Roman (Yerli)

Uzaklarda Üç Mevsim

uzaklarda-uc-mevsim-sema-bekmez-yakin-plan-yayinlariYaşlı doktorun geçmişindeki büyük sır; beklenmedik bir rastlantı ile yeniden hayatını etkilemiş, ruhunu tutsak eden anılarını tekrar canlandırmıştır.

İşte yine aynı kadın, bütün canlılığı ile karşısında duruyordu. Tıpkı geçmişten çıkıp gelmiş bir hayal gibiydi. Aynı ifadeyi, aynı inceliği belirgin bir şekilde üzerinde taşıyordu. Ona bakarken, bir ara zaman kavramını yitirdiğini hissetti. Heyecanla; “Neler oluyor?” diye düşündü. “Hayat bana nasıl bir oyun oynuyor?”

Sema Bekmez’in kaleminden, bir solukta okunacak bir roman.

***

1. BÖLÜM

2000 yılının başlangıcı dünyanın pek çok şehrinde olduğu gibi İstanbul’da da büyük şenliklerle kutlanıyordu, işte o hep konuşu­lan; bilgisayarları çökerteceği ya da felaketlere yol açacağı söylenen meşhur yıl, sonunda gelmişti. Üstelik görünüşe bakılırsa üzerine onca anlam yüklenen bu önemli günün yeni bir yüzyılı başlatmak dışında, diğerlerinden fazla bir farkı yoktu.

Emekli bir doktor olan Ali İhsan Bey yetmiş yaşına ermiş, hatta yetmişini birkaç yıl da geçmişti. Bir zamanlar bu tarihe ulaşmak ona hoş bir hayal gibi görünüyordu. Meslektaşları arasında stres yüzünden ömür ortalamalarının kısaldığı şeklinde yaygın bir kanı varken böyle düşünmesi bir anlamda normaldi. O her zaman karı­sının kendisinden daha sağlıklı olduğuna inanmış, ölümünden son­ra tek başına kalıp üzüleceği konusunda kaygılar duymuştu. Fakat garip bir dünyaydı bu. Kimin ne zaman gideceği hiç belli olmuyor­du. Üç yıl önce bir hastalık yüzünden aniden karısını kaybetmişti. Kendisi ise hâlâ hayattaydı. Uzun yıllar zor bir mesleği sürdürerek fazlasıyla yıpranmış olsa da inatla hâlâ yaşamaya devam ediyordu.

Muayenehanesini oğluna devrettiğinden beri yılın büyük bir bö­lümünü sayfiyedeki yazlık evinde geçiriyordu. Havalar soğumaya başlayınca hafif bir soğuk algınlığı yüzünden endişelenip ilk defe kış başlamadan İstanbul’daki eve döndü. Emektar bahçıvanı ve ka­rısı Ali Ihsan Bey’in erken dönmesine çok sevindiler. Kan koca, bah­çe içindeki bu büyük evin bütün sorumluluğunu üstlenmişlerdi. Alt katta mutfağa bitişik olarak yapılmış, iki oda ve bir banyo onlara aitti.

Çocuklarını büyütüp evlendirmişler, yaşlı doktora sadakatle hizmet etmek dışında bir dertleri kalmamıştı. Yılbaşı gecesinde onun evde yalnız kalacağını öğrenince salona güzel bir masa hazırladılar. Son­ra da sessizce kendi evlerine çekildiler.

Ali Ihsan Bey o akşam yakın dostlarının bütün ısrarlarını geri çe­virmiş, sırt ağrılarını bahane ederek evinde tek başına olmayı ter­cih etmişti. Yetişkin iki oğlundan büyük olanı uzun zamandır yurt dışındaydı. Diğeri, kendisi gibi doktorluğu seçmiş, gurur verici bir biçimde mesleğinde başarıyla ilerleyip adım yavaş yavaş duyur­maya başlamıştı. Ne var ki işlerinin yoğunluğu yüzünden babasına fazla zaman ayıramıyordu. Küçük oğlu, karısı ve kızıyla birlikte ayrı bir evde yaşıyordu, tki gün önce gelini telefon ederek bir partiye katılacaklarını açıklamıştı. Bu arada nezaket gösterip onu da davet etmişti.

“Siz benim yerime de eğlenin kızım.” dedi. “Bu sene beni mazur görün. Hiç keyfim yok. Yine de düşündüğünüz için sağ olun.”

“Emin misin baba? Sen evde yalnızken eğlenmek içimize sinme­yecek.”

“Merak etmeyin, oyalanacak bir şeyler bulurum. Zaten artık o tarz eğlencelere katlanamıyorum. Erkenden uykum geliyor.”

