Sovyetler döneminin önde gelen yazarlarından Mihail Bulgakov’un, ölümünden 26 yıl sonra yayınlanan bu dev romanı, yirminci yüzyıl edebiyatının başyapıtlarından. İlk yayınlandığında, sansüre uğrayarak kitaptan çıkartılan 80 sayfayı da içeren bu çeviriyi yeniden elden geçirdikten sonra yayınlıyoruz. ’30’lu yılların Moskova’sında İsa’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışan iki yazarın yanına, gelecei okuma yetisine sahip biri yanaşır. Yazarların da geleceklerini okuyan yabancı, birinin yakında öleceğini, öbürünün de delireceğini söyler. Woland adındaki bu yabancı, Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş Şeytan’dan başkası değildir. Gerçekten de, yazarlardan biri kısa bir süre sonra ölür. Delirip akıl hastanesine kapatılan öbür yazar ise, orada Usta ile karşılaşır. Usta’nın İsa’nın çarmıhca gerilmesinde büyük rolü olan vali Pontius Pilatus’la ilgili romanını ve Margarita’ya olan aşkını dinler. Aslında farklı ortamlardaki bütün bu kişileri birbirine bağlayan bir şey vardır elbette. Hepsinde Şeytan’ın parmağını bulabileceğimiz son derece ince bir kurguyla birbirine bağlanmış öykülerden oluşan Usta ile Margarita’nın kahramanı Woland’la yardımcılarının işe karışmasıyla Moskova, fantastik bir karmaşanın içine girer. Bulgakov, keskin kara mizahıyla, Sovyetlerin saat gibi işleyen sistemini parçalar, dağıtır. Yazılışından şunca yıl sonra bile güncelliğini ve tazeliğini koruyan Usta ile Margarita, toplumsal düzenin bir alegorisi.
YAYINCININ NOTU
Usta ve Margarita’yı Bulgakov 1940 yılında tamamladı (üzerinde on iki yıl çalışmıştır), kitap ilk olarak 1966 yılında Sovyetler Birliğinde, kısaltılmış olarak yayınlandı; çıkartılan bölümlerin arasında çok uzun olanlar da vardı. Bu çeviri, yazarın kaleme aldığı tam metindir. Romandan atılmış olan o bölümler, bu kitapta italik olarak belirtilmiştir.
MİHAİL BULGAKOV VE USTA İLE MARGARİTA ÜSTÜNE
Sergey Yermolinski
Kader, Mihail Afanasyeviç Bulgakov’la ilgili kâğıtlarımın, mektupların, yazıların, notlarımın kaybolmasını istedi. Oysa bunlardan bir kitap doğacaktı.
Hastalığın ölüme mahkûm ettiği Bulgakov’un hayatının son günlerinde topladığım biyografik bilgilerin yardımıyla, bu romana, yayınlanırken bir önsöz yazacaktım. Hem şakalaşıyor, hem not alıyorduk. Notlar, Bulgakov’un hayatının en az bilinen bölümüyle ilgiliydi.
“Gençliğimde çok çekingendim,” diyordu. “Hayatımın sonuna kadar da gideremediğim bu kusuru belli etmemeye çalışırdım. 1920’li yıllarda, lisede birlikte okuduğum Kievli bir yazara Moskova’da rastladım. Birbirimize pek yakın değildik; ama doğdukları kenti çok seven bütün Kievliler gibi birbirimizi çok sıcak karşıladık. ‘Sizi çok iyi hatırlıyorum Bulgakov diye bağırdı. ‘Hep elebaşıydınız. Sizden büyüktüm ama bugün bile amansız sözleriniz aklımdan çıkmıyor. Latince öğretmem Suboç’u hatırlıyor musunuz, sizden illallah getirmişti Koca liseyi titretirdiniz. Şimdi sıra Turbin’in Günleri’ne geldi. Daha o zaman Ününüz yayılmıştı sizin.”‘
Bulgakov, bunları anlatırken gülünç bir tavırla omuz silkerdi.
“Bana kalırsa kimseyi ürküttüğüm yoktu. Bağımsızlığımı koruyordum, o kadar. Ama gerçek olan, lise yönetiminin bana hoşgörülü davranmadığıydı. Nedendir bilmem, sakin bir çocuk olan benden, kim bilir neler planladığımı düşünerek kuşkulanırlardı. Üstlerimle, hayatım boyunca anlaşamadım.” (Burada içini çekti.) “Oysa, herkese örnek olmayı isteyen bir çocuktum…”
1918’da Kiev Üniversitesi’nde tıp öğrenimini bitirdi. Ardından Smolensk yöresinde Nikolskoye Köyü’ne gitti. Aşağı yukarı bir buçuk yıl boyunca doktor olarak zemstvo’da çalıştı. Genç Bir Doktorun Mektupları adlı öyküleri o çağın izlenimlerini taşır.
İşini ciddiye alıyordu. Hayatı boyunca tıp bilimine de, doktorlara da büyük saygı duymuştu. Ama henüz çok genç olduğundan ve gezmek, çok şey görmek isteğiyle yanıp tutuştuğu için yerinde duramıyordu. Yola çıktı. Nereye gittiği değil, her şeye boş verip yola düşmekti onun için önemli olan. Bütün değerlerin yok edildiği bir çağdı o çağ. Bulgakov genç sayılmazdı, aşağı yukarı otuz yaşlarındaydı; az da olsa, bir doktorluk deneyimi edinmişti. İyi kötü kurulu bir düzeni de vardı, öyleyse neydi yapmak istediği? Yazar olmaya ilişkin olağanüstü tutku onda nasıl gelişti, olgunlaştı? Yazarlığı iyice kafasına koymuştu. Durmadan yer değiştirmeye başladı. 1920’de Kafkasya’daydı.
Hayatının bu dönemini anlatırken, ilk tiyatro yazarlığı denemelerinden gülerek söz ederdi. Siyasal eğilimli oyunlarından bazıları Vladikafkas Tiyatrosu’nda oynanmıştı.
“Çarka kapıldım ve ondan kendimi hiç kurtaramadım.”
O çağlarda yazdığı oyunlar ortada yoktu, hiçbirini saklamamıştı, onlardan sanki yaratıcılık zevkini elinden büsbütün alacaklarmış gibi söz ederdi.
Tiflis’te Osip Mandelstam’la tanıştı. Mandelstam, yoksulluk, bağımsızlık ve coşkun bir kayıtsızlık içinde yaşıyordu. Bulgakov’un hatırladığı, saygı duyduğu da onun bu kayıtsızlığıydı. O güne kadar Mandelstam’ın tek şiirini okumamıştı, ne biliyordu ne Trotiu’i. İlk kez duyduğunda çok etkilendi.
Ama şairin dizelerini okurken tumturaklı bir sesle her sözün üstüne basışı hoşuna gitmedi. Güleceği geliyor, tedirgin oluyordu.
Vladikafkas ta. Batum’da bölge gazetelerinde çalıştı, hiçbirinde kök salamadı. 1920’de Moskova’ya geldi. Gudok’taki görev, onu Valentin Katayev ve Petrov, Yuri Olyeşa gibi yazarlara yaklaştırdı. Ben, Mihail Afanasyeviç’i sonraları, 1930 yıllarına doğru tanıdım. Daha önce başından geçenleri de, anlattıklarından biliyorum.
Gerçekleri değiştirmekten korkuyorum. Belleğim ne denli gerçeğe sadık olursa olsun, notlarımı ve konuşma biçimini, ses tonunu (özellikle ilginç bir yanıydı bu) toparlayamıyor, bu nedenle genel bir anlatıma gidiyorum. Hem peşinen söyleyeyim: Bulgakov’un biyografisini yazmıyorum ben, yapıtları üzerine bir deneme çiziktirdiğim de yok. Burada ortaya koyduklarım Bulgakov’un hayatı, dolayısıyla Sovyet edebiyatı, bu edebiyatın şaşırtıcı tarihinin trajik ve güzel anları üzerine düşüncelerdir.
Yapıtlarında Bulgakov’u yöneten, hayatın kendi soluğundan başka bir şey değildi. O hayata kayıtsız bir gözle değil, coşkuyla bakıyor, ona katılıyordu. “Yazar olarak, içtenliğini bir gün bile yitirmedi. İçtenliği, ilkeden yoksunluk, uşaklık eğilimi, namussuzluk ve utanmazca bir ikiyüzlülükle karşılaştığında amansızlaşıyordu. “Yalnız yapıtlarında değil, hayatında da, başkalarıyla ilişkilerinde de, şen ve alaycı biriydi. Öykü uydurup anlatma yeteneği büyüktü. Şakalarının hepsinde kendini daha dolaysız, daha doğrudan ifade etmeye yönelik bir istek sezilirdi. Bulgakov, Herzen’in şu sözlerini rahatlıkla benimseyebilirdi: “Kahrolsun eğretilemeler, üstü kapalı sözler. Özgür insanlarız, köle değil; gerçeği masal kılığına sokmaya ihtiyacımız yok!”
Sözlerinde iyi niyetten başka şey yoktu; ne var ki hep tersinden kuşkulanıldı. Devrimden söz ediyor, devrimin dertlerini ve getirdiği sefaleti hissediyor, bir mizah yazarı olarak sarsılan hayatın tüyler ürpertici görünüşünü anlatıyor, gülünç ve iğrenç yanlarım dile getiriyordu. Ülkesinden kaçanların yaşadıkları trajik sapmaları, kötü sonları kendi oğullarının derdi gibi anlamaya çalışarak iç savaştan ve Rus aydınlarından söz ediyor, ama ülkesinin ahlak gücüne ve geleceğine inanıyordu… Oysa herkes, Beyazlan savunduğunu, onları yücelttiğini söylüyordu. O ise, ikiyüzlülükle savaşan yaratıcının yazgısından, iktidarın uşaklarına özgü kötülükten söz ediyordu. “Yine Herzen’e göre bu ikiyüzlülük, “düşmanı her ne pahasına olursa olsun eleştirerek, olmazsa hafiyelik yaparak yıkma” amacım güdüyordu. Sovyet edebiyatına çamur sıçrattığı söyleniyordu. Nihayet, edebiyatın kafası işleyen memurları, Bulgakov dan uzaklaşmakla kalmadılar, çevresinde soluk alıp vermesini zorlaştıran bir sıkıntı da yarattılar, Bulgakov’u tiyatro kurtardı. Hayatı boyunca tiyatroyla ilikilerini koparmamaya çalıştı. Oyunlarının oynanmadığı sıralar bile, yönetmen yardımcısı ya da oyuncu olarak başkalarının yapıtlarının yaratılmasına yardım etti. (Moskova Sanat Tiyatrosunda, Dickensten alınan Mr. Pickvoick’in Kulübü adlı oyunda yargıç rolündeydi.)
Bir yandan da, cıvıl cıvıl yazı işleri odaları, hazırlanmasına katılacağı, sayfa düzenine yardım edeceği, yazılarını okuyacağı, basımevi mürekkebinin kokusunu duyabileceği bir gazete düşlüyordu… Ama boşuna. Gençliğinde, gerek Gudofc’ta çalışırken, gerekse Niedra Yayınevi’nde görevliyken, kısa bir süre böyle ortamlarda bulunmuştu. Tiyatroya duyduğu bütün bağlılığa karşın prova yapılırken kararan salon, kulisten içeriye bir göz atmanın, bir oyunun ortaklaşa yaratılmasına katılmanın verdiği heyecan, ansızm dayanılmaz bir yoğunlukla çınlayan kendi sözlerinin halkın karşısında doğuşu, bütün bu güzel şeyler edebiyatın, acılarının, hayatının yerini tutamazdı…
Tiyatroya girişi patırtılı oldu. Alaycı öykülerine (Yazgının Yumurtaları, Diayolia) herkes kulak kabarttı. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunu Turbin’in Günleri sonu gelmez tartışmalara yol açtı. O sıralar daha tanımıyordum onu.
İlk kez 1926 yılında, biyubov Yarovaya ve Turbin’in Günleri adlı oyunlar konusunda yapılan bir açıkoturum sırasında gördüm Bulgakov’u. O günlerde bu iki oyun sık sık karşılaştırılırdı. Açıkoturum, Meyerhold Tiyatrosu’ndaydı. Katılımcılardan biri olan eleştirmen O…, Bulgakov’a amansızca saldırdı. Onun konuşmasından sonra sahnede, sinirli, heyecanlı, sarışın bir adam göründü. Kolunu eleştirmene doğru uzatıp, “Sonunda sizi gördüğüme çok sevindim!” diye bağırdı. “Sonunda gördüm sizi! Benim hakkımda rasgele söylenen her yalanı dinlemek zorunda mıyım? Bütün bu sözler binlerce kişi tarafından tekrarlanıyor, ben susmak zorundayım, kendimi savunamıyorum! Bu, bir duruşma bile değil! Bana söz hakkı verilmiyor! Nedir peki ortada dönen? Benim seyircilerim var, yargıçlarım da onlar; siz değilsiniz. Oysa beni yargılıyorsunuz. Yazdıklarınız bütün ülkede okunuyor… Benim oyunumu ise Moskova’da bir tek tiyatroda görebilmek mümkün. Oyunumu görmeyenler sizin yazdığınız gibi düşünüyor. Sizse, yalandan başka şey yazmıyorsunuz Benim düşüncelerimi saptırıyor, yazılarımın anlamım değiştiriyorsunuz! Ama sizi sonunda gördüm; bir kereliğine de okaye benzediğimizi gördüm. Hiç olmazsa bunun için size teşekkür eder, sizi yerlere kadar eğilerek selamlarım. Sağ olun!*’
Eliyle selam verdikten sonra, yine sinirli ve heyecanlı, yanaldan al al, kayboldu. Salona büyük bir sessizlik çöktü. Hiç kimse alkışlamadı. Hiç kimse tepki göstermedi. Kimse o tuhaf sessizliği bozmaya cesaret edemedi…
O gün bana, uzun kollu ve bacaklı, birden boy atmış genç çocuklar gibi hafif kambur, iriyarı bir adam gibi görünmüştü.
Bu açıkoturumdan ancak birkaç yıl sonra onunla tanıştım.
Bolşoya Pirogovska Sokağı’nda, bir kiralık dairede oturuyordu. Evi pek az ışık alıyordu, alçak pencereler kaldırıma bakıyordu. Küçük yemek odasından üç basamakla, beyaz ahşap rafları olan, ciltsiz kitaplar ve dergilerle dolu çalışma odasına çıkılıyordu. Kızıl tüylü köpeği Buton içeride dolaşıyor, gelenleri kuyruğuyla selamlıyordu. Her çeşit insan, sohbet etmek için onun evine gelirdi. Sık sık Tiflisli bir genç kızla buluşurduk orada (bu eve ilk olarak onun için gelmiştim). Ortalık epey karışıktı; çoğunlukla bohem, bazen de yorucu ve teklifsiz bir hava eserdi içeride.
Bulgakov, kalabalık arttı mı çalışma odasına çekilir, robdöşambını giyer, kitaplarını karıştırmaya, yazılarım yazmaya koyulurdu. Kalın perdelerin ardından, yakından geçen tramvayların gürültüsü gelir, yemek odasından yükselen sesler duyulurdu. O sırada Moliere adlı bir oyun ve bir roman üzerine çalışmaya başlamıştı. Sonradan Usta ile Margarita adıyla yayınlanacak romanının da ilk bölümlerini yazmıştı.
Çevresinde olup bitenlerden birden kopuyor, her şeye yabancılaşıyordu. Evine gelenlerin gerçek dostları değil, bir rastlantı sonucu orada l ulunan kişiler olmasının da önemi yoktu. Hayatı çok hareketliydi, gözde yazarlardan biriydi artık. Basının saldırılan ününü artırıyor, ona yönelen ilgiyi kışkırtıyordu. Kafası bir yığın yenilikle doluydu. Türbinin Günleri’nin gördüğü ilgi giderek arttı. Oyun, içtenliği, kahramanların insancıl yanı ve duyguların derinliğiyle, seyircileri etkiliyordu. O zamanlar sık görülen şişirme oyunlardan çok farklıydı. Oyuna gösterilen ilginin nedeni yalnız bu da değildi. Moskovalı aydınlar devrim öncesindeki gibi Sanat Tiyatrosu’nu kendi tiyatroları sayıyorlardı. Turbin’in Günleri’ni seyredenler arasında, kaderi oyun kahramanlarının kaderine benzeyen pek çok kişi vardı. Gösteri şaş…