Ben size bu kitapta, başkalarının hayatlarından ve kendi hayallerimden inşa ettiğim tuhaf hakikatleri anlatacağım. Onları ben yarattım, onlar da beni yarattı.
Sizi inancın labirentlerine sokacağım. Tabiatın açıklanabilir caddelerinin alelade kalabalıklarından kurtarıp, tenha ara sokaklara çekeceğim.
Aydınlıklardan kaçıp, loş kapı aralarında iş tutacağız. İnsana ait hiçbir şeyin şaşırtamadığı ruhları bile şaşırtacak şeylere dalacağız.
Tek şartım var.
Sorgulamayacaksınız, ikna olacaksınız, biat edeceksiniz, inanacaksınız.
Bana inanacaksınız. Kayıtsız şartsız inanacaksınız.
Çünkü bu bir yolculuk. Tuhaf şeylere yolculuk. Gerçeğin katı ufkunun ötesine geçeceğiz. Kaf Dağı’nın arkasındaki Simurg’a gideceğiz. “Otuz Kuş”u bulmaya çalışacağız. Allahtan ki bulamayacağız.
Söz veriyorum: İyi bir yolculuk olacak. Arkanıza yaslanın, rahat edin, kendinizi bırakın. Ve emin olun, bu yolculuk, yolculuğun kendisi, gittiğimiz yerden çok daha tuhaf, çok daha baştan çıkarıcı.
Bu kitap bittiğinde geride kalan harabe ise, hepimizin hakikati olacak.
Çünkü en “Tuhaf” olan biziz…
yılanbalıklarının dansı
O gece Akbük’te gördüğüm şeyi hayatım boyunca unutmayacağım. Bu kitap, iskelenin ucundaki mabette o gece gördüğüm tuhaf şeyden sonra yazılmaya başladı. Görünmeyen keşişlerin, ıssız müminlerin, hiç inanmamışların kaleminden çıktı. Kendi kendini yazan bir kitap bu. Size o tuhaf geceyi bütün ayrıntıları ile anlatacağım.
Akbük’te evimin önünde bir iskele vardı. O iskele yıkılıncaya kadar, dolunay geceleri onun ucunda oturur, yakamozların samanyolunun sudaki yansıması gibi patladığı anlarda gökyüzüyle konuşurdum. Şükrederdim.
O küçük koyun üstünde kendimi nilüfer çiçekleri gibi hissederdim. Hiçbir yere bağlı olmadığı halde kendi arzusu ile hiçbir yere gitmeyen bir insandım ve tek kişilik bir tarikatta, kendi kendimin şeyhi, kendi kendimin müridi olarak dua ederdim.
O iskelenin ucunda, ipekböceği gibiydim. Bir koza örer, içine kapanır, bir daha hiç çıkamamak için kendi kutsal kitabımı hatim indirirdim. Öyle her gecede gökyüzünde bir Tinkerbell görürdüm. Koruyucu bir melek gibiydi. Her zikir gecesinde, sihirli çubuğundan saçtığı parıltılı tozlarını gökyüzüne uzanan harikulade bir yola çevirir, ben de o yoldan yukarılara, en yukarılara, arşıâlâya, gökyüzünün hiç bitmediği yerlere giderdim. İskelenin ucundaki mabet, beni hayatın yükünden, hakikatlerin vebalinden, yaşayıp da pişman olduklarımdan, bir türlü yaşayamadıklarımdan kurtaran yolun sonuydu. O yolun sadece bana ait cennetime açılan kapısıydı. Orası benim ebedi arafımdı.
Sonra iskelenin ucundaki mabet yıkı idi. Oysa ben bir gün son yolculuğuma oradan çıkmayı, oradan kalkan yelkenliye binip bir daha hiç geri gelmeyeceğim okyanuslara açılmayı umut ediyordum. Artık o iskele yok. Artık demirleyeceğim bir limanım da yok. Gideceğim başka denizler kurudu. Okyanuslar bitti.
Ben aşağılarda, hakikatler kıtasında esarete mahkûm oldum.
Tinkerbell artık İnecek bir iskele bulamıyor. Bazı dolunay gecelerinde gökyüzüne bakıyorum. O parıltılı toz halelerini görüyorum. Uzaktan, çok uzaklardan görüyorum. Elimi uzatıyorum…
Toz bulutlan ürkek, üzgün, küskün. Elimin ucuna gelmeden dağılıp gidiyor.
Yolunuz sakin gecelerde Akbük’e düşerse, gökyüzüne bakın. Yılanbalıklarının da terk ettiği koyumuzun semalarında Tinkerbell’in zarif siluetini mutlaka göreceksiniz.
Her şey, o iskelenin yıkılmasından çok önce başladı. İşte öyle bir gece Akbük’te tüylerimi ürperten bir olaya tanık oldum.
İskelemin ucundaki mabet yıkılmadan dört yıl kadar önceydi. Aralık ayının soğuk bir gecesiydi. Hafta sonu için Akbük’e gitmiştim. Dolunaya iki üç gün vardı. Gece yarısına doğru, yıllardır yanımda koruma görevlisi olarak çalışan Hakan’la birlikte koyun kenarında yürüyüşe çıktık,
Akbük’te, koyun kuzey ucunda büyük bir azmak vardır. Sazların arasından doğan kaynak küçük bir kanaldan, kıvrımlar yaparak denize doğru yo! alır. Sahile ulaştığında, 5 6 metrekare büyüklüğünde bir gölet yapar ve oradan denize dökülür. Koyun kıyısındaki yol, bu göletle kanallar arasında kalan noktada küçücük bir köprüyle devam eder. Hakan’la sohbet ederek, biraz ilerdeki Alaattin’in restoranının önünden geçtik ve ormanın başladığı yere kadar yürüdük. Koyun o tarafındaki orman henüz yanmamıştı ve sık Halep camlan, ay ışığında olağanüstü görünüyordu.
Ormanın başladığı yerden dönüp, aynı yoldan koyun öteki ucundaki evime doğru yürümeye başladık. Deniz insanı baştan çıkaran bir yakamoz tarlası gibiydi, ışıl ısıldı.
Azmağın üzerinden köprüye geldiğimiz an, donup kaldık. Biraz önce geçerken bomboş olan göletin içinde müthiş bir hareket vardı. Bir şeyler, birbirinin içine girmiş simsiyah bir şeyler, birlikte hareket ediyordu.
Köprünün üzerinde diz çöküp 30 40 santim derinliğindeki gökte dikkatle baktık. O an anladık ki, yüzlerce, belki de binlerce yılanbalığı birbirlerine sarılmış, kıvrılıp duruyordu. Önümüzde müthiş bir gece yansı ayini yapılıyordu. İlahi bir koreograf, binlerce yılanbalığını olağanüstü bir tabiat dansına hazırlamıştı.
Yılanbalıklarının ayinini dakikalarca seyrettik. Hiç kaçmadılar. Belki de saatlerce dans ettiler. Kim bilir, belki de tabiatın en etkileyici çiftleşme ayinlerinden birine tanık oluyorduk. Saat gece yansını geçerken eve döndük. Ertesi sabah ilk işim azmağın başındaki gölete gitmek oldu. Gölet bomboştu. Yılanbalıkları gitmişti. O günden sonra gölette bir daha yılanbalıklarının ayinini hiç görmedik. O yılanbalıkları neydi? Nereden geliyordu? Nereye gitmişlerdi? Akbük’te yıllardır yaşayan insanlara sordum. Hiçbiri böyle bir şeyi görmemişti. Eskilerden anlatan da yoktu. Biz sanki hayalet yılanbalıklarına rastlamıştık. Aylar sonra bir gün, National Geographic dergisinde küçük bir haber gördüm. Akdeniz koylarındaki yılanbalıkları, yılın belli bir gecesinde toplanıp göçe başlarlarmış. Çoğu Meksika Körfezi’ne gidermiş. Yol boyunca gövdelerinde ki yağla beslenir, bitkin bir vaziyette son duraklarına ulaşırlarını;. Acaba biz o gece, göçe hazırlanan yılanbalıklarının veda törenine mi tanık olmuştuk? Doğdukları ve bir daha hiç geri dönemeyecekleri sulara veda mı edi
Tabiat böyle tuhaf exodus hakikatleri ile doludur. Ama beni hakikatler değil, tuhaf dediğimiz şeyin kendisi cezbeder.
Bu kitap boyunca şu cümleyi söylediğimi hep hissedeceksiniz: “Hakikat beni ilgilendirmez.” Hakikatin kurgusu kendisinden daha cazip gelir bana. O yüzden, hayatım boyunca karşılaştığım bütün hakikatlerin kurgusunu becerikli bir montajcı gibi kendim yaptım. Altını üstüne getirdim; tersini yüzüne çevirdim. Miladım kendim tayin ettim. Yaş gününü de ben koydum, mezarının taşına yazılarını da ben yazdım.
Kronolojisini bozdum, başını sonuna, son durağım ilk istasyona aldım. Ara istasyonlarının altını üstüne…