya yalpalaya ara sokaktan çıkıp Bucks Row’a doğru yürümeye başladı:
“Ah, kötü şansın geçilmez önüne Talih, ya gülümser ya da çatar kaşlarını,
En iyisi memnun olmaktır, efendim,
Kaynaştırmak hayatın inişli çıkışlı cilvelerini..
Bucks Row ve Brady Caddesi’nin köşesinde aniden durdu. Gözleri bulanmıştı. Kafasının içinde, bir böceğin kanatları gibi yakından ve alçak bir vızıltı sesi başlamıştı.
“Üzerime içkinin dehşeti çöktü,” diye inledi. Ellerini yukarı kaldırdı. Titriyorlardı. Paltosunu boynuna kadar ilikleyerek kapattı ve biraz daha cine umutsuzca ihtiyaç duyarak daha hızlı yürümeye başladı. Başını eğmişti, neredeyse üzerine çıkana kadar birkaç metre önünde duran adamı görmedi. “Vay canına!” diye bağırdı. “Sen de nereden çıktın be?”
Adam ona baktı. “Var mısın?” diye sordu.
“Hayır, patron. Yokum. Şu anda rahatsızım. İyi geceler.” Uzaklaşmaya başladı, ama adam onu kolundan yakaladı. Polly adama döndü, serbest kolunu ona vurmak için kaldırdığı sırada adamın baş ve işaret parmakları arasına kıstırılmış şiline gözü ilişti.
“Eh, bu işleri değiştirir, öyle değil mi?” dedi. Adamın şilinine ek olarak kendisinin sahip olduğu dört penisi ona içki ve bu gece, yarın ve öbür gün yatak satın alabilirdi. Kendisini hasta hissettiğine göre, bunu geri çeviremezdi.
Polly ve müşterisi sessizlik içinde, Polly’nin gelmiş olduğu yolu geri yürüyerek, yıkık dökük evlerin ve yüksek tuğla depoların yanından geçtiler. Adamın güçlü ve uzun adımları vardı, Polly ona ayak uydurmak için koştururken buldu kendisini. Adama göz atınca, üzerinde pahalı kıyafetler olduğunu gördü. Muhtemelen güzel bir saat takmıştı. Doğru zamanda kesinlikle ceplerini bir yoklamak lazımdı. Adam Bucks Row’un sonunda, bir ahır avlusunun girişinde birdenbire durdu.
“Burada olmaz,” diye itiraz etti Polly, burnunu buruşturarak. “Demir tezgâhlarının or’da… biraz aşağıda… ”
“Burası daha iyi,” diyen adam, Polly’yi ahır kapısı görevi gören, birbirine zincir ve asma kilitle tutturulmuş oluklu sac metalden iki levhaya doğru itti.
Artan karanlıkta adamın yüzü tuhaf bir şekilde parlıyor, benzinin solukluğu soğuk ve kara gözleriyle kırılıyordu. Polly adamın gözlerine bakınca midesinde dalga dalga bir bulantı hissetti. Aman Tanrım, diye yakardı sessizce, lütfen kusmayayım. Burada olmaz. Şimdi olmaz. Tam bir şiline bu kadar yakınken olmaz. Bulantıyı durdurma arzusuyla kendini zorlayarak derin derin nefes aldı. Bunu yaparken de adamın kokusunu teneffüs etti briyantin, ter ve bir şey daha… ama neydi? Çay. Onca şey dururken, kahrolası çay.
“Hadi işimize bakalım o zaman,” dedi. Yorgun bir beklentiyle adama dik dik bakarak eteklerini kaldırdı.
Şimdi adamın gözleri gizemli bir şekilde parlıyordu, parlak siyah petrol havuzları gibi. “Seni pis kaltak,” dedi.
“Bu gece pis konuşmak yok, şekerim. Biraz acelem var. Yardıma ihtiyacın var, değil mi?” Polly adama uzandı. Ama adam tokatlayarak elini uzaklaştırdı.
“Benden gerçekten saklanabileceğini mi sandın?”
“Bana bak, yapacak mısın.” diye başladı Polly. Ama cümlesini bitiremedi. Adam hiç uyarmadan boğazına sarıldı ve onu hızla kapıya çarptı.
“Kes şunu!” diye bağırdı Polly, adama vurmaya çalışarak. “Bırak beni!”
Adam bu sefer daha sıkı kavradı. “Bizi terk ettin,” dedi, gözleri nefretle parlıyordu. “Bizi sıçanlara terk ettin.”
“Lütfen!” dedi Polly, kulak tırmalayan bir sesle. “Lütfen bana zarar verme. Benim sıçanlardan falan haberim yok. Yemin ederim… Ben… ”
Polly bıçağın geldiğini hiç görmedi. Bıçak karnına saplanırken, içine gömülürken ve kanırtırken bağıracak vakti olmadı. Adam bıçağı dışarı çekerken, Polly ağzından hafif bir soluk saldı. Bıçağa anlamayarak baktı, gözleri fal taşı gibi açılmış, ağzı kocaman, yuvarlak bir O harfi halini almıştı. Yavaşça, dikkatle parmaklarını yarasına dokundurdu. Çektiğinde parmakları kıpkırmızı olmuştu.
Sesi vahşileşip dehşetten keskinleşmiş bir şekilde yükselirken, gözlerini adamınkilere kaldırıp deliliğin yüzüne baktı. Adam bıçağını kaldırdı ve boğazına sapladı. Dizleri bükülen Polly, her tarafını kaplayan zifiri bir karanlıkla sarmalandı ve yoğun, boğucu bir sisin; girdap yaparak ruhuna çöken, Thames Nehri’nden daha derin ve Londra gecelerinden daha siyah bir sisin içine sürüklendi.
Bölüm Bir
Hint çayı yapraklarının kokusu -siyah, körpe ve maltlı- sarhoş ediciydi. Koku Thames’in kuzey kıyısındaki altı katlı Oliver’s iskelesinden dışarı süzülüyor ve Wapping’in dönemeçli, parke taşlarla kaplı High Caddesi’nden nehir kıyısına doğru inen Eski Merdivenler’in taş basamaklarından aşağı yayılıyordu. Çayın rayihası doklardaki tüm diğer kokulara -çamurlu kıyının pis ekşi kokusu, nehrin keskin tuzlu kokusu ve baharat depolarından yavaş yavaş yayılan birbirine karışmış sıcak tarçın, biber ve hindistancevizi kokularına- baskın çıkmıştı.
Fiona Finnegan gözlerini kapadı ve derin derin soluk aldı. “Assam çayı,” dedi kendi kendine. “Darjeeling olamayacak kadar sert, Dooars olamayacak kadar da ağır.”
Burton’da ustabaşı olan Bay Minton onun çay kokusunu iyi aldığını söylerdi. Burnunun altına bir avuç çay yaprağı tutup ona bunun ne çayı olduğunu söyleterek yeteneğini test etmeyi çok severdi. Fiona daima doğru cevabı bilirdi.
Çay kokusunu alan bir burnu olduğu söylenebilirdi belki. Ama bu iş için ellerimi kullandığım kesin, diye düşündü, işten kabalaşmış ellerini, eklem yerlerini ve çay tozu ile kararmış tırnaklarını incelemek için gözlerini açarak. Toz her yerdeydi. Saçlarında. Kulaklarında. Yakasının içinde. Göğüs geçirerek eteğinin ucuyla kirleri sildi. Sabah altı buçukta Whitechapel’ın karanlık sokaklarında yol tepmek üzere annesinin lambayla aydınlanan mutfağından ayrıldığından bu yana ilk kez oturma fırsatı bulmuştu.
Çay fabrikasına sabah yediye çeyrek kala gelmişti. Bay Minton onu kapıda karşılamış ve saat başında gelecek olan paketlemeci-lerin geri kalanı için yarım librelik kutular hazırlasın diye onu işe koşmuştu. Fabrikanın üst katlarında çalışan harmanlayıcılar, önceki gün iki ton Earl Grey harmanlamışlardı ve bunun öğlene kadar paketlenmesi gerekiyordu. Elli beş kızın sekiz bin kutuyu paketlemek için beş saatleri olmuştu. Bu da kutu başına iki dakikalık bir işe denk geliyordu. Ancak Bay Minton iki dakikanın çok fazla olduğunu düşünmüş, bu yüzden sırayla tüm kızların arkasında durarak onların zamanlarını hesaplamış, onları ayıplamış, hatta zorlamıştı. Tüm bunlar bir kutu çaydan birkaç saniye kazanmak içindi.
