Roman (Yabancı)

Varşova Anagramları

varsova anagramlari 5ed4387617362iyi adamlar savaştığında
kötülükler savrulacak…

1941 yılının son günleri… Erik Cohen yeniden Varşova gettosunda, ama bu defa bir “ibbur” olarak. Onu görebilen tek kişi olan Heniek’e 1940-1941 yıllarında yaşanan dehşet verici olayları yazdırır.

1940 Eylül’ünde 40.000 Yahudiyle birlikte gettoya kapatılan Eric, yeğeni Stefa ve onun 9 yaşındaki oğlu Adam ile küçük bir dairede yaşamaktadır. Yokluklar kısa zamanda kaçakçılığı ve karaborsayı başlatır, ne yazık ki bu işlerde çocuklar da kullanılmaktadır. Adam bir gün ortadan kaybolur, onun ardından başka çocuklar da…

Erik ve arkadaşı İzzy ipuçlarının peşinde gizlice getto sınırlarının dışına çıkarlar ve Nazi kontrolündeki Varşova sokaklarında defalarca ölümle yüzleşirler.

Tüyler ürpertici olayların sorumluları kimdir, Naziler mi, onların işbirlikçileri Polonyalılar mı yoksa bizzat Yahudilerin kendileri mi? Direnişçilerin eski Yahudi geleneğine uygun olarak oluşturdukları anagramlar gerçeği ortaya çıkarmaya yetecek mi?

Richard Zimler bu son romanında da okuyucuyu müthiş bir serüvenin heyecanında nefessiz bırakıyor…

***

Giriş

Onca yol boyunca tek bir sokağı bile şaşırmadan mahalleye geldim, Varşova’yı çocukluğundan bu yana ezbere bilen biri için bundan kolay ne olabilirdi?

Bizi kuşatan o yüksek tuğla duvarla karşılaşınca bir an için gerçekleşmesi imkânsız bir umutla yüreğim hopladı, oysa Stefa ve Adam’ın beni karşılayamayacağını biliyordum.

Sweitojerska Sokağı tarafındaki kapıda nöbet tutan Alman asker iştahla dumanı tüten patatesini ısırıyor; içeri girerken kepini kaşlarına kadar indirmiş genç bir adam hızla yanımdan geçti, omzunda taşıdığı çuvaldan sızan sıvı ceketinde tuhaf lekeler oluşturmuş, kanla yazılmış mors alfabesi şekilleri, diye düşündüm.

Eski püskü ayakkabılarıyla donmuş sokaklarda çıtırtılar çıkararak yürüyen kadınlar, erkekler… Ellerini ceplerine sokmuşlar, ağızlarından burunlarından küçük buhar bulutları yükseliyor.

Huzursuzluk içinde ilerlerken az daha küçük bir manavın önünde donarak ölmüş bir ihtiyarın cansız bedenine çarpacaktım. Üzerinde sadece yıpranmış iç çamaşırları vardı, çıplak dizlerini göğsüne doğru çekmiş ve öylece kalakalmış. Kan pıhtıları yapışmış dudakları mosmor, gözkapakları ise hâlâ kırmızı… Şu dünyadan ayrılırken son algıladığı herhalde kendi zavallılığıydı.

Stefa’nın evinin girişindeki zeytuni duvar kâğıtları rulolar halinde aşağı sarkmış, sıvalar dökülmüş, her tarafta rutubetin koyu renkli izleri… Yerler buz tutmuş, içerde tek bir yiyecek kırıntısı bile yok.

Ortalığa bir takım giyecekler saçılmıştı, bir erkeğe ait şeylerdi bunlar. Bina ve annesinin çok uzun zamandır buralarda olmadığını anladım.

Salondaki masa ve piyano ortadan kaybolmuş, muhtemelen satılmış ya da belki yakılmışlardı, her ikisi de olabilirdi. Yatak odasının kapı çerçevesindeki kalemle yapılmış izlere bakınca içim burkuldu, her ay Stefa ile birlikte Adam’ın boyunu ölçüp koyduğumuz işaretlerdi bunlar. En tepedekine doğru uzattım parmağımı, yanında 15 Şubat 1941 yazıyordu, tam dokunacaktım ki son anda cesaretimi kaybettim.

Yeğenimin yatağının yeni sahibi belli ki kitap okuyan biriydi, yerde açık duran kitap benim Lehçeden çevirdiğim Bir Yaz Gecesi Rüyası kitabımdı. Onun yanı başında duran teneke kahve kupasının içi getto suyunun bıraktığı tortu lekeleriyle doluydu, bu kupayı da unutmamıştım.

Evde dolaşırken sanki her şey birden geri gelecekmiş gibi tuhaf bir his vardı içimde. Stefa’nın dolabını açıp elimi içeri uzattım, parmaklarım buz gibi bir karanlığa daldı.

Dokuz yaşında, böylesi bir yerde, tuzağa düşmüş hayvan misali yaşamak ne kadar korkunç bir şeydi… Beraber uyumaya başladığımız ilk günleri düşündüm, hızlı hızlı nefes almasından bile rahatsız olurdum, ama sonraları alışmıştım. Adam’ın geceleri uyandığında yanı başımdaki sehpada duran suya uzanışı, benim bardağı onun dudaklarına götürüşüm, sonra yeniden yatışı ve kolumu tutup üzerine alışı… Göğsünün muntazam aralıklarla iniş kalkışı nasıl da huzur verirdi bana ve şimdi bunu düşünmek de aynı duyguları yaşatıyordu.

Onunla yatmak bana sorumluluklarımı hatırlatırdı, sıklıkla uyanıp bakardım yüzüne, elimi sarı saçlarının üzerine koyarken onu bu kötü dünyada korumak ve yaşatmak zorunda olduğumuzu düşünürdüm. Hayatta kalmak istiyordum, onun için ve kendim için. Ölmemeliydik.

Kendi ellerimle yaptığım ahşap raflarda duran kitaplarımın neredeyse tamamı yok olmuştu, mutlaka yakılmışlardı; sadece Freud’un Rüyaların Yorumu kitabı ve benim bazı psikiyatri çalışmalarım kalmıştı geriye. Aslında kitapların çoğu ilk baskıydı, belki de burada şimdi yaşayan kişi bunu keşfedip onları getto dışında birilerine çoktan iyi bir fiyatla satmış da olabilirdi.

Gözlerim rulo halinde duran Almanca basılmış tıp dergilerine takıldı, acil durumlar için arasına birkaç hamursuz saklamıştım onun; aslında karnım zil çalıyordu ama yine de gidip almak için bir hareket yapmadım, artık bu tarz bir yatıştırmaya nasılsa ihtiyacım kalmamıştı.

Uzak ufuklara bakıp rahatlama arzumdan olacak bir üst kata çıktım, Tamowskiler’in geceleri yıldızları seyretmek için yaptırdıkları ahşap teras her şeye rağmen hâlâ harikaydı. Kubbeler, kuleler tıpkı bir masal ülkesinde gibi yükseliyordu, bir çocuğun hayallerindeki o masal ülkesi… İçimi tekrar huzur doldurmuştu, insan bir şehri böyle sevebilir mi? Vistula Irmağı olup Varşova’yı çepeçevre sarıp sarmalamak…

Teras hatırladığımdan da kötü durumdaydı, tahtalar çürümüş, bazıları kopup aşağı sarkmıştı. O sırada bir ses beni hayallerimden koparıp bugüne döndürdü. Sokağın karşı tarafındaki binanın dördüncü katından sarkan eski püskü paltolu adam bana el sallıyordu. Ne kadar zayıf biriydi.

“Hey, sen… Baksana,” diye bağırıyordu, “aşağı düşeceksin, in oradan.”

O sıska, sopa gibi kollar, o çökmüş surat, o korku dolu gözler bana kendimi hatırlattı. Elimi kaldırıp bekle gibilerden bir işaret yaptım ve aşağı inip sokağa çıktım.

Adamın evine girip de karşı karşıya geldiğimizde birden endişelenir gibi oldu.

“Beni görebiliyor musun?” diye sordum.

“Evet… çok iyi olmasa da…” Rahatlamıştı, başını kaşıdı, “Bulanık ama idare eder.”

“Benden korkmuyor musun?”

“Yoo, daha önce de hayalet görmüşlüğüm var, hem ayrıca Yidişçe konuşuyorsun. Yahudi bir ibbur¹ bana neden kötülük yapsın?”

“İbbur?”

“İşte, senin gibi biri… öbür dünyadan gelme yani.”

Konuşma tarzı hoşuma gitmişti, beni duyuyor ve görüyordu, rahatlamıştım.

“Adım Heniek Corben,” dedi.

“Ben de Erik Benjamin Cohen.” Sesim acemi bir okul çocuğu tonunda çıkmıştı.

“Varşovalı mısın?”

“Evet, şehrin merkezinde doğup büyüdüm, Bednarska Sokağı’nda.”

Komik bir şekilde dudaklarını büzüp ıslık çaldı, “Oturaklı bir mahalle.” Gülerken neredeyse bütün dişlerinin siyah çürüklerle dolu olduğunu fark ettim. Yüzüm gergin bir hal almıştı herhalde, bunu bir rahatsızlığım olduğu şeklinde değerlendirdi ve mutfak masasının yanındaki sandalyeyi çekip bana uzattı, “Otur, otur Reb Yid.”²

Resmiyet, içinde bulunduğumuz an için son derece saçmaydı, Yahudilerin çektiği onca acıdan sonra üstelik… “Lütfen bana sadece Erik, diye hitap et,” derken tedbirli bir edayla sandalyeye oturdum, çok sert olabileceğini düşünmüştüm ama doğrusu kuru kıçım çok rahat etti, demek bu yeni hayatın hoş taraflarını da yaşayabilecektim.

Heniek ciddi bir yüz ifadesiyle beni tepeden tırnağa süzüyordu, “Ne var?” diye sordum.

“Sanki bir an için gözden kaybolur gibi oldun, sanırım belki de…” Cümlesini tamamlamadı, elini başımın üzerine getirdi ve İbranice olarak beni takdis etti, yine gülüyordu, “Bu işe yarar,” dedi.

Dindardı galiba.

“Biliyor musun, ne Tanrı’nın, ne meleklerin, ne şeytanın, ne hayaletlerin, ne de vampirlerin bir izini gördüm. Hiçbir şey yok,” dedim. Onun soracağı metafizik sorulara cevap vermeyeceğimi şimdiden bilse iyi olurdu.

Boşver gibilerden elini salladı, “Bir şeyler içmelisin, çay ister misin?”

“Sağ ol, ama artık bir şey içmeye ihtiyacım yok.”

“Ben kendim içeyim bari.”

“Tabii, keyfine bak.”

O suyu kaynatırken ben de ona geçen mart ayından bu yana, ben yokken Varşova’da neler olduğunu sordum.

“Hep aynı hikâye,” diye başladı sözlerine, “En büyük heyecanı yazın yaşadık, Ruslar bizi bombaladı. Ama geri zekâlılar Gestapo karargâhını ıskalayıp onun yerine Tiyatro Meydanını yerle bir ettiler.” Sesini iyice alçaltıp bana doğru eğildi, “İyi habere gelince… Amerikalılar da savaşa girdi. BBC’ye göre Japonlar bir hafta önce Amerikalıları bombalamış, bir arkadaşımın radyosu var da…”

“Neden fısıltıyla konuşuyorsun?”

Gökyüzünü işaret etti parmağıyla, “İyimser görünmek istemem, Tanrı ona karşı geldiğimi düşünsün istemem.”

Eskiden olsa Heniek’in bu batıl inançlı hali daha fazla ilgimi
çekerdi, ama ölüm beni sakinleştirmişti. “Nerede çalışıyorsun?” diye sordum.

“Berbat bir sabun atölyesinde.”

“Bugün işe gitmedin demek.”

“Evet, sabah biraz ateşim vardı, ama şimdi daha iyiyim.”

“Tarih ne?”

“16 Aralık 1941.”

“Peki, hangi gün?”

“Salı.”

Lublin’deki çalışma kampından aynlıp yürümeye başlayalı demek yedi gün geçmişti, ama bence sadece beş gün yürümüştüm, demek kırk sekiz saat ayaklarımın altında eriyip gitmişti. Belki de zaman benim gibiler için çok daha farklı akıyordu.

Heniek buraya gelmeden önce matbaacılık yaptığını söyledi. Karısı ve kızı bir yıl önce veremden ölmüşlerdi.

“Yalnızlıkla başa çıkabildim,” diye mırıldanırken bakışlarını kaçırdı, “ama diğerleri… çok, çok… çok fazlaydı…”

Deneyimlerimden “diğerleri” kelimesinin ne demek olduğunu biliyordum, bu kelime insana suçluluk duygusu veriyordu, adını koyamadığımız pek çok korku ve karmaşık duygu demekti “diğerleri”.

Elindeki kuru yaprakları demlik olarak kullandığı beyaz vazonun içine attı. Başını kaldırdığında yeniden kendini toparlamış gibiydi, bana ailemi sordu, kızım Liesel’in İzmir’de olduğunu söyledim. “Orada arkeolojik bir kazıda çalışıyordu, savaş başlayınca dönmedi ve İzmir’de kaldı.”

“Onu görebildin mi?”

“Hayır, ben buraya geldim. Ama o güvende. Yoksa…” Yerimden fırladım, korkmuştum. “Türkiye savaşa girmedi, öyle değil mi?”

“Hayır, endişelenme.”

Sıcak suyu yavaşça daireler çizerek vazoya döktü, sakinliği beni de yatıştırmıştı, tekrar yerime oturdum.

“Affedersin Erik, neden bize geri döndün?”

“Emin değilim, ama eğer şimdi, bana ve özellikle de yeğenimin oğluna gettoda neler olduğunu anlatmadan söyleyeceklerim yeterli olmayacaktır.”

“O halde söyle, seni durduran bir şey mi var? Zamanımız bol nasıl olsa.” Heniek’in gözlerine muzip bir ifade gelmişti. Yaşadığı onca acıya rağmen yeni bir maceraya hazırmış gibi duruyordu.

“Daha sonra anlatırım,” dedim. “Seninle konuşabilmek beni biraz sersemletti de…”

Anlıyorum, gibilerden başını salladı, çayını bitirince biraz dışarı çıkıp dolaşmayı teklif etti. Yanına kız kardeşine götürmek üzere bir torba patates aldı; kadın. Büyük Sinagog’un yanındaki iki odalı bir daireyi altı kişiyle paylaşıyordu; sonra hep beraber Nowy Azazel Tiyatrosu’nun önünde Noel Anbaum’u dinledik. Onun akordeonunun çıkardığı sesleri duyarken gözlerimin önünde rengârenk kelebekler uçuşuyordu. Muhteşem bir duyguydu bu, eskiden kalma bir duygu, ama şimdi yeniden hareketlenmişti, sınırları aşıyordu. Ne olacaktı, sonunda tamamen beni içine mi alacaktı bu duygulanımlar ve kendimi o duygu denizinin içinde kaybolurken mi bulacaktım? Belki de bu, ölümün beni tamamen içine almasının bir yoluydu.

Heniek, biliyor musun, aramızdaki karpit lambasının tuhaf sesini dinleyerek ve onun mavi alevinin dansını seyrederek oturmak bana tıpkı Adamla New York’a yapacağımız seyahatin hayalini kurduğumuz anlar kadar huzur veriyor. Almanların şu dünyayı yeni bir düzene sokmak için onca uğraşmasına rağmen seninle basit bir fısıltıyla konuşabilmek bana nasıl bir mutluluk veriyor bilemezsin. Her şeye rağmen doğanın kendi düzeni hâlâ mevcut.

Sana şimdi her şeyi sırasıyla anlatmalıyım; yoksa anıların,
düşüncelerin arasında kaybolup gideceğim ve Hansel ve Gretel Masalı’ndaki çocuklar gibi geri dönüş yolumu gösterecek ekmek kırıntılarım da yok benim, zaten bir evim de yok. Doğduğum şehre geri dönerken bunu öğrendim.

Önce Adam’ın nasıl kaybolup başka bir şekilde bize geri döndüğünden başlayalım. Sonra da sana Stefa’nın beni nasıl mucizelere inandırdığını anlatacağım.

*

Bölüm 1

1940 yılının Eylül ayının son cumartesi günü, nehir kenarındaki evimden yeğenimin şehir merkezindeki Yahudi mahallesindeki tek yatak odalı dairesine taşınmak üzere bir at arabacısı ve iki hamalla anlaştım. Herkes gibi ben de bizler için bir getto kurulacağını biliyordum, en iyisi resmi makamların tebligatını beklemeden kendi kararımla kendi sürgünüme başlamaktı, hem böylelikle benden sonra evimde kimin oturacağını da seçme hakkım olacaktı. Daha ben ayrılmadan Hıristiyan komşularımdan birinin üniversite çağındaki kızı ve dava vekili kocası eve taşındı.

Üzerimde en iyi takım elbisemle at arabasının yanında yürürken bir yandan da hiçbir şey yere düşüp çamurlara bulanmasın diye dikkatle eşyalarıma gözkulak oluyordum. Eski dostum İzzy Novak da yanımdaydı, mesele sadece bana yardımcı olmak değildi, biliyordum; bu bahaneyle bir süreliğine de olsa kasvetli evinden uzaklaşma şansına kavuşmuştu. Zavallının karısı Roza aybaşında ağır bir felç geçirdikten sonra kocasını dahi tanımaz halde yatağa düşmüştü, neyse ki Rozanın kız kardeşi ablasına bakmak üzere yanlarına gelmişti.

İzzy arada bir eğilip sonbaharın sarı ve kırmızıya boyadığı yaprakları toplarken bir yandan da karamsarlığa kapılmamam için beni oyalayacak şeyler anlatıp duruyordu. Ne var ki ben kendimi…

—-

1 Hayalet (Yidişçe) (çev.)
2 Kibar bir hitap tarzı (Yidişçe). (çev.)

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Kendini Aşka Bırak

Editor

Domaniç Dağlarının Yolcusu

Editor

Beyaz Işık

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası