Sharpe ailesinin en genç kızı, büyükannesinin ultimatomuna karşılık evlenebileceği birilerini bulmak konusunda bir plan yapınca, Jackson Pinter bunu engellemek için elinden gelen her şeyi yapmaya karar verdi… Leydi Celia Sharpe, birkaç uygun damat adayından evlilik teklifi alıp, büyükannesine ultimatomunun anlamsız olduğunu göstermeyi umut ediyordu. Üstelik bu planı işe yaramazsa, evlenebileceği bir koca adayı da elinde olacaktı.
Ancak aile için çalışan ve Celia’nın damat adaylarını araştırması için görevlendirdiği polis memuru Jackson Pinter, bütün adaylarda bir kusur bularak onun bu planını mahvetmeye kararlıydı. Celia ise bunun nedenini, Jackson Pinter’la beraber kendi ailesinin cinayetini araştırmaya başladığında anlayacaktı.
***
Celia için ilham kaynaklarımdan biri olan, sevgili kız kardeşim, Jamie McCalebb’e. Sen bir kadının sahip olabileceği en iyi kız kardeşsin!
Annem, Gladys Martin’e, bir kasırgadan kaçıp kitabımda satır editörlüğü bile yaptı!
Teşekkürler, Anne, sen bir tanesin.
Becky Timblin, yaptığın her şey için teşekkürler!
Teşekkürler
Wagner Dias da Silva’ya bu kitaptaki İtalyanca ve Portekizce cümlelerle ilgili paha biçilmez katkısı için çok teşekkür ediyorum. Son derece minnettarım!
Sevgili okuyucular,
Şükürler olsun ki Celia evlenmesine dair arzumu dikkate aldı. Seçimini yapabilmek için evde verdiği partiye birkaç beyefendiyi davet etti.
Beni kaygılandıran tek bir şey var. Bow Caddesi Koşucusu1 Jackson Pinter, Celia’ya tamamen yakışıksız bir ilgi gösteriyor. Bunun hoşuma gittiğini söyleyemem. Onu asla sahiplenmemiş bir soylunun piçi olduğunu öğrendim. Yani Baş Hâkim olma hevesini hayata geçirmek için soylu biriyle evlenmesi gerekiyor. Bu da Celia’nın çok iyi bir eş olacağını düşündüğü anlamına gelebilir.
Eğer Celia’nın da bu adama karşı gizli bir ilgi duyduğundan şüphelenmeseydim bu husus canımı sıkmazdı. Onları birçok kez baş başa yakaladım ve bazen Celia, ona karşı filizlenmekte olan tutkusunu kaygı verici ölçüde kanıtlar gibi bakıyor.
Diğer torunlarım bu duruma karışmamam gerektiği kanaatinde. Sevgili Isaac’im bile (evet, o gözü pek süvari generaliyle son derece samimi oldum) anlayamayacağım konulara karıştığımı söylüyor. Fakat Celia öyle genç ve saf ki! Adamın ilgisi yalnızca Celia’nın konumu ve servetiyle alakalıysa hiç bir şey yapmadan duramam. Bunu annesi söz konusuyken yapmıştım, bir daha yapmayacağım.
Yaşlı, saf Isaac ısrarla Bay Pinter’ın Celia’ya duyduğu ilginin katiyen çıkar gözetmediğini savunuyor. Ne zaman birbirlerinin yakınında olsalar adamın gözlerini Celia’dan ayırmadığını iddia ediyor. Her ne kadar ben de Bay Pin-ter’ın ona karşı oldukça… ilgili göründüğünü kabul etsem de bu illa adamın ona âşık olduğu anlamına gelmez ki. Onu biraz olsun umursamadan da hem parasını hem de bedenini arzuluyor olabilir.
Bu arada, peşinden ayrılmayan bir dük, bir lord ve de bir vikont var ve hiçbirinin onun parasına ihtiyacı yok. Benim Celia’m bir düşes olabilir! Bay Pinter onun annesiyle babasının cinayetini çözmek için çok uğraşıyor olsa bile, neden sıradan bir polisle yetinsin ki Celia? Onun için daha fazlasını istiyorum diye beni suçlayabilir misiniz?
En içten dileklerimle,
Hetty Plumtree
***
Halstead Konağı 1806
Celia çocuk odasında fısıldaşan yetişkinlerin sesiyle uyandı. Boğazındaki gıdıklanma hissi öksürme ihtiyacı duymasına yol açtı. Ancak öksürürse yetişkinler bakıcıyı çağırıp, Celia’nın göğsüne biraz daha o pis şeyden koymasını söylerdi. Bakıcısı buna hardal yakısı diyordu. Yağlı ve sarı bir karışımdı. Üstelik kötü kokuyordu. Fısıltılar tam arkasından duyulmaya başlayana kadar yakınlaştı. Celia hareket etmeden yatıyordu. Gelen annesiyle bakıcısı mıydı yoksa? İkisi de göğsüne hardal yakısı koyabilirdi. Celia kimsenin dikkatini çekmemek için gözlerini kapalı tuttu.
“Avcı kulübesinde buluşabiliriz,” diye fısıldadı bir ses.
“Sessiz ol, seni duyabilir,” diye fısıldadı bir diğeri.
“Saçmalama. Uyuyor. Daha dört yaşında zaten. Bir şey anlamaz.”
Celia kaşlarını çattı. Neredeyse beş yaşındaydı ve ayrıca gayet de iyi anlıyordu. Her şeyin farkındaydı. Mesela iki ninesi vardı. Cennetteki Lucia nine ve Londra’daki büyükanne. Ayrıca öksürüğü olduğunda göğsüne bir şeyler konulması gerekiyordu. Celia, Sharpe ailesi içinde en küçüğün kendi olduğunu da biliyordu. Babası ona Cin diye seslenirdi hep. Celia’nın kulaklarının sivri olduğunu söylüyordu babası hep ama kulakları sivri falan değildi. Bunu her dediğinde babası gülerdi.
“Herkes pikniğe gidecek,” dedi ikinci ses. “Başının ağrıdığını bahane edip gitmezsen ve ben de o velvelenin arasında kaçabilirsem akşam yemeğinden önce baş başa bir iki saat geçirebiliriz.”
“Bilmem ki…”
“Haydi ama sen de istediğini biliyorsun, mia dolce bel-lezza.”
Mia dolce bellezza mı? Babası annesini böyle çağırırdı. Celia’ya ‘Benim tatlı güzelim’ anlamına geldiğini söylemişti. Celia’nın içi bir an heyecanla doldu. Babası buradaydı! Çocuk odasına her gelişinde onlara nineden, annesi Lucia’dan bahsedip İtalyanca komik kelimeler kullanırdı. Celia hâlâ İtalyanca’nın ne anlama geldiğinden emin değildi ama babası ona ninesi Lucia’yla ilgili hikâyeler anlatırken hep İtalyanca konuşuyordu.
O zaman yanındaki de annesi olmalıydı. Celia, hardal yakısından kurtulmak istiyorsa sessizce yatmaya devam etmeliydi.
“Bana şöyle seslenme. Nefret ediyorum.”
Annesi neden öyle demişti ki? Babası onu yine kızdırmış mıydı yoksa? Annesini çok kızdırıyordu babası. Ninesi buna ‘rospu’ların sebep olduğunu söylemişti. Bir keresinde Celia bakıcıya rospunun ne demek olduğunu sormuştu ve bakıcı onun poposuna tokaçla vurup kötü bir kelime olduğunu söylemişti. Peki o halde babasında neden onlardan vardı?
Celia annesi somurtuyor mu diye bakmak için tek gözünü hafifçe araladı ama annesiyle babası arkasındaydı ve onları görmek için dönmesi gerekiyordu. O zaman da uyanık olduğunu anlarlardı.
“Üzgünüm, sevgilim,” diye fısıldadı babası. “Seni üzmek istemedim. Buluşacağımıza söz ver.”
Uzun bir iç çekiş duyuldu. “Gelemem. Yakalanmamızı istemiyorum.”
Ne yaparken yakalanacaklardı ki? Annesiyle babası yaramazlık mı yapıyordu?
“Ben de,” diye fısıldadı babası. “Ama şu anda herhangi bir şeye kalkışamayız—“
“Biliyorum. Ama onun bana bakışından nefret ediyorum. Bence biliyor.”
“Hayal görüyorsun. Hiçbir şey bildiği yok. Bilmek de istemiyor.”