Cumartesiler sadece yarım gündü, ama sonsuz gibi geliyordu. Bay Minton onu ve diğer kızları çok çalıştırıyordu. Adamın kabahati değildi gerçi, Fiona bunu biliyordu, Bay Minton sadece Burton’ın emirlerini dinliyordu. Fiona patronlarının işçilerine yarım gün izin vermekten nefret ettiğinden, bu yüzden de onlara çile çektirdiğinden şüpheleniyordu. Cumartesileri mola yoktu; beş uzun saat ayakta durmaya katlanmak zorundaydı. Eğer şansı yaver giderse, bacakları uyuşuyordu; eğer gitmezse, bileklerinden başlayıp sırtına kadar tırmanan yavaş, şiddetli bir ağrıyla sızlıyordu. Ve ayakta durmaktan daha kötüsü de işin yıpratıcı bir şekilde sıkıcı olmasıydı: Tenekeye etiket yapıştır, çayı tart, tenekeye doldur, tenekeyi mühürle, tenekeyi kasaya koy, sonra her şeye baştan başla. Monotonluk onunki gibi parlak bir akıl için bir azaptı ve bugünkü gibi, bu işten çıldıracağını, asla kurtulamayacağını düşündüğü ve tüm büyük planlarının, fedakârlıklarının işe yarayıp yaramayacağını merak ettiği günler oluyordu.
Başının arkasındaki ağır topuzdan saç tokalarını çekip çıkardı ve sallayarak saçlarını serbest bıraktı. Daha sonra bağcıklarını gevşeterek çizmelerini ayaklarından savurdu, çoraplarını sıyırıp çıkardı ve bacaklarını öne doğru gererek uzattı. Ayakta durmaktan hâlâ ağrıyorlardı ve nehre kadar yürümenin hiç faydası olmamıştı. Zihninin bir köşesinde, annesinin azarlarını duyabilirdi. “Eğer aklın olsaydı, birazcık aklın olsaydı, dosdoğru eve gelir ve nehir kıyısında boş boş dolanmak yerine dinlenirdin.”
Nehre gelmemek mi? diye düşündü kendi kendine, ağustos ayının güneş ışığında parıldayan Thames Nehri’nin gümüşi sularına hayran hayran bakarak. Buna kim karşı koyabilirdi ki? Capcanlı dalgalar Eski Merdivenler’in alt basamaklarını sabırsızca döverek üzerine su sıçratıyordu. Yavaş yavaş kendisine doğru hareket eden dalgaları seyretti ve nehrin gelip ayak parmaklarına dokunmak, döne döne bileklerinden yukarı tırmanmak, onu davetkâr sularına çekmek ve kendisiyle beraber taşımak istediğini hayal etti. Ah, keşke gidebilseydi.
Suyun üzerinden uzaklara bakarken, Fiona yorgunluğunun -parlak mavi gözlerinin altında koyu gölgelere ve genç bedeninde acı veren bir gerginliğe neden olan yorgunluğunun-azaldığını ve bunun yerini keskin bir canlılığın aldığını hissetti. Nehir onu yeniden canlandırmıştı. İnsanlar City’nin, Wapping’in batısındaki ticaret ve yönetim merkezinin, Londra’nın kalbi olduğunu söylüyorlardı. Eğer bu doğruysa, nehir de can damarıydı. Ve güzelliğiyle Fiona’nın yüreğini hoplatıyor, kalp atışlarını hızlandırıyordu.
Dünyadaki heyecan verici her şey burada, tam karşısındaydı. İmparatorluğun en uzaklara yayılmış bölgelerinden getirdikleri kargolarıyla gemilerin nehirden geçişini izlemek içini merakla dolduruyordu. Bu öğleden sonra, Thames trafikten tıkanmıştı. Sandallar ve salapuryalar -küçük, hızlı tekneler- sularda gidip geliyor, nehrin ortasında demir atmış gemilere ve gemilerden kıyılara adam taşıyordu. Limana girmeye kararlı hantal bir vapur daha küçük bir tekneyi omuzlayarak yolunu açtı. Kuzey Denizi’nin buzlu sularında morina avından geri dönen hurdası çıkmış bir balıkçı teknesi, akıntıya karşı Billingsgate’e doğru yol alıyordu. Mavnalar nehirde bir aşağı bir yukarı geçiş hakkı için itişerek kargolarını boşaltıyorlardı – şuraya bir ton hindistancevizi, buraya kahve çuvalları. Şeker pekmezi varilleri. Yün, şarap ve viski. Tütün demetleri. Ve kasalarla çay.
Ve her yerde, suyun üzerindeki doklarda durup kaptanlarıyla görüşen veya varillerin, sandıkların ve yükselen kaldırma paletlerinin arasında dolaşan tüccarlar -gemileri geldiği saniyede mallarını incelemek üzere City’den buraya akın eden enerjik, buyurgan adamlar- vardı. Arabalarla geliyorlar, baston taşıyorlardı. Ve altın saatlerini açan elleri o kadar kibar ve beyazdı ki, Fiona bu ellerin erkeklere ait olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Silindir şapka takıyorlar, frak ceket giyiyorlardı. Peşlerinden ayrılmadan hesap defterlerini taşıyan kâtipleri de her şeye burunlarını sokuyor, kaşlarını çatıyor ve kargacık burgacık bir şeyler çiziktiriyor-lardı. Bu adamların, simyacı sayılması gerekirdi. Ham maddeyi alıyor ve altına çeviriyorlardı. Ve Fiona onlardan biri olmak için can atıyordu.
Kızların, özellikle de -annesinin hatırlatıp durduğu gibi- doklardan olan kızların iş meselelerine karışmaması gerektiği umurunda bile değildi. Dok kızları yemek yapmayı, dikiş dikmeyi ve evi çekip çevirmeyi öğrenirlerdi, böylece en azından babaları kadar iyi bir şekilde kendilerine bakacak bir koca bulabilirlerdi. Annesi onun fikirlerine “budalalık” diyor, nehirde daha az zaman geçirmesini ve aşçılık becerilerini artırmasını öğütlüyordu. Fakat babası hayallerinin saçma olduğunu düşünmüyordu. “Bir hayalin olması lazım Fee,” diyordu. “Hayal kurmaya son verdiğin gün, gidip cenaze levazımatçısının kapısını çalabilirsin, çünkü o zaman ölüden farkın kalmamış demektir.”
Nehrin büyüsüyle kendini kaybeden Fiona, Eski Merdivenler’in üst basamaklarına yaklaşan bir çift ayak sesini duymadı. Orada kendisini gülümseyerek seyreden, rahatsız etmek istemeyen, sadece varlığından haberdar etmeden önce bir an ona bakmak, görüntüsünün -yosunlu taşlara ve kara çamurlu rıhtıma karşı ince ve dimdik sırtıyla duruşunun- tadını çıkarmak isteyen genç adamın farkında değildi.
“Hey,” diye seslendi genç adam usulca.
Fiona arkasına döndü. Onu görünce yüzü aydınlandı, birkaç saniye için kararlılığı, ifadesinde daima mevcut olan azmi yumuşadı – öylesine belirgin bir kararlılıktı ki bu, komşu kadınlar üzerinde yorum yaparlar, adeta gıdaklayarak ve göğüs geçirerek, güçlü bir çehrenin güçlü bir irade demek olduğunu söylerlerdi. Ve güçlü bir irade de bela demekti. Hiçbir zaman bir koca bulamayacak, derlerdi. Delikanlılar kızlarda böyle şeylerden hoşlanmazlardı.
Ama görünüşe göre bu delikanlı bunu önemsemiyor gibiydi. En azından, Fiona’nın yüzünün etrafında kıvrılan ve sırtından aşağı dökülen parlak siyah saçlarını önemsediği kadar önemsemiyordu. Ya da mavi bir ateşle parlıyor gibi görünen safir gözleri kadar.
“Erkencisin, Joe,” dedi Fiona gülümseyerek.
“Evet,” dedi Joe onun yanına oturarak. “Ben ve babam Spitalfields’da işleri erken bitirdik. Haldeki adam berbat bir şekilde üşütmüş, o yüzden pazarlık yapamadı. Önümüzde bana ait diyebileceğim iki saatim var. Al,” diye ekledi Fiona’ya bir çiçek uzatarak. “Bunu yolumun üzerinde buldum.”
“Bir gül!” diye haykırdı Fiona. Güller pahalıydı. Joe’nun ona gül almaya her zaman gücü yetmiyordu. Kıpkırmızı yapraklarını yanağına dokundurduktan sonra gülü kulağının arkasına sıkıştırdı Fiona. “Peki haftalık rapor nasıl? Ne kadar paramız var?” diye sordu.
“On iki pound, bir şilin, altı peni.”
“Bunu da ekle,” dedi Fiona cebinden madeni bir para çıkararak, “şimdi on iki pound ve iki şilinimiz oluyor.”
“Bunu artırabildin mi yani? Para biriktirmek için gene akşam yemeklerini atlamıyorsun, değil mi?”
“Hayır.”
“Ben ciddiyim, Fee, eğer akşamlarını atlıyorsan çok kıza…” “Atlamadım dedim!” diye diklenerek konuyu değiştirdi Fiona. “Çok geçmeden on beş poundumuz olacak, sonra yirmi ve sonra da yirmi beş. Bu gerçekten olacak galiba, öyle değil mi?”
“Tabii ki olacak. Bu hızla gidersek, bir yıl sonra yirmi beş sterlinimiz olacak. Üç aylık kiraya ilaveten başlangıç stoku için yeterli.”
“Koskoca bir yıl,” diye hatırlattı Fiona. “Sonsuza dek beklememiz gerekecekmiş gibi geliyor.”
“Çabuk geçecek, canım,” dedi Joe, onun elini sıkarak. “Zor olan sadece bu kısmı. İlk dükkânımızı açtıktan altı ay sonra o kadar çok paramız olacak ki, bir tane daha açacağız. Ve sonra bir tane daha, ta ki bir zincire sahip olana dek. Çuvalla para kazanacağız.” “Zengin olacağız!” dedi Fiona, tekrar yüzü aydınlanarak.
Joe güldü. “Hemen değil. Fakat bir gün olacağız, sana bunun için söz veriyorum, Fee.”
Fiona sırıtarak göğsüne çektiği dizlerine sarıldı. Bir yıl pek uzun değil, gerçekten değil, dedi kendi kendine. Özellikle de dükkânları hakkında ne kadar uzun zamandan beri konuştuklarını düşününce. Yıllardır, çocukluklarından bu yana. Ve iki yıl önce, Joe’nun yatağının altında sakladığı eski bir kakao tenekesine para koyarak para biriktirmeye başlamışlardı. Her şey; Noel ve doğum günü paraları, getir götür paraları, hatta sokakta buldukları birkaç çeyrek peni bile bu teneke kutuya gidiyordu. Paralar azar azar artmıştı ve şimdi on iki pound iki şilinlik bir servetleri vardı.
Yıllar içinde o ve Joe hayal güçlerini kullanarak dükkânlarının bir resmini çizmişler, ayrıntılar ekleyerek ve düzeltmeler yaparak o kadar gerçek hale getirmişlerdi ki, Fiona gözlerini kapayınca sandığın içindeki çay kokusunu duyabiliyordu. Elinin altında pürüzsüz meşe ağacından tezgâhın yüzeyini hissedebiliyor ve insanlar içeri girerken çalan küçük pirinç kapı zilinin çınlamasını duyabiliyordu. Aydınlık, pırıl pırıl bir yer olacaktı, öyle duvarın içinde eski püskü bir delik değil. Gerçek bir güzellik olacaktı, vitrini o kadar süsleyeceklerdi ki, insanlar önünden yürüyüp geçemeyeceklerdi. “Her şey sunuma bağlı Fee,” diyordu Joe her zaman. “Müşterileri içeri çekecek olan bu.”
Dükkân başarılı olacaktı, Fiona bunu biliyordu. Bir seyyar satıcının oğlu olan Joe, satışla alakalı ne varsa her şeyi biliyordu. Bir el arabasında büyümüş, hayatının ilk yılını şalgamlar ve patatesler arasında bir sepetin içinde geçirmişti. Daha ismini bile söyleye-meden, “Çok güzel maydanozlarım vaaar,” diye bağırabiliyordu. Onun ticaret bilgisi ve birlikte çok çalışmalarıyla, başarısız olma ihtimalleri yoktu.
Bizim dükkânımız, sadece bizim, diye düşündü Fiona, nehre bakan Joe’ya göz atarak. Her ayrıntısından -güçlü çene çizgisi, yanaklarını örten kum rengi kirli sakalları, gözünün üzerindeki ufacık yara izi- keyif alarak gözleriyle Joe’nun yüzünü okşadı. Yüzünün her düzlemini ve açısını biliyordu. Joe Bristow’un hayatının bir parçası olmadığı bir an hiç olmamıştı ve asla olmayacaktı. O ve Joe aynı sefil sokakta, birbirlerinden bir ev uzakta büyümüşlerdi. Çocukluklarından beri birlikte oynamışlar, Whi-techapel’da birlikte dolaşmışlar, birbirlerinin acılarını ve gönül yaralarını hafifletmişlerdi.
Çocukken penilerini ve şekerlemelerini paylaşmışlardı, şimdiyse hayallerini paylaşıyorlardı. Yakında hayatı paylaşacaklardı. O ve Joe evleneceklerdi. Hemen değil. Fiona daha on yedisindey-di ve babası çok küçük olduğunu söyleyecekti. Fakat bir yıl içinde o on sekiz, Joe da yirmi olacaktı ve birikmiş paralarıyla mükemmel bir gelecekleri olacaktı.
Fiona ayağa kalktı ve merdivenlerden aşağıdaki taşlık düzlüğe atladı. Vücudu heyecandan kıpır kıpırdı. Hızla nehrin kıyısında yürüdü, bir avuç dolusu taş topladı ve bunları suyun üzerinde elinden geldiği kadar sertçe ve hızla sektirdi. Hepsini sektirdiğinde, kendisini seyrederek hâlâ merdivenlerde oturmakta olan Joe’ya döndü.
“Bir gün tam bu kadar büyük olacağız,” diye bağırdı kollarını iki yana doğru iyice açarak. “White’lardan veya Sainsbury’lerden daha büyük. Harrod’lardan bile daha büyük.” Birkaç saniye kıpırdamadan durarak iki tarafındaki depoları, nehrin karşısındaki iskeleleri inceledi. İlk bakışta çok narin ve kırılgan görünüyordu, eteğini çamurların içinde sürükleyerek nehir kıyısında duran incecik bir kızdan başka bir şey değildi. Fakat gözler, tıpkı Joe’nun-kiler gibi onun üzerinde biraz olsun oyalandığı takdirde, çenesini kaldırışından şu anda sanki birisi ona meydan okuyormuş gibi yumruk yaptığı kaba işçi ellerine kadar, her ifadesinde, her hareketinde hırsın gücünü görebiliyordu.
“O kadar büyük olacağız ki,” diye devam etti Fiona, “nehirdeki bütün tüccarlar mallarını bize satmak için üzerimize düşecek. Londra’da on dükkânımız olacak… yo, yirmi… ve daha fazlası… ülkenin her yerinde. Leeds’de ve Liverpool’da. Brighton’da, Bristol’da ve Birmingham’da ve.” Durdu, birdenbire Joe’nun bakışlarını fark etmiş, aniden utanmıştı. “Neden bana öyle bakıyorsun?”
“Çünkü sen çok tuhaf bir kızsın.”
“Değilim!”
“Öylesin. Sen şimdiye kadar gördüğüm en ateşli kızsın. Çoğu delikanlıdan daha cesursun.” Joe dirseklerine dayanarak geriye yaslandı ve ona değer biçen bir bakışla baktı. “Belki de sen kız falan değilsindir, belki de aslında kılık değiştirmiş bir erkeksindir.” Fiona sırıttı. “Belki öyleyimdir. Belki aşağıya gelip bunu öğ-rensen iyi olur.”
Joe ayağa kalktı ve Fiona, yaramazca dönüp kıyıya doğru koştu. Arkasındaki çakıl taşlarından gelen takırtılar ona, Joe’nun aşağı atladığını ve kendisini takip ettiğini anlatıyordu. Joe kolunu yakalarken Fiona bir kahkahayla cıyakladı.
“Kesinlikle bir kız gibi koşuyorsun.” Joe, Fiona’yı yanına çekti ve abartılı hareketlerle yüzünü inceliyormuş gibi yaptı. “Ve sanırım erkek olamayacak kadar da güzelsin.”
“Sanırım mı?”