Böyle söylemişti ama yine de o gece televizyonun karşısına geç­miş ve yıllardır devam eden bir alışkanlığın etkisiyle gece yarısına kadar beklemişti. Saatler on ikiyi gösterirken yaşlı adam oturdu­ğu koltukta hafifçe doğruldu. Aniden içinde bir dilek tutma arzusu uyanmıştı. Bu tarihi görebilmesinin bir nedeni varsa arzusunu ger­çekleştirmesi de son derece doğaldı. Fakat Ali Ihsan Bey bir türlü dileyecek bir şey bulamıyordu.

“Ne tatsız bir yaşam!” diye düşündü. “Dilek yok, ümit edecek bir gelecek yok.”

Öylesine karamsarlaşmıştı ki eğer o anda oturduğu salonun tam ortasında, elinde sihirli sopasıyla bir iyilik perisi belirse ve ona yakında hiç beklemediği bir mucizeyle karşılaşacağını söyleseydi buna inanmaz, gülüp geçerdi. Büyük ihtimalle:

“Haydi canım!” derdi. “Bundan sonra beni şaşırtacak ya da sevin­direcek ne olabilir ki?”

Oysa birkaç ay içinde bu düşüncesi tamamen değişecekti. Üstelik de değişimin nedeni daha önce hiç karşılaşmadığı genç bir kadın olacaktı. Kendisini tuhaf bir şekilde kırk yıl öncesine götürecek es­rarengiz bir kadın.

***

Aynı gece büyük bir otelin eğlence salonunda bir inşaat şirketinin çalışanları, kendileri için ayrılan masada bir araya gelmişlerdi. Şir­ketin hissedarlarından Turgut da karısı Aysel’le birlikte oradaydı. Her zamanki gibi yine yakın dostları Semih ve eşi Filizle yan yana oturuyorlar; neşeli bir hava içinde, bu özel gecenin keyfini çıkarı­yorlardı.

Semih’in babası şirketin en büyük hissedarı ayrıca yönetim ku­rulu başkanıydı. Titizliği ve disiplin anlayışı çevresindekilerde her zaman çekinme duygusu uyandıran, otoriter bir adamdı. 0 akşam aralarında olmaması belki de herkes için daha rahat bir ortam ya­ratmıştı. Hepsi işle ilgili kaygıları bir yana bırakmış, kendilerini tamamen eğlencenin akışına kaptırmışlardı. Sahnedeki sanatçıları izlerken şampanyanın su gibi içildiği masada, ara sıra renkli görün­tüler ve konuşmalar da gerçekleşiyordu. Bu görüntülerden en çok ilgi çeken, Turgut’un iyice kafayı bulup bekâr kızlardan birisini dan­sa kaldırması oldu. Filiz arkadaşına doğru eğilerek:

“Kocana dikkat etsen iyi olacak.” diye onu uyardı. “Son günlerde fazla havalandı. Turgut’un bu kadar değişmesine inanamıyorum. Seni bırakıp şu aptal kızla dans etmesine de…”

Aysel omuzlarını silkti.

“Boş ver, umurumda bile değil. 0 hep böyledir aslında. Üç kadeh­ten sonra ne yaptığını bilmez.”

llgilenmiyormuş gibi göründüğü hâlde yine de için için öfkelen­mişti. Turgut, dansını bitirip oturduğunda, kadehinin yerinde olma­dığını fark etti. Tam yenisini istemeye hazırlanıyordu ki karısının ters bakışlarıyla karşılaştı.

“Yeter artık, daha fazla içmeni istemiyorum.”

“Lütfen hayatım, hiç olmazsa bu gece bana karışma.”

“Devam edersen kalkar giderim. Burada oturup kendini rezil et­meni izlemeye niyetim yok. “

Aysel’in alçak sesle söylediği bu sözleri sadece Filiz duymuştu. Bir bardağa meyve suyu koydu ve kocasına uzattı.

“Bunu dene.” dedi, “içinde alkol yok ama seni yalnız kalma tehli­kesinden korur.”

Turgut yüzünü buruşturarak bardağı alırken karısı göz ucuyla onu süzüyordu. İsrar etmeyip sözünü dinlemesine memnun olmuş­tu fakat yine de bir parça kaygılıydı. Genç, yakışıklı, aynı zamanda mevki sahibi bir adamla evli olmanın değişik zorlukları vardı. Ken­disinin de güzel ya da akıllı olması hatta özgüveninin fazlasıyla yük­sek olması bile, bu zorlukları ortadan kaldırmaya yetmiyordu. Son zamanlarda bulundukları her ortamda başka kadınların kocasıyla gereğinden fazla ilgilendiklerinin farkındaydı. Üstelik Turgut onun bu durumdan rahatsız olmasına hiç aldırmıyordu. Tam tersine, öz­gür davranışlarıyla sanki yangına körükle gider gibi bir hâli vardı. Kızdığı zaman yaptığı savunma ise hep aynıydı:

“Gizlim saklım olsa böyle rahat davranabilir miyim? Boşuna endi­şelenip keyfimizi kaçırıyorsun. Eğer içten pazarlıklı olsaydım suda yürür izimi belli etmezdim.”

Aysel bazen bu sözlere inanıyor; bazen de şüphe içinde, gizli ka­çamakları olabileceğini düşünüp şimdiki gibi kaygılanıyordu. Fakat bütün bunlar yalnızca düşünce boyutunda kalıyordu çünkü kendi­si bugüne kadar kuşkularını doğrulayacak herhangi bir ters olayla karşılaşmamıştı.

0 gece çok geç bir saatte eve döndüler. Kızları Merve ve bakıcısı derin uykudaydı. Aysel kızını kontrol edip üzerini örttükten sonra yatak odasına geçti. Hiç konuşmadan giysilerini değiştirdi ve asık bir yüzle yatağa girdi. Daha sonra da Turgut’un yanına sokulma ça­balarını geri çevirerek arkasını dönüp gözlerini kapattı. Kocasının içki problemine de ara sıra ölçüyü kaçırıp bu geceki gibi saçma­lamasına da alışkındı aslında… Yine de artık ona karşı eskisi gibi sabırlı ve hoşgörülü olamıyordu. Bugüne kadar hep düzeleceğini umut ederek eşinin yaptıklarına göz yummuştu. Belki de bu bir hataydı. Böyle beklenmedik davranışlarla karşılaşmak gün geçtikçe daha çok ağırına gidiyor; içindeki güven duygusunun iyice azalma­sına neden oluyordu.

* * *

Gerçekte Aysel’in şüpheleri de Filiz’in yaptığı uyarı da boşuna de­ğildi. Turgut son bir yıldır kadınlar üzerinde yarattığı etkinin cazi­besine kapılmış, evliliğini bile tehlikeye sokacak hatalar yapmaya başlamıştı. Geçmişte büyük bir aşkla severek evlendiği karısı onun için hâlâ değerliydi. Yıllarca evliliğine sadık kalarak başka kadın­larla ilgilenmemeyi başarmıştı. Sonra yavaş yavaş sadakati sekteye uğramaya başladı. Artık kendiliğinden karşısına çıkan fırsatlara es­kisi gibi kesin tavırlar koymak yerine, tek tük de olsa, bu fırsatları değerlendirdiği zamanlar oluyordu. Her seferinde kısa süren bir suçluluk duygusu yaşıyor ve arkasından, olup bitenleri beyninin bir köşesine itip unutuyordu. Eğer yaptığı kaçamaklardan birisi aniden başına ciddi bir dert açmasaydı belki de bu durum hep böyle devam edip gidecekti.

Yılbaşının hemen sonrası gerginliklerle dolu bir iş günüydü. Tur­gut öğle saatlerinde, uzun ve yorucu bir toplantıdan çıkıp odasına döndüğünde kapının önünde kendisini bekleyen bir kadınla karşı­laştı. Onu görür görmez tanıdı ve gerginliği daha da arttı. Yine de sırf sekreterinin meraklı bakışlarından uzaklaştırmak için rande- vusuz gelen bu sürpriz konuğu odasına kabul etmek zorunda kaldı. Geçen ay Ankara’ya yaptığı iş gezisinde tanışmışlardı. Kaldığı otelin barında içki içtikten sonra geceyi birlikte geçirmişler fakat ertesi günden itibaren birbirlerini hiç görmemişlerdi.

Kadının yüzünde kendinden emin bir gülümseyiş vardı. Pervasız tavırlarla, rahatça bir koltuğa geçip oturdu ve çantasından sigara­sını çıkardı.

“Sakıncası yok değil mi, içebilir miyim?”

“Tabii içebilirsiniz”

“Böyle sizli, bizli mi konuşacağız?”

Turgut sıkıntılı bir sesle sordu:

“Burada ne işiniz var? Beni nasıl buldunuz?”

Kadın hâli gülümsemeye devam ediyordu.

Siz tanınan birisiniz. Kim olduğunuzu sorup öğrenmek hiç zor olmadı. İstanbul’a yolum düşünce uğrayıp hatırınızı sormak iste­dim.”

“Bunun uygun bir davranış olduğunu sanmıyorum.”

