BÖLÜM I
Campanella,hemen hepsi Lâtince olan sayısız eserler yazmıştır. Felsefe tarihinde Campanella’nın adı, Aristoteles felsefesinin düşmanı ve deneysel yöntemin öncüsü olarak anılmaktadır. Bacon’dan önce, fizik alanında, gözlem olmadan, varsayımlar deneylemeyle kontrol edilmeden sağlam hiç bir bilgiye varılamaz, diyen o olmuştur (G. Fonsgrive), Calabria’lı filozof, her şeyden önce, felsefeyle tanrıbilimi birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürüyor. Ona göre, felsefe duygu ve akıl yoluyla varılan tabiat bilgisidir, İncil’se imanla tabiat0üstü dünyasını tanımayı amaç edinmiştir. Tabiatı öğrenmek, günlük yaşayışımızda ondan faydalanmak anlamına geldiği halde, tanrıbilim sadece ruhun kurtuluşuyla ilgilenmektedir. Onun için, felsefe, tabiatın sırlarına yönelmiş bir araştırma olarak, Kutsal kitapların baskısından kendini kurtarmalıdır. Çünkü, bu kitapların böylesi bilgiyle hiç bir ilişkisi yoktur. Ayrıca felsefe, kendini insandan (örneğin, Aristoteles’ten) gelen her türlü otoriteden de kurtarmalıdır. (Bruna Widmar)
Felsefe eserlerinin değeri ne denli büyük olursa olsun, Carnpanella’dan bugüne kalan, adını ölümsüzleştiren şey, hiç şüphe yok ki, Güneş Ülkesi’nde dile getirdiği toplumsal bir düzen düşüncesidir. İlk defa Utrecht’de 1643’de basılmış olan Güneş Ülkesi, (Civitas Solis), Platon’un Devlet’i ve Thomas More’un Utopia’sıyla aynı düşünce çizgisi üzerinde, insanoğlunu mutlu bir yaşayışa kavuşturma yolundaki isteklerin en temiziyle yazılmış eserlerin başında gelir.
Güneş Ülkesi, Campanella’nın, günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü filozofça bir devlet tasarısıdır. Campanella bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağı, insanın kendinden başkasını düşünmemesinde, dünya malının benim senin diye bölüşülmesinde buluyor. Ona göre, insanlar, genel yarar kaygusundan uzak oldukları sürece, kendi dar çevrelerinde, kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa, toplum halinde birleşen insanların amacı genel yarar olmalıdır. Özel çıkarları kaldıralım, toplum yararından başka bir şey kalmaz ortada. Bencil davranışlar, eninde sonunda, toplum güçlerinin çatışmasına yol açar. Oysa bu güçlerin genel yarara yönelmesi, güçler arasında tutarlı bir denge yaratır. Onun için, Güneş Ülkesi’nde her şey devletin, genel yararın buyruğu altındadır.
Ama, denilecektir ki, özel mal mülk olmazsa, insanları nasıl çalıştırırız? Campanella buna, insanlarda dayanışma bilinci, topluma yararlı olma isteği yaratarak, diye cevap verecektir. Tarih bize Romalıların, yoksulluklarına rağmen, yurtları uğruna seve seve savaşa atıldıklarını göstermiyor mu? İlk Hıristiyanlar zamanında, kazançtan, mal mülk düşüncesinden uzak, dünyadan elini eteğini çekmiş, topluluk uğrunda kendi çıkarlarını, sevgilerini, hatta canlarını bile hiçe sayan rahipler aynı özgecilik örneği vermiyorlar mıydı bize? Bugünkü toplumda bile, kardeşçe çalışma, çıkarsız yarışma örnekleri görmüyor muyuz? Şimdilik devede kulak olan bu örnekler niçin bir gün genelleşmesin? Ayrıca şu da var: Güneş Ülkesi’nde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış, bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp, yüz kızartıcı bir şeydir orada.
Campanella filozofça devlet tasarısında, mal mülk ortaklığı yanında, kadın ortaklığını da ele alıyor. Kendinden önce, Platon da devlet içinde anlaşma, kaynaşma yaratır diye, kadın ve çocukların ortak olmasını savunmuştu. Ne var ki, Platon, bu ortaklığı yalnız yöneticiler için öngörüyordu. Campanella ise, bu ortaklığı bütün toplum için istiyor. Şunu unutmamak gerekir ki, kurmacı Platon’dan önce, kadın ortaklığı Heredotus’un da belirttiği gibi bazı İskit kabilelerinde varmış. Bu kabilelerde kadınlar ata biner, avlarda, savaşlarda erkeklere eşlik ederlermiş. Yunan tarihçisine bakılırsa bu ortaklığın amacı, kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almakmış.
Öte yandan, Lykurgos Yasaları evlilik için birtakım yaş sınırları koymakta ve güçsüz düşen yaşlı erkeklere, aile yuvalarını bozmamak için, karılarını zaman zaman, evlenmeden çoluk çocuk sahibi olmak isteyen bekâr erkeklere sunma hakkı tanımaktadır.
Görülüyor ki, Campanella, soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önem dolayısıyla kadın ortaklığını benimserken, Platon’un düşüncelerinden faydalandığı kadar, antik çağ uluslarının yasalarından da esinlenmiştir.
Campanella, yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş Ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanıyordu. Aşağıda «Altın Çağ» adlı şiiri bunun sağlam bir kanıtıdır.
ALTIN ÇAĞ
Mutlu bir altın çağ olduysa eskiden Niçin bir kez daha olmasın?
Her şey dönüp dolaşıp Gelmiyor mu eski yerine?
Düşündüğüm, öğütlediğim gibi benim Paylaşsaydı insanlar Yararları, mutluluğu ve ahlâkı Cennet olurdu dünya…
Uyanık, temiz sevgiler gelirdi diyorum Azgın, kör sevgiler yerine Yalan dolan, bilgisizlik yerine Gerçek bilgi gelirdi Ve kardeşlik zorbalığın yerine.
Bu şiiri dilimize S. Eyuboğlu çevirmiştir.
l.Campanella’nın çağdaşı Rossi adında bir yazar şöyle yazıyor: Campanella’ya otuz beş saat boyunca yaptıkları işkence öylesine vahşiceydi ki «kıçının bütün kan damarları kopmuş, açılan yaralardan durmadan kanlar boşanıyordu. Bununla beraber, dişlerini sıkıp işkenceye öylesine dayandı ki, ağzından, bir filozofa yakışmayacak tek kelime bile alamadılar.»
ŞİİRİN SESİYLE GÜNEŞ ÜLKESİ FİLOZOFÇA BİR DEVLET TASARISI
Konuşanlar:
OSPİTALARİO
ve
COLOMBO’NUN CENOVALI KILAVUZU
Bu konuşmalar bir ospitalario ile Colombo’nun kılavuzlarından Cenovalı bir kaptan arasında geçer. Ospitalario, Kutsal topraklarda hastalanan hacılara bakmak amacıyla kurulmuş bir kuruma bağlı kimselere verilen addır. Kudüs’te Sen Jan tarikatı diye tanınan bu dinsel kurum sonradan Malta Şövalyeleri örgütünü meydana getirmiştir. Campanella’nın bu eserde sözünü ettiği Colombo’nun Kristof Kolomb’la hiç bir ilişkisi yoktur. Çünkü bu konuşmada geçen olaylar ünlü denizcinin ölümünden sonraya aittir.
OSPİTALARİO
Haydi, anlat bakalım şu deniz yolculuğunda başından geçenleri!
CENOVALI KAPTAN
Daha önce anlatmıştım ya dünyayı bir ucundan öbür ucuna nasıl dolaştığımı, Toprabana’ya varır varmaz nasıl karaya çıkmak zorunda kaldığımı. Bu adanın insanlarından korkup yakın bir ormana sığınmıştım. Bir süre sonra ormandan çıkmış, yürüye yürüye tam Ekvator’un altına düşen geniş bir ovaya varmıştım.
OSPİTALARİO Peki, orada neler oldu?
C. KAPTAN
Orada, dört bir yanımı, kadınlı erkekli bir sürü insan sarıverdi birden. Hepsinin ellerinde silâhlar vardı. İçlerinde bizim dilimizi konuşanlar çoktu. Beni alıp Güneş Kent’e götürdüler.
OSPİTALARİO
Nasıl yapılmış bu kent, nasıl yönetiliyor, anlatıverin lütfen!
C. KAPTAN
Geniş bir ovanın ortasında yükselen bir tepe düşünün, İşte, kentin büyük parçası bu tepenin üzerinde kurulmuş. Ama kat kat çemberleri tepenin eteğinde öylesine uzaklara yayılmış ki, çapı iki üç, bütün çevresi de yedi mili bulmakta. Bununla beraber, bir tepe üstünde kurulacağına, bir ovada kurulmuş olsaydı çapı bu kadar büyük olmazdı.
Kent yedi halkaya ya da çembere bölünmüş. Bunların her biri yedi gezegenden birinin adını taşıyor. Çemberler birbirine dört ayrı yolla bağlanmış. Her yol da bir kapı ile sona eriyor. Her kapı dört yönden birine bakıyor. Ayrıca öyle kurulmuş ki bu kent, her kim birinci duvar çemberini yaracak olsa, ikincisini yarabilmek için iki kat, üçüncüsü için daha çok çaba sarf etmesi, bütün kenti ele geçirmek içinse yedi defa saldırması ve her seferinde gücünü artırması gerekir. Ama bana kalırsa, birinci duvarı bile ele geçirmek olacak şey değil. Öylesine kalındır çünkü; burçlar, kuleler ve hendeklerden başka türlü savaş ve savunma araçlarıyla bezenmiştir.
Kuzey kapısından girince (bu kapı baştanbaşa demirdendir, kolayca inip kalkacak ve sıkıca kapanacak biçimde yapılmıştır), gözüme birinci duvarla ikincisi arasında, yetmiş adım genişliğinde bir düzlük ilişti. Buradan, ikinci duvar boyunca uzanan, birbirine bitişik ve bir tek heybetli gibi görünen zengin konaklar göze çarpıyordu. Bu konakların yarı yüksekliğinde boydan boya, sıra kemerler uzanıyordu; bunların üstünde, tıpkı sütunlu avlular ya da manastırda olduğu gibi altları geniş, zarif sütunlarla tutturulmuş üstü örtülü geçitler vardı.
Bu konakların alt katlarına, doğrudan doğruya içbükey duvarların iç kısmından girilir; yukarı katlaraysa mermer merdivenlerle çıkılır. Bu merdivenler, duvarların iç kısmındaki aynı biçimde geçitlere açılır. Bu geçitlerden de, duvarların her iki yanına bakan zarif pencereli üst kat odalarına çıkılır. Odaların hepsi adamakıllı süslüdür. İç ve dış duvarlarda oyulan pencerelerden ışık alırlar. Duvarlar alt kat duvarlarından daha incedir. Dış duvar, yani dışbükey duvar, aşağı doğru sekiz iç duvar üç, ara duvarsa bir ya da yarım karış kalınlığındadır. Bu birinci çemberden çıkınca, ikinci düzlüğe varılır. Bu düzlük, birincisinden üç adım kadar daha dardır. İkinci çemberin duvarı altlı üstlü, birbirine benzeyen galerilerle süslüdür. İçlere doğru konakları çevreleyen bir başka duvar daha göze çarpar. Altta, sıra sütunlar, üstte, yani konakların yukarı katlarına açılan yerlerinde çok güzel resimler sıralanmıştır. Böylece, birbirine benzeyen düzlükler ve konakları kuşatan sütunlu galerilerle süslü çifte duvarlar arasından yürüye yürüye Kent’in son çemberine varılır. Bununla beraber, çemberlerin iç ve dış duvarlarındaki çifte kapılardan geçilince, insan hafif meyilli ve alçacık basamaklı merdivenleri tırmanır, yokuş yukarı çıktığının farkına varmaz. Tepenin doruğunda, geniş bir düzlüğün ortasında, usta elinden çıkmış büyük bir tapınak yükselmektedir.
OSPlTALARlO
Durmayın, ne olursunuz, durmayın, anlatın!
C. KAPTAN
Tapınak yuvarlak biçimdedir. Çepe çevre, kalın duvarlarla değil, iri, ama zarif sütunlarla çevrilidir. Tapınağın ortasında büyük, güzel bir kubbe, onun üstünde de, ortası delik, daha küçük bir kubbe yükselmektedir. Bu kubbenin deliği sunağın tam üstüne rastlar. Tapınağın çevresi beş yüz elli adımı aşkındır; orta yerde, çepe çevre sütunlarla çevrili bir sunak vardır. Dış sütun başlıklarının üstünde sekiz kadem boyunda kemerler uzanır. Bunların dibinde, üç kadem yüksekliğinde bir duvar, tapınağın sütunlarıyla kemerleri tutan sütunlar arasında da güzel taşlarla döşeli galeriler vardır. Sayısız kapılarla süslü küçük duvarın iç kısmında yere çakılı iskemleler, ayrıca bir çok güzel portatif sandalye göze çarpar. Sunağın tam üstünde iki büyük küre vardır: Bunların büyüğü gökyüzünü, küçüğü de yeryüzünü gösterir. Ayrıca, büyük Kubbenin tavanında altı büyük gezegenin resimleri görülür: Bunlar büyüklüklerine göre sıralanmışlardır. Altlarında adları ve yeryüzü olaylarına yaptıkları etkileri anlatan üçer dizecik yazılıdır. Sunağın üstüne yerleştirilmiş kürelerden, evreni baştan başa izleyebilirsiniz gözlerinizle. Yer, değirmi taşlarla döşelidir. Yedi gezegenin adlarını taşıyan yedi altın lamba, tapınağı gece gündüz durmadan aydınlatır.
Tapınağın üst kısmındaki küçük kubbe birtakım küçük ve güzel odalarla çevrelenmiştir. İç ve dış sütunların kemerleri üstündeki düzlükte, kimisi küçük, kimisi büyük odalarda kırk dokuz rahip oturur. Küçük kubbenin tepesinde dönen çok hassas bir yelkovan, sayısı yirmi altıyı bulan rüzgârların yönünü gösterir. Kent halkı buna bakıp ısı derecesini, o yılın, bereketli olup…