“Hı-hı, fakat gene de yanılıyor olabilirim. En iyisi emin olayım… ”
Fiona onun parmaklarının hafifçe yanağına değdiğini hissetti. Joe nazikçe çenesini yukarı kaldırdı ve diliyle aralayarak dudaklarını öptü. Fiona gözlerini kapayarak kendisini öpüşün hazzına terk etti. Bunu yapmaması gerektiğini biliyordu, evleninceye kadar olmamalıydı. Peder Deegan günah çıkarırken, ona okuması için bir sürü Hail Mary duası verir ve babası öğrenecek olursa onu çiğ çiğ yerdi. Ama ah, Joe’nun dudakları nasıl da hoştu, dili nasıl da kadife gibiydi, teni nasıl da güzel kokuyordu, öğleden sonra güneşinde sıcacıktı. Fiona daha ne yaptığını bile anlamadan parmak uçlarında yükselip kollarını Joe’nun boynuna dolamış, onun öpücüğüne karşılık veriyordu. Hiçbir şey bu kadar güzel değildi; vücudunu Joe’nunkine bastırması kadar, Joe’nun kuvvetli kollarının vücuduna sarılması kadar güzel değildi.
Kucaklaşmaları ıslıklar ve bağırışlarla kesildi. Yakındaki Londra doklarına giriş yeri olan Wapping Girişi’nden bir mavna çıkmış, onların önünden geçiyordu. Mürettebatı da göz banyosu yapıyordu.
Fiona pancar gibi yüzüyle Joe’yu temel kazıklarından bir labirentin içine doğru çekti ve mavna geçip gidinceye kadar orada beklediler. Bir kilise çanı saat başını vurdu. Geç oluyordu; eve gidip akşam yemeği için annesine yardım etmesi gerektiğini biliyordu. Ayrıca Joe da pazara gitmek zorundaydı. Son bir öpücükten sonra, Eski Merdivenler’e geri yürüdüler. Fiona çoraplarını ve çizmelerini yeniden giymek için merdivenleri tırmanırken eteklerine takılarak tökezledi.
Gitmek üzere ayağa kalktığında nehre son bir kez kaçamak bir bakış attı. Geri dönebilmesi için bir hafta beklemesi gerekecekti -hava daha karanlıkken uyanarak, yorgun argın Burton’a ve tekrar yorgun argın eve geri yürüyerek geçecek, mümkün olan her türlü angaryanın beklediği bir hafta. Ama önemi yoktu, hiçbirinin önemi yoktu; bir gün bunların hepsini geride bırakacaktı. Kıyının ötesinde beyaz köpükler yükseliyor ve suyun yüzeyinde kıvrılarak dalgalanıyordu. Dalgalar dans ediyordu. Hayal mi görüyordu, yoksa nehir onun için, onlar için heyecanla köpürüyor muydu?
Hem neden olmasın ki? diye düşündü gülümseyerek. O ve Joe birbirlerine sahiplerdi. On iki pound iki şilinleri ve bir rüyaları vardı. Burton’a veya Whitechapel’ın kasvetli sokaklarına boş vermek en iyisiydi. Bir yıl içinde, dünya onların olacaktı. Her şey mümkündü.
***
“Paddy? Paddy, saat kaç?” diye sordu Kate Finnegan kocasına.
“Hımm?” diye yanıtladı kocası, kafası hâlâ günlük gazetesine gömülmüş olarak.
“Saat, Paddy,” dedi Kate Finnegan sabırsızlanarak. Bir eliyle sarı bir karıştırma kâsesini kenarından tutmuş, diğer eliyle içindekileri çırparak karıştırıyordu.
“Kate, hayatım, daha az önce sordun ya,” diye içini çekerek cebine uzandı kocası. Üzerinde çizikler olan gümüş bir saat çıkardı. “Saat tam iki.”
Kaşlarını çatan Kate, çırpma aletini hızla kâsenin kenarına vurarak tellerinden krem renkli hamur topaklarını temizledi, sonra da lavabonun içine attı. Bir çatal alarak ocağın üzerinde cızırda-yan üç koyun pirzolasından birine batırdı. Pirzolanın yanlarından akan et suyu dereciği, tavanın sıcak metaline değince buharın içine yağ sıçradı. Kate çatalı pirzolalara adeta bir mızrak gibi saplayarak hepsini bir tabağın içine doldurdu ve tabağı da ocağın yanındaki sıcak bir bölmeye, bir soğan sosu kabının yanına koydu. Daha sonra ipe dizilmiş olan bir dizi sosis aldı ve aralarındaki bağları keserek sosisleri tavaya koydu. Onlar kızarmaya başlarken, Kate masada kocasının karşısına oturdu.