Roman (Yerli)

Son On Beş Dakika

son on bes dakika 5edbb68ae2811 Günlerdir; o iki beyaz gömleklinin hikâyesine tanık olan kaç kişiydik, bunu düşündüm. Tanıkların her birinin hikâyesini düşündüm. İçimizden biri bu ölümü çağırmış olabilir mi diye düşündüm.

Zühal’e anlatabilseydim, ölüm üzerine düşünmemin, okumamın sebebi Nermin’i çok özlemek ile alakalı değil. İçimdeki boşluk ile alakalı. Ve bu boşluk bir kadından arta kalan boşluk değil. Belki bir kadının doldurması gerekirken doldurmadığı boşluk.

Kim kendi hikâyesini tam olarak bilebiliyor ki! Her anlatışımızda değişen bir şey hikâyelerimiz. Değişirken aynı kalan üstelik. Sır da burada gizli ya. Onca değişikliğe rağmen aynı kalan nedir? Yaşlanırken ve yaralanırken korumaya çalıştığımız şey nedir?

Karşıma çıkan bütün kadınların sadece benim yükümü azaltmak gibi bir görevi olduğu duygusundan kurtulmam gerekiyor.

Kadınlar hayatı düzeltmek isterken çok yaralanıyor. Erkekler fragmanların içinde yaşamak istiyor. Kabataslak bir özet. Fazla katmanlı olmayan. Bir hikâyenin bütünlüğü erkeklere fazlasıyla ağır, fazlasıyla sıkıcı geliyor. Makineleri tamir edebilen erkekler, yazık ki hayatı tamir edemiyor. Onun için erkekler hayatı bozma haklarının hiç olmadığını bilerek yaşamalı.

Fatma Barbarosoğlu’nun kaleminden bir solukta okuyacağınız Son On Beş Dakika ile kendinize ve sevdiklerinize bir adım daha yaklaşacak, hayatınızdaki renklerin ve seslerin bütünleştiğini fark edeceksiniz.

 

DURDULAR

 

Melekler mi yıkamış şehri?

Rüzgârın kanatlarıyla.

Gelin kız titizliğinde böyle ışıl ışıl böyle pırıl pırıl.

Simitçi biraz önce geçmiş olmalı.

Sesinden bir seda, simitlerinden geriye yanık bir susam kokusu kalmış sanki.

Cadde henüz durgun.

Caddenin durgunluğunu bozan tek şey rüzgâra kendini salmış olan ıhlamur.

Sabah karanlığı ile gün doğumunu, yorgun bedenleriyle birbirine teyelleyenler çoktan işlerine vasıl  oldu.

Yorgun bedenlerini, uykuya kanmamış bedenlerini, fırın tepsisine sığdırmaya çalışırcasına  dahil oldular ömürlerinden ömür çalan mekânlara

Bu öylesine bir değiş tokuş.

Vakitlerini verip para alıyorlar karşılığında.

Ne onların verdikleri vakit bir işe yarıyor, ne ötekilerin verdiği para.

Onca beden ne iş yaptığını bilmeden giriyor içeri.

Sonra ne yaptıklarını bilmeden çıkıyor yine.

Koca koca binalar.

Koca koca binalardaki bir nefeslik mekânlar.

Herkes kendine mahkûm.

Herkes kendinde kilitli.

Yine de anahtar kimsenin hayali değil.

 

Beyaz Abla

Esnafın saati başladı

 

Sabahın saati dilim dilimdir. Dakika dakika.

İşçilerin saati bitti. Vardiyacıların  saati. Hastaların saati. Bitti.

Geceyi acılarıyla, inleyişleriyle, öksürükleriyle . kahırlarıyla tan vaktine teyelleyenlerin saati. Bitti.

Şimdi esnafın saati başladı

Esnafın saati müşterinin saatine ayarlıdır. Onlar girip çıktıkça, girip çıkmalarına üç aşağı beş yukarı pazarlıklar karıştıkça, akar esnafın vakti.

Yoksa?

Yoksa durur. Zaman ölümün zamanı olur. Hareket donar, ses kesilir, ışık söner.

Beyaz eşya mağazasını bu sabab kız kardeş açıyor.

Yanında güzeller güzeli minik bir kız. Uykusuna kanmadan yatağından, yatağından değil, cennetinden koparılmış küçük kız. Annesi onu nasıl kolundan tutup kaldırdıysa, o da öyle kolundan kaldırıp getirmiş bez bebeğini.

 

Besmele çekiyor diğer esnafın Beyaz Abla dediği henüz 29 yaşındaki “abla”. Besmele çekerken ufacık bir harekette belinin ortasına kadar sıyrılıveren  beyaz tişörtünü sundurup uzatmaya çalışıyor, nafile bir gayretle.

Hep beyaz mı giyiyor “abla”?

Beyaz giyiyor.

Beyazda aklı kalmış.

Bir haftalık gelin adı, ansızın dula dönünce… Saçına bir tutam beyaz karışmış.

Hülyalarını beyaz tişörtlerinde yaşatıyor. Kocasına vefa, kocasına hasret mesajı sırtındaki beyaz tişörtler. Karalar bağlama bir deyim ise beyazlara gark olmak bir umut. “Abla” umudunu beyazda büyütüyor. Sırtında beyaz tişörtler, basının orta yerinde bir tutam beyaz saç.

İki örgüsü beline kadar inen küçük kızına kırmızılar giydiriyor. Daima. Onun yaşındaki çocuklar barby pembesine meftun oysa. İki örgülü küçük kızın her şeyi kan kırmızı.

Küçük kızın birbirinden farklı modellerde, ama daima kırmızı kıyafetlerine, nalburun torunu “Türk’ün gözü aldadır” diye takılıyor. Kuaförün çırağı her seferinde “Esas Kürt’ün güzü aldadır” diye geri püskürtüyor bu takılmayı.

Küçük kız kendi kıyafeti üzerinden savaşan abi ve ablaya her defasında aynı cevabı veriyor:

Uf ya ben Türk de değilim Kürt de. Ben bir kere Norveçliyim tamam mı?

Bez bebeğinin adı ne?

Viktorya.

Bu cümlenin “abla”yı ne kadar hüzünlendirdiğini bir bilselerdi, kimin gözü aldadır münazarasını bu kadar kolay yapabilirler miydi?…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Balkan Acısı

Editor

Hasret – Hasret En Büyük Esarettir

Editor

Nıver

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası