Bu ciltte Osmanlı tarihinin ilk üç yüzyılını ele alacağız. Bununla ilgili olarak söylenebilecek bazı şeyler var. Bir kez Osmanlı Devletinin Türklerin İlerlemesinde ve gelişmesindeki büyük rolünü vurgulamak ve bunun için özel ikle onu önceki büyük Türk devletleri, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletleriyle karşılaştırmak yerinde olur.
Yüzeysel bir bakışla dahi çok önemli farklar göze çarpmaktadır. Selçuklu devletleri, hanedanları ve kuvvet aldıkları tabanları itibariyle Türk devletleri olmalarına rağmen, resmi dil eri Farsçaydt. Demek ki bunlar, her gün: konuştukları, ana dil eri olan Türkçenin bir yönetim dili olabileceğini pek düşünemiyorlardı.
Ya Türkçeleri böyle bir işleve elverişli değildi, yani henüz ilkel bir durumdaydı, ya da dil eri resmî dil olmaya elverişliydi fakat onlar bunun farkına değil erdi, yani bir bilinçsizlik söz konusuydu. Oysa Karaman Beyinin tarihî (1277) karariyle birlikte Anadolu’nun ve bu arada Osmanlı Beyliğinin resmî dili Türkçe olmuştur. İkinci bir fark, Selçuklu devletlerinin göçebeliğe daha yakın oluşlarından kaynaklanıyordu.
Nizamülmülk’ürt Siyasetn&me’sinde bunun pek çok izlerine rastlıyoruz. Selçuklu başkentlerinin değişkenliği de belki buna işaret sayűabilir. Aynı şekilde Anadolu Selçuklularının esas yurt olarak Anadolu yaylasını kabul ettiklerini, kıyılardan sanki uzak durduklarını, ve dışa açılan birer ‘pencere’ olarak Sinop ve Antalya ite yetindiklerini görüyoruz.
Osmanlıların ise yayla kadar kıyılara da önem verdikleri söylenebilir. Gerçi Osmanlı Devletinde de Türk halkının Önemli bir bölümü gö~ cebeydi ve bunların varlığı Devletin yapısında belirleyici bir rol oynuyor-du. Fakat Osmanlı bey ve padişahları göçerlerin gem tanımayan dinamiz-mini, düzenli fetihler, akut ve savaşlarla dışa yöneltiyorlardı.
Böylece Türk halkının yerleşikliğe geçiş sürecinin göçebelerce fazla aksatılma-dan, devleti parçalayarak altüstlüklere pek uğramadan gelişmesine olanak tanınmış oluyordu. Sürekli fetih ve istila siyasetinin güdüsü bir ölçüde bu olmak gerekir. Denebilir ki, Osmanlı’da açık seçik görülen ve devletçe özdendirilip yönlendirilen yerleşikliğe geçiş süreci, daha erken aşamadaki Selçuklu devletlerinde o denli belirgin değildi.
Demek ki Türkçeyi resmî dil yaparak kişiliğini bulmuş olan ve yerleşikliğe geçiş sürecini dana belirginleştiren Osmanlı Devletinin kurumsallaşması çok daha ileri derecededir. Dolayısıyla Osmanlı tarihinin Türkiye bakımından birinci derecede büyük önemi vardır. Üzerinde durulabilecek bir başka nokta, Türklerin yurtları ite ilgili’ dir.
Türklerin ilk yurdu Orta Asya idi. Çinliler Türk akınlarım önlemek için Çin şeddini inşa etmişlerdi. Birinci cildin önsözünde değindiğim gibi, Türkler, Çin şeddinin ötesinde, Orta Asya’da, çok çetin iklim ve arazi şartlarında göçebe hayvancılıkla geçinmeğe çalışıyorlardı. Türklerin bundan sonraki yurdu olan, Hazer Denizinin doğusundaki Maveraünnehir ve Horasan bölgesi de büyük ölçüde çölden ibaretti. Derken Türkler Anadolu’ya geldiler.
Buranın coğrafî özel ikleri Türklerin toplumsal gelişmesinde büyük bir paya sahiptir. Anadolu’nun önemli ölçüde yayla ve dağlık oluşu hayvancılık yapan göçebelere bildikleri ve ihtiyaçları olan bir ortamı sağlıyordu. Fakat bu yaylanın pek çok yerinde tarıma elverişli ova ve vadiler de vardı —örneğin, Konya, Eskişehir, Ankara gibi büyük ovalar.
Yaylayı çevreleyen dağların ötesinde de bereketli kıyı ovaları sıralanıyordu— Karadeniz, Akdeniz ve özel ikle Ege ile Marmara bölgelerinin ovaları gibi Anadolu’nun çok önemli diğer bir özel iği, hiçbir yerinin çöl olmayışı, arazinin elverişli olduğu her yerde tarıma imkân verecek derecede yağmur yağmasıydı.
Bu, Anadolu’yu hem Orta Asya’dan, hem Maveraünnehir ‘den, hem Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan ayıran çok önemli bir özel ikti. Başka bir deyişle, Türkler, bu kıtada tedricen, alıştıra alıştıra —bu sayede toplumsal ve kişiliksel çok büyük bunalımlara fazla düşmeden— yerleşikliğe, çiftçiliğe geçişin İdeal koşul arını buldular.
Yaylanın, dağın yont başında ova ve vadi vardı. Göçebe, çiftçiyi göre göre kendisi de gün geldi, çiftçi oldu. Anadolu’da nüfus yoğunluğunun fazla olmaması, genel ikle bu geçişin nispeten kavgasız gürültüsüz olmasını sağladı.
Metin Kunt’un yazmış olduğu siyasal tarih bölümü okununca anlaşılacağı üzere, «klasik», yani en güçlü dönemindeki Osmanlı Devletinin doğu istibdadı (şark despotizmi) niteliği hayli belirgindir. Bu niteliğin hangi usul ve mekanizmalarla sağlandığını görelim. 1. Kul Sistemi : Sarayın olağanüstü gücünü, mutlakiyetini sağlayan mekanizmalardan birincisi kul sistemiydi. Osmanlı ülkesinin ulemadan olmayan bütün yöneticileri kul statüsü/ideydiler.
Kul demek, kamu kölesi, devlet kölesi demekti. Bunların boyunları kıldan inceydi. Yani, padişah, bunları mahkemeye vermeden idam ettirebilirdi. Bunun için, bazen şeyhülislamdan fetva almıyordu ama, şart da değildi. Esasen padişah veya sadnâzamm siyaseten katil gerekip gerekmediği sorusuna olumsuz fetva vermek pek görülebilen şeylerden değildi.
Mumcu, Siyaseten Kati eserinde idam kararlarının genel ikle sükû-netle karşılandığmı, direnme ya da kaçma gibi tepkilerin çok nadir olduğunu kaydetmektedir. Başka bir deyişle, «Ya devlet başa, ya kuzgun leşe» atasözüyle de ifade edildiği üzere, idam cezası yöneticilik mesleği-nin adetâ ‘olağan’ bir meslek riski gibi karşılanıyordu. (Topkapı Sarayında Yaşam, 5. İH) Tavernİer de, İstanbul’dan yüzlerce kilometre uzakta bir paşanın idam emrinin nasıl dırıltıstz yerine getirildiğini anlatır.
Onun anlatışına göre, kaçma, ya da direnme ihtimallerini iyice azaltmak için İstanbul’dan gelen görevli kapıcıbaşı veya bostancı, paşanın divanı toplamasını istermiş. Kati fermanını divan huzrunda sunarmış: «Paşa bu mektubu büyük bir saygı içinde alır, üç kez alnına sürdükten sonra açar ve okur. Verilen ölüm emrini şu sözlerle yanıtlar: ‘Padişahımın emri yerine getirilecektir.
Bana sadece, dua etme (namaz olacak) zamanını tanı.» Reşad Ekrem Koçu, (Topkapı Sarayı, s. 33), padişah istibdadının sadrıâzam ve vezirlerde ne gibi duygular uyandırmış olabileceğini şöyle canlandırıyor: «Padişahın sonsuz salahiyetli vekili sıfatiyle dilediğini bir emri, işareti ile yok ediveren Saârıâzam Paşa, göz kamaştıran bir haşmet ifade eden maiyetiyle Babı Hümâyûndan at ile girip Orta Kapu önünde atından inerek ayağını Orta Kapunun eşiğinden içeriye attı mı, o anda âdeta bir hiç oluverirdi.
Saray protokolü icabı fevkalâde hürmetkârane karşılanır, kub-bealttna sânına lâyık izzetle götürülür, orada toplanan Divânı Hümâyûnda riyaset makamına oturur, Divânın sair âzasiyle beraber Padişah adına koca bir İmparatorluğun mukadderatma müteallik emirler verirdi. Fakat her an kendisini Hükümdarının pençesinde hissederdi.
Pâdişâh: «.Kaldırın şunu!» dedi mi, o sonsuz salâhiyetti makamından kaldırılır, koynun-dan Sadâret alâmeti, tılsımı olan ve al atlastan bir kese içinde bulunan «mührü hümâyûn» alınır ve cel ât kemendi boynuna geçiriverirdi.
Kimse «niçin?» diye soramazdı. İnsanı ne doğruluk, ne sadâkat, ne iffet, ne namus, ne hizmet, ne celâdet, ne vekar ve asalet, hiçbir kıymet ve fazi-let kurtaramazdı. Sadırâzamı başta bulunduğu için misal olarak aldım. Orta Kapudan içeriye giren diğer devlet erkânı için de hal aynıdır, bir saç teline bağ”