Kadının, çakmağını bularak sigarasını yakmasını, sonra da ken­disinden emin bir şekilde arkasına yaslanıp sanki evindeymiş gibi rahat davranmasını dehşet içinde izledi.

“Neden uygun olmasın? Hem benim sizinle konuşmak istediğim önemli bir konu var.”

”0 hâlde bir an önce konuşun.”

Sigarasından derin bir nefes çekti ve derdini açıkladı.

“Acele ettiğiniz için hemen konuya gireceğim. Böyle büyük bir şir­ketin ortağısınız. Açıkçası benim de iyi bir işe ihtiyacım var. Mesela özel sekreterliğinizi yapabilirim. Eğer bir fırsat verirseniz yetenekli olduğumu kanıtlarım.”

“Çok saçma… Benim zaten bir sekreterim var. Az önce kendisiy­le tanıştınız. Üstelik duyarsa bu fikirden hiç hoşlanmayacağından eminim.”

“Neyse… Madem ondan memnunsunuz, ısrarcı davranmayaca­ğım. Başka bir iş de olur.”

Turgut, sinirlerini daha fazla kontrol edemeyip kadına bağırdı.

“İş falan yok. Hemen burayı terk edin.“

Fakat o, istifini bozmadan oturmaya devam etti.

“Bana yardım etmeye mecbursunuz. O gece sizi memnun ettim, öyle değil mi? Siz ne yaptınız? Sabah, sanki hiçbir şey olmamış gibi çekip gittiniz, ortadan kayboldunuz.”

“Evli bir erkek olduğumu söylemiştim. Ne bekliyordunuz ki?”

“Peki, karınıza birlikte geçirdiğimiz geceden bahsettiniz mi?

Bu konuşmanın yavaş yavaş bir şantaja dönüşmesi Turgut’u deli­ye döndürdü. Ani bir öfkeyle kadını oturduğu koltuktan kaldırarak kapıya doğru itti.

“Güvenliğe haber vermeden gitsen iyi olur. Bir daha sakın kar­şıma (ikayım deme. Senin gibi bir fahişeye kimse inanmaz. Defol buradan.”

Nihayet kadını korkutmayı başarmıştı. Fakat onun geri geri kapı­ya doğru giderken kendisine nefretle nasıl baktığının farkına vara­madı. Neler yapabileceğinin de farkında değildi. Öylesine kızgındı ki verdiği şiddetli tepkinin sonuçlarını bir an bile aklına getirmi­yordu. Beklenmedik konuğu çıkıp gittikten sonra masasına geçip oturdu ve uzun süre kendine gelemedi. Semih içeriye girdiğinde Turgut’u böyle perişan bir hâlde buldu.

“Neyin var senin?” diye sordu. “Hâlâ toplantıyı mı düşünüyor­sun?”

Yanıt alamayınca karşısındaki koltuğa geçip oturdu.

“Az önce Filiz aradı. Akşam için bir program yapma. Hep beraber bizdeyiz.”

“Başka kim geliyor?”

‘İşte Aysel’le sen, bir de Recai…”

Recai, Semih’in sağ kolu, şirketteki en güvendiği adamıydı. Bekâr olduğu hâlde aile toplantılarına onu da çağırmayı âdet edinmişler­di. Karısının adının geçmesi Turgut’un irkilmesine neden oldu. Ka­fasına takılan ani bir şüphe yüzünden zihni bulanmıştı. Sonra farklı şeyler düşünerek rahatlamaya çalıştı. Hiç ummadığı bir anda ken­disine musallat olan bu kadın, tıpkı geldiği gibi, kimseye tek kelime etmeden oradan ayrılmıştı. Rezalet çıkarmak istese bunu iş yerinde de yapabilirdi. Fakat belli ki ondan bir şey koparamayacağını anla­mıştı.

“Sen yine dalıp gittin.” dedi Semih. “Bu sabah gerçekten sohbetine doyum olmuyor.”

“Yeni aldığımız şu ihaleyle ilgili bazı endişelerim var. Toplantıda anlatmaya çalıştım ama konu sürekli dağıldı.”

“Şu anda önemli bir işim yok. İstersen birlikte tekrar inceleyelim. Bütün detayları yeniden gözden geçiririz, ne dersin?”

“Olur, bana uyar…”

Çalışmaya başladıklarında Turgut rahat bir nefes aldı. Yaşadığı tatsız olayı hafızasından kolayca çıkarıp attı ve bir daha da düşün­medi.

Gece, küçük kızlarını bakıcısına emanet ederek Semihlere gittiler. Recai onlardan önce gelmişti. Hemen yemek faslına geçildi. Aysel geciktikleri için özür diliyordu:

“Kusura bakmayın, bizim yüzümüzden bu saate kadar aç kaldınız. Merve’den ayrılmak hiç kolay olmuyor. Ancak onu yedirip yatırdık­tan sonra çıkabildik.”

Filiz her zamanki gibi sitem etti.

“Aşk olsun hayatım, kızı niye getirmiyorsunuz? Burada da uyutabilirdik.”

“Sabah erkenden okula gidiyor. Düzeninin bozulmasını istemiyo­rum.”

Merve henüz birinci sınıftaydı. Okul hayatının ilk yılı olduğu için ailesi titizleniyordu. Arkadaşlarıyla uyum sağlayamadıkları tek konu çocuklarıydı. Bu konuda onlar kadar rahat davranamıyorlar, bu da zaman zaman beraberliklerinde bazı sıkıntılara yol açıyordu.

Keyifli bir yemeğin arkasından, erkekler her zamanki gibi iş ko­nuşmalarına daldılar. Aysel’le Filiz de bir kenara çekilip kendi gün­lük sohbetlerini yapmaya koyuldular. İki kadının arasında yıllardır süregelen güzel bir dostluk oluşmuştu. Filiz’in, gündüzleri başında durduğu küçük bir giyim mağazası vardı. Aysel de hemen her gün kızını okula bıraktıktan sonra soluğu orada alıyordu. Zamanının ço­ğunu arkadaşıyla beraber mağazada geçirdiği hâlde çalışması ko­nusunda yapılan ısrarları hep geri çeviriyordu. Filiz ona kaç defa ortaklık teklif etmişti.

“Nasıl olsa her gün geliyorsun. Gel şu işi birlikte yürütelim.” diyor­du Filiz. Fakat Aysel bu konuda inatçıydı.

“Ben ticaretten anlamam, seni de batırırım. Hem bir işe bağımlı olursam kızımı ihmal ederim.”

“Canım, Merve kocaman kız oldu artık. Üstelik bakıcısı da var.

“Anlamıyorsun işte! Senin beni anlaman için mutlaka bir çocuk doğurman lazım.”

“Sırası gelince o da olur. Görüyorsun hâlimi. Şu sıralar işten, güçten başımı kaldıramıyorum.”

“Yaşın geçecek, sonra pişman olacaksın.”

Filiz her seferinde aynı şekilde konuyu kapatıyordu.

“Tamam, bana baskı yapıp durma. Zamanı gelince düşünürüm.”

İkisinin en büyük ortak ilgi alanı müzikti. Özellikle son dönemler­de alaturka müziğe kendilerini iyice kaptırmışlardı. O akşam yine dönüp dolaşıp bu konuya geldiler. Filiz huzursuzca söylendi.

“Arif Hoca yarın canımıza okuyacak. Verdiği notalara göz atmak için hiç zamanım olmadı.”

“Ben biraz baktım. İstersen birlikte tekrar ederiz.”

“Zaten sana güvendim. Nasıl olsa bu gece çalışırız diye düşün­düm.”

“İyi tamam, haydi getir şu notaları.”

Her hafta cumartesi günleri düzenli olarak amatör bir koroya ka­tılıp Türk Sanat Müziği dersleri alıyorlardı. Filiz’e yardım eden kız çay servisi yaparken onlar ayrı bir odaya kaçtılar ve telaş içinde üç yeni şarkıyı ezberlemeye çalıştılar. Biraz sonra Turgut sesleri duya­rak yanlarına geldi.

“Niye burada çalışıyorsunuz?” dedi. “Gelin şarkılarınızı salonda söyleyin. Biz de dinlemek istiyoruz.”

“Tamam, hazır olunca geliriz,”

Aysel, kocasını gönderdikten sonra Filiz’e dönüp sordu.

“Ne dersin, şunlara güzel bir konser verelim mi?”

Coşkusunu arkadaşına da bulaştırmıştı.

“Olur ama piyanonun başına sen otur. Ben hem çalıp hem söyle­meyi beceremiyorum.”

“Tamam, o zaman son bir prova daha yapalım ve gidelim.”

Salona geçtiklerinde Aysel piyano çaldı; Filiz de yanı başında ayakta durdu. İki arkadaş daha önce öğrendikleri parçalardan gü­zel bir potpuri sunarak beyleri etkilemeyi başardılar. Bitirdiklerin­de ise bolca alkış aldılar.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Michel Houellebecq – Kuşatılmış Yaşamlar

Editor

Surat Asmak Hakkımız

Editor

Beethoven’li Ölüm

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası