Or’da Kimse Var mı?” dörtlüsünün üçüncü kitabı Valla Kurda Yedirdin Bern’de Türk solunun ve Kürt sorununun resmi çiziliyor. “Türküm…kendi insanımın manzaralarını seviyorum… Buna milliyetçilik diyorsan, öyle olsun!” diyor Günay Rodoplu, ve devam ediyor. “Milliyetçi’ olduğum içindir ki, Kürtlerin köken arayışlarını empatiyle izliyor, elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorum. ‘Mızıka çalındı, düğün mü sandın?’ türküsü içimi titretirken, Şiran’ın ‘Hanımaı mın, bermaya mın’ feryadına kulak vermemem mümkün mü? Kürtlerin varlığına ilişkin tek korkum, tek kavgam, onların yabancılaşması olacaktır. Çünkü bu olursa onu ırkçılık, hatta bir tür Nazizm izler. Ve ben kendi ulusumu tanıdığım kadarıyla, biz Türkler bununla baş edemeyiz. ‘Aryan1 Kürtlerin karşısında, Siyonizm öncesi Yahudileri kadar boynu bükük kalmaz mıyız?.. Unutmayın ki, İsrail öncesi Yahudilerin ruh hali bizimkinden pek farklı değildi. Onlar da kendileri ile barışık değillerdi. Tıpkı bizim gibi, kendilerini sırf kendileri oldukları için, bir insan manzarası olarak sevmiyorlardı. Kendisini sürgit, ‘sen adam olmazsın’ diye aşağılayan bir ulus, varlığını idame ettirmekte ne kadar başarılı olabilir ki? Türkler, Siyonist olabilecek kadar metodik de değillerdir. Ve yine unutma ki, Siyonistler Batı Avrupa Yahudileriydi, Orta Doğu değil!..”
BEN KOMÜNİSTLERİ SEVİYORUM
I
“Nedeni medeni yok! Ben komünistleri seviyorum, işte, o kadar!”
Şiran Ören, 1977
8 Nisan 1970 komando/jandarma harekâtım Türkiye İşçi Partisi adına yerinde incelemek için Silvan’a gidenler arasında ben de vardım. Şiran Ören’i bu vesileyle tamdım. Şiran, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın gönderdiği on altı kişilik gruptandı. İstanbul’dan kanlıyordu. Bizlerden ancak birkaç yas büyük olmalıydı ama saçları adamakıllı kırlaşmıştı. Cildi çeşitli yaralanmaların İzlerini taşıdığından olsa gerek, kendisini olduğundan da yaşlı gösteriyordu. Diwan xana dedikleri misafirhanede duvar boyunca dizilmiş yer minderlerinden birisinin üstünde bağdaş kurmuş, sırtını san bir kırlente yaslamıştı. Misafirhane, bir karenin üç kenarını oluşturacak şekilde dizilmiş odalardan meydana geliyordu. Açık ucu kuzeye bakıyordu; odaların güney duvarlarındaki küçük mazgalların hava cereyanı sağlamak için açıldığım düşündüğümü hatırlıyorum.
İçerisi tıklım tıklım (elli kişiden fazla) olmasına karşın sessiz di. Haşin yüzlü ve sükûn olduklarını, sohbet sürdürmeyi bilmediklerini henüz gözlemlemiş değildim. Mamafih, o günkü sükûnet, olayların vahametiyle de açıklanabilir. Şiran’ın konuştuğu kişi (Feyzullah Sözler olduğunu sonradan öğrendim) beni görünce sustu.
“Xeyr hati,” diye selamladı. Ben de öğretildiği gibi yanıtla dım.
“Selametim.”
Bunu, sırayla herkesin hatır sorması izledi.
“Çavayi?”
“Başım spasükım, tu çavayi?”
Hatır sorma bittikten sonra, Şiran Türkçe’ye döndü.
“Akşama bir saat kala sardılar, öyle mi?”
“Ne görmüşem ne duymuşam!” diye cevap verdi, Feyzulla Sözler.
Ben gelmeden önce ne konuşuyorlardı, bilmiyorum ama bu cevap Şiran’ı öfkelendirdi.
“Kadınların önünde çırılçıplak soyup teşhir ettikleri sen değil miydin? Şimdi utanıyor musun, ne görmüşem ne duymuşam demeye?”
Feyzullah Sözler, sonradan beni kastederek, “O Türk’tür, duymasın, bu konuyu kapat,” dediğini öğrendiğim bir şeyler söyledi. Şiran’ın daha da kızdığını gördüm.
“Mehmet arkadaş devrimcidir. Bizdendir,” dedi yine Türkçe, “Senin tavrın şoven bir tavırdır.”
Bunun üzerine, Feyzullah Sözler’in bacanağı ve amcaoğlu, Abdülbari Sözler, lafa girdi, komando birliğinin kasabayı akşama bir saat kala sardığını, köylülerin hepsini silah zoruyla evlerinden çıkardıklarını anlattı.
“Erkekleri bu tarafa, kadınları öbür tarafa ayırdılar,” dedi, meydanı işaret ederek. Bundan sonra, Tekman Jandarma Komutanı erkeklere dönmüş, silahlarını teslim etmelerini istemişti.
“Biz de dededen kalma paslanmış, küflenmiş silahlarımızı getirdik, teslim ettik,” dede Abdülbari.
Şimdi, hemen itiraf etmeliyim: Ben, Feyzullah’ın söylediklerinden o zaman hiçbir şüphe duymamıştım! Beni teslim edilen silahların işe yaramaz silahlar olduğuna, bunlardan başka ve çok daha sağlam silahlar olmuş olması gerektiğine dair uyaran Günay Rodoplu oldu.
“Sen şaşırdın mı, Allah aşkına Hangi erkek, Kürt, Türk ya da her kimse, istediler diye kuzu kuzu silah teslim eder? Göstermelik birkaç çakaralmaz vermişlerdir.”
Özellikle de 1970’lerde, böyle bir hükmün bir devrimciyi ne kadar öfkelendireceğini sadece devrimciler anlar! Bundan eminim! Ben bütün dikkatleri insanlık dışı uygulamalara çekmeye çalışırken, Rodoplu kendisini orada silahlan bulmakla yükümlü komutanın yerine koyuyor, meseleye onun açısından da bakıyordu ki, bu tahammül edilebilir bir şey değildi! Dahası, Günay yapılanları onaylıyor değildi ama yeterince ciddiye almıyormuş gibi bir görüntü verdiği için “güvenilir” olmadığı duygusunu yaratıyordu. Şiran’ın bitiremediği romanının nodarındaki sitemini hatırlayacaksınız: “Sonraki ilişkimiz hoşgörü; üzerine kuruldu Şiranim,”diyordu, “Gizlilik ve hoşgörü, ortalıkta dolaşmasına işi olduğa sürece izin verilen hizmetçi gibiydim, ‘Aile’ sorunları gündeme geldiğinde, dışarı çıkması, ‘kapıyı arkandan kapat1 uyarısıyla istenen bir hizmetçinin dışlanmasını yaşadım.” Doğrusu her iki taraflı da anlamaya çalışan bu tutumuyla dışlanmaması mümkün değildi.
Nitekim, komutan da Rodoplu gibi düşünmüş olmalı ki, “Bunun üzerine bizi zorlamaya başladılar,” diye anlattı Abdülbari, “Silahlarımızı getirmemiz için hakarette bulunmaya başladılar.”
Erkekleri, kadınların önünde soyup çırılçıplak teşhir ettikleri aşama bu aşamaydı.
“Mehmet Akbaba’yi anadan doğma soydular. Bize de, ‘Eğer silahlarınızı getirmezseniz, sizleri kadınlarınızın önünde soyunup edep yerlerinize ip bağlayarak kadınların önünde dolaştıracağız,” diyorlardı, “Bundan sonra da Bey Köyü’nü jandarma karakolu yapıp namusunuzu payi mal edeceğim.”
“Ve İstanbul sinemalarında ‘Paris’te Son Tango’ oynanıyordu,” demişti Rodoplu, acı acı. “Allah aşkına! İpi karısının eline verilen bir pipiyi kim ‘İşkence’ olarak görebilirdi? Porno, sevgilim, bu olsa olsa porno olur!”
Pornodan nefret ederdi. “İnsanoğlunun duyarlılığını törpüler. En korkunç şiddet sahnelerine, örneğin tecavüze, cinsel haz yakıştırıp acıyı yok saymasa da küçümser, adeta kabul edilir kılar! Bu nedenle ben derim ki İstanbul’da pornoyu hoş görüp Silvan’da birinin pipisine ip bağlandığında rencide olamazsın ya da yeterince rencide olamazsın! Sen bakma, o üsteğmenle en iyi halleşecek olan Abdülbari’nin kendisidir. Allahaşkına, adamı karısının önünde soymak kimin aklına gelir! Onlar, aynı kuşun tüyleri. Sen Silvan’da, iyi niyedi bir David Pavloviç’ten başka bir şey olamazdın!”
O dönemde, bu cezanın aslını bilmediğim için, Günay’a hak vermiştim. Gerçekten de adamı soyarak cezalandırmak kimin aklına gelirdi? Sonradan İsmail Beşikçi’den duydum, meğer erkeği karısının ve çocuklarının önünde soymak ve teşhir etmek Kürt cezasıymış ve bir erkeğe verilebilecek en ağır cezaymış. Feodal düzenin ve aşiret örgüderinin çok etkili olduğu devirlerde Kürt beyleri bu cezaya ve pek ender olarak başvururlarmış. Çünkü böyle bir ceza ile karşılaşan kişi kesinkes toplum dışı kalır, bu hakarete dayanamayarak canına ki yarmış. Anlaşılan, biz kentsoylu aydınlardan farklı olarak, jandarmakomandolar bu tarihi biliyorlarmış!
Meselenin basına döneyim.
1970 yılının ilk aylarından itibaren Doğu Anadolu’nun ezeli kaderi, yani “asayişi korumak adı altında jandarma baskısı” yeni bir ivme kazanmıştı. Önce Hakkâri ve Mardin’de başlayan harekât, Diyarbakır’a, oradan Malazgirt ve Kiğı’ya kadar yayıldı. Biz olayın vahametini Diyarbakır Yüksek Tahsil Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin DDKO’ya yolladığı (daha sonra da Emek dergisinde yayımlanan) mektuptan öğrendik. Mektubu oradaki arkadaşlar kaleme almışlar, yüzlerce Silvanlı vatandaşa da imzalatmışlardı.
“8.4.1970 tarihinde, şafakla beraber, Silvan ilçe merkezi. Jandarma İkinci Bölge Komutanlığına bağlı altı helikopter, iki yüz motorlu araç, donatılmış iki bin jandarma ve komando, toplu keşif uçaklarının da desteği ile kuşatılmıştır. Kuşatma harekâtı ile beraber ilçe merkezine giren birlikler tarafından, hiçbir arama yetkilisi olmadan, aynı gün saat yediye kadar on yedi saat süre ile yüzlerce ev didik didik edilmek suretiyle aramaya tabi tutulmuş ve yataklarından kaldırılmış erkekler özel kamplara alınarak korkunç İşkencelere maruz bırakılmışlardır. Kadınlar ve kızlar evlerinden alınarak jandarma ve polis karakoluna getirilmişler ve işkence ile birlikte ağır hakaretlere maruz bırakılmışlardır. Adalet Partisi iktidarı. Bakanlar Kurulu’nun verdiği tam yetki ile hareket ettiklerini söyleyen komandolar, ne Anayasa’yi ne de meri kanunları tanımakta, adeta işgal edilmiş düşman topraklarında işgalci kuvvetler gibi davranmaktadırlar.”
Mektubu, DDKO İstanbul şubesinin bildirisi izledi.
“Doğu’da aylardan beri, Hükümet kararnamesiyle özel şekilde yetiştirilmiş, helikopter ve keşif uçaklarıyla donatılmış, 2000″in üstünde motorize komando ve jandarma birlikleri tam bir terör havası yaratmaktadırlar. Bu yasadışı baskıların son hal kası olan, 8.4.1970 tarihindeki Silvan kuşatmasında Anayasa’yı, kanunları tanımayan komandolar, adeta işgal edilmiş düşman topraklarında işgalci kuvvetler gibi davranmışlardır. Bu olaylar halkı silahlı güçlere başkaldırmak için birer tahrik niteliğindedir. Bu kasdi hareketler, mazlum halkın sabrının taşması halinde kamuoyunda isyan gibi gösterilecektir, ‘Doğu Anadolu halkı isyan etti!’ dedirtmek için mevcut bütün gayretler ısrarla denenmektedir. İktisadi bunalım içinde kıvranan siyasi iktidar, uyanmakta olan halkın dikkatini başka yöne çekecek, devrimci güçler bölgecilik göstermeliği ile parçalanacaktır. Oysa, halkımız demokrasi mücadelesi içindedir. Bu mücadele demokratik haklar alınmadan duramaz. Ve de Doğu’da demokrasi gerçekleşmeden, Türkiye’de demokrasi her zaman yıkılmaya mahkûm bir oyun olarak kalacaktır. Açıkça halklararası bir çatışma yaratmak gayesi güden bu faşist eylemlere tüm vatansever ilericileri direnmeye çağırıyoruz, vs. vs.”
DDKO, bununla da yetinmeyerek, 12 Nisan’da, Cumhurbaşkanı’na olayları anlatan, suçluların cezalandırılmasını talep eden bir telgraf çekti. TİP olarak biz, önce Meclis soruşturması için önerge verdik. Daha sonra da Cumhurbaşkanı ‘na bir muhtıra yolladık. Cumhurbaşkanı’nın tepkisi, cevabi bir telgrafla (20 Nisan) bizlerden “olayların araştırılabilmesi için kaynakların tespiti ve bilgilerin acele olarak Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne iletilmesini” istemek oldu. Az önce naklettiğim sahne, Şiran Ören’in dahil olduğu DDKO heyetiyle, benim dahil olduğum TİP grubunun, Cumhurbaşkanına “kaynak tespit etmek için” yaptığımız araştırma seyahatinde meydana geldi.
Şimdi, tabii, Cumhurbaşkanı’nın bizi bu seyahate yollayarak kelimenin tam anlamıyla, “dolduruşa” getirdiğini görüyorum! Parasız pulsuz onca genç insanın “Cumhurbaşkanı’na kaynak bulmak” için (!) yollara dökülmesi bunca hazin olmasa eblehük derecesinde bir iyi niyet ürünüydü! Nitekim, harekâta kumanda eden subayın İtiraf etmesine (“Kadınları askerler aramamakta…