Roman (Yabancı)

Tutulma

Seattle bir dizi gizemli cinayetle çalkalanırken ve hain bir vampir intikam peşinde koşarken, Bella yine kendisini tehlikenin tam ortasında bulur. Bütün bunların arasında, bir de Edward’a duyduğu aşk ve Jacob’la olan arkadaşlığı arasında seçim yapmak zorunda kalır. Vereceği kararın, vampirler ve kurt adamlar arasında yıllardır süregelen mücadeleyi körükleyeceğinin de farkındadır. Mezuniyet günü hızla yaklaşırken Bella’nın vermesi gereken bir karar daha vardır: hayat ya da ölüm. Ama artık onun için bu iki kavram birbirine karışmıştır.

Alacakaranlık ve Yeniay’ın büyüsüne kapılan okurlar, Stephenie Meyer’in bir vampir aşk efsanesi olan serisinin heyecanla beklenen üçüncü kitabı Tutulma’yı, hevesle bir çırpıda okuyup bitirecekler.

***

1. ÜLTİMATOM

Bella,

Neden sanki ikinci sınıftaymışız gibi, Charlie vasıtasıyla Billy’ye notlar yolladığını anlamıyorum. Eğer seninle konuşmak isteseydim

Sen tercihini yaptın, değil mi? İkisine de aynı anda sahip olamazsın,

“Can düşmanı” lafının hangi kısmını anlamakta güçlük çekiyorsun

Bak, pisliğin teki olduğumu biliyorum ama bunun başka bir yolu yok

Arkadaş olmamızın imkânı yok çünkü sen zamanını bir avuç

Seni düşünmek her şeyi daha da zor hale getiriyor, bu yüzden bir daha yazma

Evet, ben de seni özledim. Hem de çok. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Üzgünüm.

Jacob

Parmaklarımı kâğıdın üzerinde gezdirdim, neredeyse kâğıdı delercesine arkasında bıraktığı girintilere dokundum. Mektubu yazarkenki halini düşünmeye çalıştım. Kötü el yazısıyla bu öfke dolu mektubu nasıl yazdığını, yazdıkları ona yanlış geldikçe satırların üzerini tek tek çizdiğini hayal ettim. Belki de kalem kocaman ellerinde ikiye ayrılmıştı, hem bu mektuptaki mürekkep damlalarını da açıklıyordu. Siyah kaşlarının üzüntüyle bir araya geldiğini ve alnının kırıştığını hayal edebiliyordum. Eğer orada olsaydım, muhtemelen bu haline gülerdim. Kendini bu kadar sıkma Jacob, derdim ona. Söyle gitsin.

Aslında, mektubu defalarca okuyup yazdığı bütün kelimeleri aklıma kazıdığımdan, gülmek yapacağım en son şeydi. Onun da dediği gibi, ikinci sınıf öğrencilerinin yapacağı türden bir şey yaparak Charlie vasıtasıyla Billy’ye oradan da nihayet ona ulaşan özür notuma verdiği bu cevap hiç de şaşırtıcı olmamıştı.

Daha mektubu açmadan ne yazdığını tahmin etmiştim.

Asıl şaşırtıcı olan şey, üzeri çizilmiş satırların beni bu kadar yaralamış olmasıydı. Daha da önemlisi, her birinin öfkeyle başlamasına rağmen derinlerinde büyük bir keder saklıyor olmalarıydı; Jacob’ın çektiği acı, beni kendi çektiğim acıdan daha çok yaralamıştı.

Oturmuş bunları düşünürken, burnuma mutfaktan bir yanık kokusu geldi. Herhalde, benden başka kimse, evlerinde yemek pişirildiğinde benim kadar panik yapmazdı.

Hemen buruşmuş kâğıdı arka cebime koydum ve zaman kaybetmeden alt kata koştum.

Charlie’nin mikrodalga fırına koyduğu bir kavanoz makarna sosu mikrodalga fırının içerisine takılıp kalmıştı, kapağını açtım ve onu çıkardım.

“Neyi yanlış yaptım?” diye sordu Charlie.