“Biri geliyor. Çabuk… Diğer kapıdan.”
Annesiyle babası neden birinin gelmesini umursuyordu ki?
Celia onlara gizlice bakmak için başını kaldırdı ama ön kapıyı göremiyordu. Sonra hizmetçi kapısı açıldı ve Celia başını yastığa geri koyup uyuyormuş numarası yaptı.
Gerçi bunu yapmak da zordu. Boğazındaki gıdıklanma hissi çok kötüydü. Karşı koymaya çalıştı ama en sonunda öksürmek zorunda kaldı.
Bakıcı yatağın yanına geldi. “Hâlâ kötü öksürüyorsun, değil mi tatlım?”
Celia gözlerini sımsıkı kapadı ama kendini ele vermiş olmalıydı çünkü bakıcı onu sırtüstü çevirip geceliğin düğmelerini açmaya başladı.
“İyileştim biraz,” diye itiraz etti Celia.
“Hardal yakısıyla daha iyi olacaksın,” dedi bakıcı.
“Ben hardal yakısını sevmiyorum,” diye karşı çıktı Celia.
“Biliyorum tatlım. Ama öksürüğünün geçmesini istiyorsun, değil mi?”
Celia somurttu. “Sanırım.”
Bakıcı bir yandan kıza cık cıklayarken diğer yandan eline bardak alıp içine bir şişeden bir şey doldurdu. “Al, bu iyi gelir.”
İçmesi için Celia’ya verdi. Tadı tuhaftı ama Celia susamıştı, o yüzden bakıcı hardal yakısını hazırlarken içti.
Bakıcı yakıyı sürerken Celia’nın öyle çok uykusu gelmişti ki göz kapaklarının ağırlığından göğsündeki kötü kokulu şeyi unuttu.
Uzun bir süre uyudu. Tekrar uyandığında bakıcı ona yulaf lapası verdi ama hardal yakısının geceye kadar kalabileceğini söyledi. Celia’ya o tuhaf içecekten biraz daha verdiğinde Celia’nın yine uykusu geldi. Tekrar uyandığında karanlıktı.
Şaşkın bir şekilde uzanırken ablası Minerva’yla abisi Gabe’in son armutlu tart dilimini kimin yiyeceğini tartışmalarını dinledi. O da armutlu tarta hayır demezdi; acıkmıştı.
Bakıcı tekrar içeri girdiğinde yanında iki adam vardı:
Gabe’in öğretmeni Bay Virgil ve Celia’nın en sevdiği uşak olan Tom.
“Minerva,” dedi bakıcı, “sen ve Gabe, Tom’la beraber çalışma odasına gidin. Büyük anneniz sizinle konuşmak istiyor.”
Onlar gittikten sonra Celia ne yapacağını bilemeden öylece uzanmaya devam etti. Eğer Minerva ve Gabe ninesinden ikram alacaksa o da istiyordu ama ya bakıcı ona bir kez daha hardal yakısı yapmak isterse diye de düşünmeden edemiyordu. Sessiz olsa iyi olurdu.
“Kızı uyandırmayacak mısın?” diye sordu Bay Virgil bakıcıya.
“Uyuması daha iyi. Eninde sonunda duyacak ve ne olduğunun farkına bile varamayacak zavallı yavrucak. Ona annesiyle babasının gittiğini nasıl anlatırım? Çok korkunç.”
Gittiğini mi?
Londra’ya gidip onu, Minerva’yı ve Gabe’i Halstead Konağında bıraktıkları zaman gibi mi?
“Üstelik Leydi hazretlerinin Lord hazretlerini vurduğunu söylemek,” diyen bakıcı bir an durup devam etti konuşmaya, “hiç doğru olmaz.”
Babası zaman zaman misafirlerle beraber kuş vurmaya giderdi. Abisi Jarret onlara her şeyi anlatmıştı. Kuşlar yere düşerdi, köpekler de onları alırdı. Kuşlar bir daha uçmazdı. Ama annesi babasını vurmazdı. Başka bir ‘leydi’den bahsediyor olmalıydılar. Evdeki partiye birçok leydi gelmişti.
“Can sıkıcı,” dedi Bay Virgil.
“İkimiz de hanımefendinin onu eve zorla giren biri sanmadığını biliyoruz. Büyük ihtimalle ona kirli kumruları2 yüzünden kızdığı için vurdu.”
“Bayan Plumtree bir kaza olduğunu söyledi.” Bay Vir-gil’in sesi sertti. “Biraz aklın varsa, hanımefendi, bununla çelişen tek kelime bile etmezsin.”
“Görevimi biliyorum. Ama Leydi hazretlerinin onu vurduktan sonra yaptığı… Nasıl olur da zavallı çocuklarını anne babasız bırakır? Bu menfur3 bir şey.”
Enfur kulağa kötü bir şeymiş gibi geliyordu. Celia annesinden bahsediyorlar diye korkmaya da başlamıştı.
“Doktor Sewell’ın ‘İntihar’da yazdığı gibi,” dedi Bay Virgil en kibirli sesiyle, “‘korkak ölüme sinsice yaklaşır, cesur yaşamaya devam eder. ’ Bu onursuz bir kaçıştan başka bir şey değil. Hanımefendinin bir korkak çıkması beni hayal kırıklığına uğrattı.”
Celia ağlamaya başladı. Annesi olamazdı. Annesi bir korkak değildi! Korkaklık kötüydü. Babası ona açıklamıştı. Cesur olmamak demekti. Annesi her zaman cesurdu.
“Bak ne yaptın,” dedi bakıcı. “Yavrucağı uyandırdın.” “Annem korkak falan değil!” diye bağıran Celia yatakta doğruldu. “O cesur! Onu görmek istiyorum. Annemi görmek istiyorum!”
Bakıcı onu kucağına alıp saçını okşadı. “Şişş, tatlım dur, sakin ol. Hepsi geçti. Yiyecek bir şey ister misin?”
“Hayır! Annemi istiyorum!” diye ağladı.
“Seni büyükannene götürebilirim. Her şeyi açıklar.” Celia’nın göğsünü panik hissi kapladı. Neden annesini görmesine izin vermiyorlardı? Celia’yı ne zaman öksürük tutsa annesini istediğinde gelirdi. “Ninemi istemem! Annemi isterim!” Çok ağlıyordu. “Annemi istiyorum! Anne! Annemi istiyorum!”
“Ağlamaktan yine hastalanacak,” dedi bakıcı. “Bana yatıştırıcı iksiri uzatın Bay Virgil.”
Bay Virgil’in yüzünde komik bir ifade vardı, sanki biri yüzüne vurmuş gibiydi. “Kız eninde sonunda gerçeği öğrenmek zorunda.”
“Şu anda duyacak durumda değil.” Bakıcı Celia’nın dudaklarına bir bardak götürdü ve uykusunu getiren içecek ağzına döküldü. Celia yutmadan önce neredeyse boğuluyordu. Ama ağlaması kesildi.
Bakıcı içecekten biraz daha verdi. Celia rahatsız olmadı. Susamıştı. İçti, sonra da “Annemi istiyorum,” diye fısıldadı.
“Tamam, tatlım,” dedi bakıcı sakinleştirici bir sesle. “Ama önce yaşlı bakıcın sana bir şarkı söylesin, tamam mı?”
Celia’nın gözkapakları yine ağırlaştı. “Şarkı istemiyorum,” diye karşı çıktı ve başını bakıcının omzuna yasladı. Bay Virgil’e kötü kötü bakıyordu. “Annem korkak değil,” dedi öfkeyle.
“Elbette değil,” dedi bakıcı teskin edercesine. Bir şey alıp Celia’nın kollarına koydu.
“Bak, anneciğinin sana verdiği yeni, güzel bebek.” “Leydi Bell!” Celia bebeğe sarıldı.
Bakıcı onu sallanan sandalyeye kadar taşıyıp oturttuktan sonra öne arkaya sallamaya başladı. “Sana ve Leydi Bell’e söylememi istediğin bir şarkı var mı, tatlım?”
“Bana William Taylor’ın şarkısını söyle,” dedi Celia. “William Taylor”daki hanımefendi bir korkak değildi ve birini vurmuştu.”
Bakıcı ürperdi. “Kızın ne istediğini duyuyor musun, Bay Virgil? Ne kadar ürkütücü!”
“Belli ki sandığından fazlasını anlıyordur.”
“O şarkıyı nereden biliyorsun, tatlım?” diye sordu bakıcı.
“Minerva söylüyor.”
“Sana o şarkıyı söylemeyeceğim,” dedi bakıcı. “Başka bir tane söyleyeceğim. ‘Altın uykular gözlerinizi öper / Tebessümler sizi uyandırır / Uyuyun sizi tatlı yaramazlar, ağlamayın…’”
Celia huysuzca bakıcıyı göğsünden itti. Normalde altın uykuları dinlemeyi severdi ama bu gece değil. Bir tabanca alıp ‘sağ kolunda geliniyle gerçek aşkı William’ı vuruşunu’ dinlemek istiyordu. Şarkıdaki kaptan, William’ı vurduğu için leydiyi komutan ilan ediyordu. Yani leydi cesurdu, değil mi? Annesi de birini vurduğuna göre o da cesurdu.
Ama annesi babasını vurmuştu.
Bu doğru olamazdı. Annesi babasını vurmazdı.
Celia’nın gözkapakları ağırlaştı. Uyumak istemiyordu. Annesinin o ‘leydi’ olmadığını açıklaması gerekiyordu. Annesi cesurdu. Celia onlara anlatacaktı.
Çünkü Celia da cesurdu. Korkak değildi… Asla korkak değildi.
Birinci Bölüm
Ealing Kasım 1825
Bow Caddesi Koşucusu Jackson Pinter, Halstead Kona-ğı’nın kütüphanesine girdiğinde orada yalnızca bir kişi görünce şaşırmadı. Erken gelmişti ve Sharpe ailesinin hiçbir üyesi hiçbir yere tam zamanında gelmezdi.
“Günaydın, Masters,” diyen Jackson oturduğu yerde birkaç kâğıdı inceleyen avukata başıyla selam verdi. Giles Masters, Sharpe kız kardeşlerinin en büyüğü olan Leydi Minerva’nın ya da kendi tercih ettiği hitabı kullanırsak, Bayan Masters’ın eşiydi.
Masters başını kaldırdı. “Pinter! Seni görmek güzel, eski dostum. Bow Caddesi’nde işler nasıl?”
“Bu buluşma için zaman yaratabileceğim kadar iyi.”
“Galiba Sharpe’ların ebeveynlerinin ölümlerini araştırmak seni hayli hırpalıyor.”
“Cinayetler,” diye düzeltti Jackson. “Bunu artık kesinleştirdik.”
“Doğru. Minerva’nın olay yerinde bulunan silahın hiç ateşlenmediğini söylediğini unutmuşum. On dokuz yıl önce kimsenin fark etmemesi yazık, yoksa o dönemde bir soruşturma yapılabilir ve bunca acıya mani olunabilirdi.”
“Bayan Plumtree daha fazla keşifte bulunabilecek herkesi satın aldı.”
Masters iç geçirdi. “Onu suçlayamazsın. Bir skandalı önlediğini zannediyordu.”
Jackson kaşlarını çattı. Tam tersine, kadının gerçeğin keşfedilmesini engellemişti. Tam da bu sebepten geçmişte sıkışıp kalmış, hayatlarına devam edemeyen beş torunu vardı. Bu yüzden de torunların abir ültimatom ileri sürmüştü. Hepsi ya bu yılın sonuna kadar evlenecek ya da hiçbiri mirastan payını alamayacaktı. Şimdiye dek torunların hepsi ona boyun eğmişti. Biri hariç… Leydi Celia’nın görüntüsü, zihninde belirdiği anda Jackson bu düşünceyi uzaklaştırdı. “Diğerleri nerede?”
“Hâlâ kahvaltıdalar. Birazdan sürü halinde avluda belireceklerinden eminim. Otursana.”
“Ayakta durmak istiyorum.” Jackson kızıl avluya bakan pencerenin önüne gitti. Avluya bu isim kırmızı tuğlaları yüzünden verilmişti.
Jackson, Halstead Konağı’na her geldiğinde kendini huzursuz hissediyordu. Geniş malikânenin her yerinden ‘aristokrasi’ akıyordu. Jackson daha on yaşındayken Che-apside’da teraslı bir eve taşınmadan önce çocukluğunun ilk yıllarını Liverpool’un kenar mahallelerinde geçirdiği için Halstead Konağını fazla büyük, fazla gösterişli buluyor ve de fazla sayıda Sharpe barındırdığını düşünüyordu.
Bir yıldır müşterisi oldukları halde hâlâ bu aile hakkında ne hissettiğinden emin değildi. Şimdi bile, bulutlu, şu kapalı kasım ayı havasında onların avluda yürüyüşlerini izlerken gerilmişti.
Oysa hiç biri öyle korkutucu gözükmüyordu. Mutlu ve memnunlardı.
Önce büyük Lord’un ta kendisi geldi. Oliver Sharpe, Stoneville’in dokuzuncu markisi, buğday tenli, siyah saçlı, siyah gözlü babasının neredeyse birebir kopyası olduğu söylenirdi. Başlangıçta Jackson adamdan nefret etmişti çünkü hakkındaki dedikodulara inanma gafletine düşmüştü. Hâlâ Stoneville’in ebeveynlerinin ölümünden sonra yanlış yolu seçtiğini düşünüyordu ama Marki artık bunu telafi ettiğine göre belki de gerçekte iyi biriydi.
Yanında Lord Jarret yürüyordu, mavi-yeşil gözleri ve siyah saçlarının onu kısmen İtalyan olan babasıyla sarışın annesinin karışımı kıldığı söylenirdi. Jackson erkek kardeşler arasında en çok onu seviyordu. Mantıklı ve soğukkanlı Jar-ret en kolay konuşabildiği kardeşti. Entrikacı büyükannesi Bayan Hester Plumtree onun aile işinin başına geçmesine izin verdiğinde adamın yıldızı parlamıştı. Jarret, Plumtree Bira Fabrikası’na çok emek harcamıştı; Jackson buna saygı duyuyordu.
Ondan sonra Lord Gabriel’le, kolundaki yeni karısı Leydi Gabriel geldi. Diğer iki adamın eşlerinin doğum için hazırlandığı açıktı. Leydi Stoneville’in bir ay içinde doğurması bekleniyordu ve Leydi Jarret da fazla geride kalmazdı.
Jackson yine de Sharpe’ların en küçük erkek kardeşinin de bir bebeği olacağını öğrense şaşırmazdı. Çift tamamen birbirine âşık görünüyordu ki bu da son derece şaşırtıcıydı. Ne de olsa evlilikleri Bayan Plumtree’nin saçma ültimatomunun koşullarını yerine getirmek için düzenlenmişti.
O görkemli kadın ise Gabe’in öteki koluna girmişti. Jackson, Bayan Plumtree’nin azmi ve cesaretine hayrandı. Kadın, Jackson’a onu yetiştiren ve şimdi beraber yaşadığı biricik teyzesi Ada’yı hatırlatıyordu. Ama Bayan Plumtree’nin torunlarından beklentisi yalnızca kibrini yansıtıyordu. Kimse torunları üzerinde böyle bir güce sahip olmamalıydı, kocasının ölümünden sonra tek başına aileye ait bira fabrikasını devasa bir firmaya dönüştüren Hetty Plumtree gibi bir efsane bile.
Onun ardından avluda yürüyenler ise Sharpe’ların iki kız kardeşiydi. Jackson kardeşlerden daha genç olanını gördüğünde derin bir nefes alıp iç geçirdi.
Masters da yaklaşıp karşılarındaki kadınlara baktı. “İşte dünyanın en güzel kadını geliyor.”
“Aynı zamanda insanı en çok çıldırtanı,” diye mırıldandı Jackson.
“Dikkatli ol, Pinter,” dedi Masters dalga geçiyormuş gibi bir sesle. “Bahsettiğin benim karım.”
Jackson irkildi. Bayan Masters’a bakmıyordu. “Özür dilerim,” diye mırıldandı, açıklamamak en iyisiydi.
Masters, Leydi Celia’nın ablasının yanında damızlık kısrağın yanındaki bir ceylan gibi kaldığını asla kabul etmezdi. Yeni evli olan avukatın gözleri aşktan kör olmuştu.
Jackson kör değildi. Bir aptal bile Leydi Celia’nın daha göz alıcı olduğunu görebilirdi. Bayan Masters bir liman güzelinin tatlı çekiciliğine sahipken Leydi Celia bir Yunan…