“Önce kapağını açıp çıkarmalıydın, baba. Metal şeyler mikrodalga için uygun değil.” Hemen kapağını açtım, sosun bir kısmını kâseye boşalttım ve fırına koydum. Fırının zamanını ayarladıktan sonra, kavanozu tekrar buzdolabına koydum.

Charlie dudağını bükmüş beni izliyordu. “Doğru düzgün bir makarna yiyebilecek miyim?”

Kokunun kaynağını fark edince ocağın üzerindeki tavaya baktım. “Biraz karıştırmanın yardımı dokunur,” dedim kibarca. Bir kaşık aldım ve sıcak su ekleyerek lapa haline gelmiş yığını sulandırmaya çalıştım.

Charlie iç geçirdi.

“Peki tüm bunlar ne için?” diye sordum.

Kollarını göğsünde kavuşturmuş, yağmur damlalarının vurduğu arka pencereden hiddetle dışarıya bakıyordu. “Neden bahsettiğini bilmiyorum,” diye söylendi.

Şaşırmıştım. Charlie yemek mi yapıyordu? Bu haşin tavır da neyin nesiydi? Üstelik Edward bile burada değilken; bu tip davranışları genellikle sevgilime saklardı, “hoş karşılanmadığını” göstermek için elinden geleni ardına koymazdı. Fakat Charlie’nin bu çabası gereksizdi, Edward, Charlie belli etmese bile, hakkında ne düşündüğünü biliyordu.

Sevgili kelimesi, tanıdık bir hissin ortaya çıkmasına neden oldu. Tek sorun doğru kelime olmamasıydı. Sonsuz bir bağlanışı ifade edecek başka bir deyişe ihtiyacım vardı… Fakat günlük konuşmalarda, kader ve alınyazısı gibi kelimeleri kullanmak kulağa eski moda geliyordu.

Edward’ın aklında ise, bu hissettiğim tuhaf duygunun da kaynağı olan başka bir kelime vardı. Bu kelimenin düşüncesi bile beni rahatsız ediyordu.

Nişanlı, Iyy. Tüylerimi ürperten bu düşünceyi hemen aklımdan uzaklaştırdım.

“Ben bir şey mi kaçırdım? Ne zamandan beri yemek yapıyorsun?” diye sordum Charlie’ye. Kaynayan sudaki makarnayı karıştırıyordum. “Ya da deniyorsun, demeliydim.”

Charlie umarsızca omuz silkti. “Kendi evimde yemek yapamayacağıma dair bir kural mı var?”

“Biliyor olmalıydın,” dedim gülümseyerek, bir yandan da ceketine iliştirdiği rozete bakıyordum.

“Güzel espriydi.” Sanki ben hatırlatmışım gibi, ceketini çıkardı ve diğer teçhizatlarıyla birlikte askıya astı. Silahı da askıda duruyordu, son birkaç haftadır yanına alma gereği duymamıştı. Washington’ın küçük bir kasabası olan Forks’ta, artık birdenbire ortadan kaybolmalar, orda burada görülen devler ve ormanda meydana çıkan gizemli kurtlar yoktu…

Makarnayı sessizce karıştırırken Charlie’yi neyin bu kadar rahatsız ettiğini anlamaya çalışıyordum. Babam kelimelerle arası çok da iyi olan biri değildir, bu yüzden de, eğer benimle oturup yemek yemeyi planladıysa, aklında her zamankinden farklı bir şeyler olduğu kesindi.

Sık sık saate bakıyordum, bunu son günlerde alışkanlık haline getirmiştim. Gitmeme yarım saat kalmıştı.

Günün en zor kısmı öğleden sonralarıydı. En iyi arkadaşım Jacob Black (kurt adam) motosiklete bindiğimi ispiyonladığından beri, erkek arkadaşım Edward Cullen (vampir) ile vakit geçiremiyordum. Yaptığı bu hainlik yüzünden eve hapsedilmiş, babamın denetimi ve aksi bakışları altında yaşamaya mahkûm edilmiştim.

Yine de, bu gerginlik, daha evvel hiçbir açıklama yapmadan üç gün ortadan kaybolmuş olmama verilen karşılığa kıyasla daha kolay bir süreçti.

Elbette, Charlie bu konuda bir şey yapamayacağından Edward’ı okulda görüyordum. Hem sonra, Edward neredeyse her geceyi benim odamda geçiriyordu ve Charlie bunun farkına bile varmıyordu. Edward’in sessizce ve kolayca pencereme tırmanabilme yeteneği, bizim için, en az Charlie’nin aklını okuyabilme yeteneği kadar kullanışlı oluyordu.

Öğleden sonraları, Edward’dan en uzak kaldığım zamanlardı ve bu beni oldukça rahatsız ediyor, saatler adeta geçmek bilmiyordu. Fakat cezamla ilgili tek kelime etmiyordum. Bunun iki sebebi vardı; birincisi bunu hak etmiş olmam, ikincisi de evden ayrılarak babama acı verme fikrine dayanamamamdı. Tamamen gitmek yerine Charlie için görünmez biri olmayı tercih ediyordum.

Babam, elinde ıslanmış bir gazeteyle homurdanarak masaya oturdu ve birkaç saniye sonra gazetedeki bir haberi onaylamadığını belli eden bir yorumda bulundu.

“Haberleri neden okuduğunu bilmiyorum, baba. Seni kızdırmaktan başka bir işe yaramıyorlar.”

Beni duymazlıktan geldi ve söylenmeye devam etti. “İşte insanların küçük kasabalarda yaşamasının sebebi bu! Gülünç.”

“Büyük şehirlerin ne suçu var?”

“Seattle adeta cinayet başkenti olmak için yarışıyor. Son iki haftada çözülmemiş beş cinayet vakası oldu. Böyle bir şehirde yaşadığını hayal edebiliyor musun?”

“Bence Phoenix, cinayet vakalarında daha üst sıralardadır baba. Orada bununla yaşayabilmiştim.” Ve bir cinayete kurban gitmeye, onun bu küçük güvenli kasabasına gelene kadar asla böylesine yaklaşmamıştım. Aslında hâlâ ölüm listesinde yer alıyordum… Kaşığı tutan elim birden titreyince içindeki sıvı da titreşti.

Yemeği bekletmekten vazgeçtim ve servis etmeye karar verdim. Spagettiyi et çatalıyla ayırmak zorunda kaldım. Yemeği tabaklarımıza bölüştürürken, Charlie, mahcup bir ifadeyle beni izliyordu. Sonra, kendi makarnasını sosa buladı. Bense, kendi tabağımı, onun sergilediği coşkudan uzak bir şekilde, önüme koydum. Bir süre sessizce yemeklerimizi yedik. Charlie haberlere göz atmaya devam ederken ben de, evde eskimiş bir kopyasını bulduğum Uğultulu Tepeler‘i, sabah kaldığım yerden okumaya devam ettim. Konuşmasını beklerken kendimi on dokuzuncu yüzyılın İngiltere’sinde kaybetmeyi denedim.

Tam Heathcliff’in döndüğü kısma gelmiştim ki, Charlie boğazını temizledi ve gazetesini kenara fırlattı.

“Haklıydın,” dedi Charlie. “Bunu yapmamın bir nedeni vardı.” Sosla kaplanmış çatalını bana doğru sallıyordu. “Seninle konuşmak istiyordum.”

Kitaptan gözümü ayırıp neredeyse parçalanacak olan kitabı masaya bıraktım. “Sadece sorabilirdin.”

Başını salladı, kaşları çatılmıştı. “Evet, bir dahaki sefere böyle yaparım. Yemek yapmanın seni yumuşatacağını düşünmüştüm.”

Güldüm. “İşe yaradı, yemek yapma yeteneğin beni yağ gibi eritti. Ne oldu, baba?”

“Pekâlâ, bu Jacob ile ilgili.”

Yüzümün ifadesinin sertleştiğini hissettim. “Ne olmuş ona?” diye sordum soğuk bir ses tonuyla.

“Sakin ol, Bells. Biliyorum, seni ispiyonladığı için hâlâ kızgınsın ama o doğru olanı yaptı. Sorumlu davrandı.”

“Sorumlu,” diye tekrarladım alay edercesine ve gözlerimi devirdim.”Pekâlâ, ne olmuş Jacob’a?”

Bu soru kayıtsızca zihnimde yankılanıyordu. Ne olmuş Jacob’a? Onun için ne yapabilirdim? Eski en iyi arkadaşım şimdi neyim olmuştu… Ne? Düşmanım mı? Korkmuştum.

Charlie’nin yüzünde birden ihtiyatlı bir ifade belirdi. “Bana kızmak yok, oldu mu?”

“Kızmak?”

“Bu Edward’la da ilgili.”

Gözlerimi kısmış ona bakıyordum.

Charlie’nin sesi huysuz bir şekilde çıkmıştı. “Onun eve girmesine izin veriyorum, değil mi?”

“Evet veriyorsun,” diye kabul ettim. “Belirli bir zaman için. Tabii ki, evden belirli bir zaman için çıkmama da izin veriyorsun.” Konuşmaya şakayla devam ettim; okul dönemi boyunca mahkûm hayatı yaşayacağımı biliyordum. “Son zamanlarda oldukça iyiyim.”

“Pekâlâ, ben de bu yüzden bir şeyler yapmaya…” Ve Charlie beklemediğim bir şekilde gülümsedi, gözleri neredeyse görünmüyordu. Bir an, neredeyse yirmi yaş gençleşmişti.

O gülümsemede, soluk da olsa bir ışık görünce yavaşça üzerine gittim. “Kafam karıştı baba. Biz Jacob’tan mı, Edward’dan mı yoksa cezalı olmamdan mı bahsediyoruz?”

Tekrar gülümsedi. “Üçünden de.”

“Öyleyse bu üçünün birbiriyle ne ilgisi var?” diye sordum merakla.

“Pekâlâ,” dedi ve iç geçirdi, sonra da, sanki teslim oluyormuşçasına ellerini havaya kaldırdı.

“Sergilediğin iyi halden dolayı erken tahliye edilmeni düşünüyordum. Bir genç olarak, şaşırtıcı biçimde hiç sızlanmadın.”

Sesim heyecanımdan dolayı yüksek çıkmıştı. “Gerçekten mi? Özgür müyüm?”

Bu da nereden çıkmıştı? En iyi ihtimalle taşınana kadar ev hapsinde kalacağımı düşünmüştüm ve Edward, Charlie’nin düşüncelerinde böyle bir şeye rastlamamıştı…

Charlie bir parmağını havaya kaldırdı. “Şartlı olarak ama.”

Tüm hevesim bir anda yok oldu. “Harika,” diye inledim.

“Bella, bu bir istekten çok rica, tamam mı? Özgürsün. Fakat umarım bu özgürlüğü…akıllıca kullanırsın.”

“Bu da ne demek şimdi?”

Tekrar iç geçirdi. “Tüm vaktini Edward ile geçirmekten büyük zevk alacağını biliyorum…”

“Alice’le de vakit geçiriyorum,” diye araya girdim. Edward’ın kız kardeşinin ziyaret saatleri yoktu. İstediği gibi gelir ve giderdi. Onu görünce Charlie kolayca yola gelirdi.

“Bu doğru,” dedi Charlie. “Fakat senin Cullen ailesi dışında da arkadaşların var Bella, ya da vardı demeliydim.”

Uzun bir süre birbirimizin gözlerine baktık.

“En son ne zaman Angela Webber ile konuştun?” dedi birdenbire.

“Cuma öğle yemeğinde,” diye cevap verdim hemen.

Edward geri dönmeden önce okul ikiye bölünmüştü. Bu iki grubu iyiler ve kötüler diye ayırmaktan zevk alıyordum. Biz ve onlar olmuştuk. İyiler arasında Angela, onun erkek arkadaşı Ben Cheney ve Mike Newton vardı. Üçü de, Edward gittikten sonra yaptığım çılgınlıkları büyük bir cömertlikle atfetmişlerdi. Lauren Mallory ise diğerlerinin tam merkezindeki kişiydi ve çevresinde de geri kalanlar vardı. Hatta, Forks’a geldiğim zaman arkadaş olduğum ilk kişi olan Jessica Stanley de bu anti-Bella grubunda yer alıyordu.

Edward’in okula geri dönmesiyle, bu iki grup arasındaki uçurum iyice belirgin hale gelmişti. Edward geri döndüğünde, Mike ile olan sıkı dostluğu devam etmişti. Angela da şaşmaz bir sadakate sahipti ve erkek arkadaşı Ben de onun gibi davranmıştı. İnsanların Cullen ailesine duyduğu derin tiksintiye rağmen Angela her öğle yemeğinde aşılmaz bir görev bilinciyle Alice’in yanına oturmuştu. Birkaç haftanın sonunda Angela daha rahat görünmeye başlamıştı. Bir Cullen’ın cazibesine kapılmamak oldukça zordu.

“Ya okul dışında?” diye sordu Charlie, ilgimi yeniden konuya çekmek istiyordu.

“Okul dışında hiç kimseyi görmüyorum, baba. Cezalıyım, hatırlıyorsun, değil mi? Hem Angela’nın bir erkek arkadaşı var. Her zaman onunla birlikte. Eğer özgür olsaydım,” sesime kuşkulu bir ton ekleyip, “belki çift olarak takılabilirdik,” dedim.

“Tamam. Ama o zaman…” Bir an için tereddüt etti. “Sen ve Jack bir zamanlar beraber takılırdınız ama şimdi…”

Sözünü kestim. “Nereye varmaya çalışıyorsun baba? Şartın nedir, yani tam olarak?”

“Erkek arkadaşın için diğer tüm arkadaşlarını bir kenara atmaman gerektiğini düşünüyorum, Bella.” Sesi oldukça sert çıkmıştı. “Bu doğru değil ve başka insanlarla vakit geçirerek hayatını daha iyi dengede tutabileceğini düşünüyorum. Geçen eylül ayında olanlar…”

Ürkmüştüm.

“Pekâlâ,” dedi geri adım atarak. “Eğer Edward Cullen dışında da bir hayatın olsaydı, her şey daha farklı olabilirdi.”

“Kesinlikle aynı da olabilirdi,” diye mırıldandım.

“Belki öyle, belki de değil.”

“Varmaya çalıştığın nokta?” diye hatırlattım ona.

“Bu yeni özgürlüğünü diğer arkadaşlarını görmek için de kullan. Ve dengeyi koru.”

Başımı yavaşça salladım. “Denge iyidir. Yani doldurmam gereken bir kotam mı olacak?”

Somurttu ve hayır dercesine başını salladı. “Bunu daha karmaşık bir hale getirmek istemiyorum. Sadece arkadaşlarını unutma…”

Bu zaten çözmeye çalıştığım bir açmazdı. Arkadaşlarımı, kendi güvenlikleri için, mezun olana kadar görmek istemiyordum.

Yapılabilecek en doğru hareket neydi peki? Onlarla olabildiğince çok mu vakit geçirmek? Yoksa kademeli olarak onlardan uzaklaşmak mı? İkincisi canımı sıkmıştı.

Ben bunları düşünmeye dalmışken Charlie ekledi, “… özellikle de Jacob ile.”

Bu daha da büyük bir açmazdı. Doğru kelimeleri bulmam zaman aldı. “Jacob biraz…zor olabilir.”

“Blackler neredeyse aileden sayılır, Bella,” dedi, sesi gene sert ve babacandı. “Ve Jacob da, senin için çok ama çok iyi bir arkadaştı.”

“Biliyorum.”

“Onu özlemiyor musun?” diye sordu Charlie öfkeli bir sesle.

Boğazımda aniden bir şey düğümlendiğini hissettim. Cevap vermeden önce boğazımı iki kez temizlemek zorunda kaldım. “Evet, özledim,” diye cevap verdim, yere bakıyordum. “Çok özledim.”

“Öyleyse neden bu kadar zor?”

Bu özgürce anlatabileceğim bir şey değildi. Çevremizde var olan, gizli dünyadaki tüm o mitolojik yaratıkları ve canavarları bilmek, ben ve Charlie gibi normal insanlar için koyulmuş kurallara aykırıydı….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Notre Dame’ın Kamburu

Editor

Soğuk Büyü

Editor

Vahşi Adalet – WILBUR SMITH

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası