Araştırma-Eleştiri-İnceleme

Vera Tulyakova Hikmet – Bahtiyar Ol Nazım

Ölümünden kısa bir süre önce “Bu kitabı yazan cesur genç kadına saygı duyuyorum,” demişti annem. Gözleri 30 küsur yıl öncesine dalmıştı bunları söylerken. 31 yaşında Nâzım’ı toprağa vermesinin ardından Vera, acı ve yalnızlıkla mücadele etmek zorunda kalmıştı.

Yanında insanlar varken zaaflarını göstermek istemezdi. Ancak gündüzleri, mezarlığa gidip Nâzım’la konuşabiliyordu. Nâzım’dan sonraki ilk yıl, her gün yaptığı bu ziyaretlerini anımsıyorum. Bazen beni de götürürdü yanında. On bir yaşındaki bir kız çocuğu için acı deneyimlerdi bunlar.

Önce çiçek almak için pazara uğrardık. Annem, “Bunlar hoşuna gider mi acaba?” kaygısıyla seçerdi buketi. Mezar başına geldiğimizde, toprağı okşar, (artık orada olmayan) banka otururdu. Yüzünde tuhaf bir ifade belirir ve beni ve etrafta olan bitenleri artık görmez olurdu. Ona engel olmak mümkün değildi. Yardım etmek ise imkânsızdı.

Uzaklarda bir yerlerde onunla buluşurdu sanki. Bana hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sürenin sonunda gerçek dünyaya döner ve neredeyse neşeli bir sesle “Yarın görüşmek üzere, Nâzım!” derdi. Annemin o günleri hâlâ hafızamda tazedir.

Büyüyüp de Vera’nın kitabını okuduğumda, onu kurtaran şeyin, o uykusuz geceler ve o zaman başlayıp yaşamının son günlerine dek sürdürdüğü Nâzım’la sohbetleri olduğunu anladım. 19 Mart 2001’de öldü annem. Geriye gözü gibi baktığı ve çok sevdiği Nâzım’ın evi kaldı. Bir de Vera’nın mektuplar, notlar, senaryolar, taslaklar ve çok sayıda dokümanla mektuptan oluşan dağınık arşivi.

Bunların tamamını düzenlemeye başladığımda, annemin Nâzım’la sıkı sıkıya bağlı yaşamındaki pek çok bilinmezi ortaya çıkartacağımı biliyorum. Bunu yapabilmek için gerekli gücü topladığımda, işe girişeceğim. Bu kitapla buna başlamış olduğumu sanıyorum. Daha önce yayımlanmış anı kitabını annemin el yazmalarıyla karşılaştırdığımda pek çok önemli olayın atlanmış olduğunu fark ettim.

Belli ki zamanın gerekleriydi bunlar. Dünyaya mal olmuş bir şairin yaşamının en son ve mutlu dilimini onu sevenlerden esirgememek gerektiğine karar verdim. Bu zorlu uğraş için annemin anıları, hayat karşısında bana örnek olan duruşu güç verdi. Vera Tulyakova 19 Mayıs 1932’de Moskova yakınlarında küçük bir yerleşim yeri olan Bolşevo’da doğdu. Babası, dedem Vladimir Tulyakov gönüllü olarak cepheye gitmiş ve 1943’te cephede ölmüş.

Onu hiç görmedim. Anneannemin ve annemin anlattıklarından tanıdım onu ve Moskovalı eski bir tüccar ailesinden geldiğini, savaştan önce oldukça iyi koşullarda yaşadıklarını öğrendim. Babaannem Yevgeniya Yusupova’nın Rus tarihinde önemli bir yere sahip bir hanedan ailesinden geldiğini de annem gururla anlatmıştı bana. Devrimden sonra her şeylerine el konulmasını ailede bir tek dedem kolaylıkla kabullenmişti.

Devrime ve onun adaletine inanmıştı çünkü. Tıpkı Nâzım Hikmet gibi. Vera’nın annesi, anneannem Mariya Koptelova’nın babası ise büyük bir yurtluğun idarecisiymiş. 1917’de, ana konağın merdivenlerinde Bolşevikler tarafından vurulmuş.

Tek isteği sorumluluğunu taşıdığı eşyaları, talan etmeye gelen kalabalığı durdurmaktı. Anneannem, büyük ağabeyi tarafından büyütülmüş. Annem Vera’nın kitabında bahsettiği “Kolya Dayı” odur. Devrimden önce Sorbonne öğrencisi olan Kolya Dayı, Sovyet yönetiminden yaşamının sonuna dek nefret etti.

Küçük yaşta öksüz kalan anneannem yaşamını çocuklara, özellikle de anası babası olmayanlara adamıştı. Anneannem, annemi doğurduktan sonra çocuk bakımevinde çalışmaya başlamış, sık sık annemi de iş yerine, öksüz ve yetim çocukların yanına götürmüştü. Hepsi bir örnek giyinmiş çocukları ben de anımsıyorum.

Ben de anneannemin bu hayat okulundan nasibimi aldım. Annem “babasının kızı”ydı ve onu çok severdi. Dediklerine ve fotoğraflarda görüldüğüne göre, bir o kadar da benzerdi dedeme. Savaş başlayıp da dedem cepheye gittiğinde mutlu günler sona erdi. Anneannemin çalıştığı çocuk bakımevi, Tatar köyü olan Solouşi’ye taşındı.

Anneannemin asla hatırlamak istemediği o günlerden annem bana bahsetmiş ve kısa sürede Tatarca öğrendiğini, oranın yerlileri ile nasıl ahbap olduğunu kendisi anlatmıştı. Nâzım Hikmet’in Ekber Babayev’e annemin dış görünüşü ile ilgili söylediği Türkçe bir cümle üzerine annemin hafızasının bir yerlerinde kalmış Tatarca, Nâzım’la ilk tanıştığı gün canlanıvermişti.

O anda kendini kötü hissetmiş olsa da her zaman Tatar dilinin tınısı, Tatar müziği mutlu etmiştir annemi. Hatta mutlu olduğu anlarda mırıldandığı bir Tatar şarkısını bile anımsıyorum. Moskova ve çevresinin zorunlu boşaltılmasının ardından başlayan Tataristan günleri zordu.

Paraları karınlarını doyurmaya bile yetmiyordu. Beraberlerinde getirdikleri tüm eşyalarını yiyecekle değiştirmek zorunda kalmışlardı. Anneannem hastalandığında bütün yük annem Vera’nın omuzlarına kalmıştı.

Annem dramatize etmeden, hatta gülerek eski giysileri söküp ördüğü şapkaları pazarda sattığını, bazen de yumurta veya ekmek karşılığında pazarda çevirmenlik yaptığını anlatırdı. Yerli halkın Rusça bilmemesi, oraya yerleştirilmiş Rusların ise Tatarca bilmemesi annemin işine yaramıştı.

Bin bir güçlükten sonra, annemle anneannem eve dönebilmişler ve dedemin ölüm haberini 1943’te Moskova’da almışlardı. Annem babasının ölümüyle yaşadığı acıyı ne o zaman ne de sonrasında asla paylaşmadı. Bu üzerinde konuşulması yasak bir konuydu sanki. Yaşam devam ediyordu.

Anneannem sağlığı düzelip yeniden çocuk yetiştirme yurdunda çalışmaya başladı. Ve kısa bir süre sonra onlara iki oda bir ev verdiler. Belli ki devrim öncesinde, Moskovalı varlıklı ailelerin kır evi olarak kullandıkları bu kolonlu bina, Sovyetler Birliği zamanında adeta karınca yuvasına dönmüş ve pek çok aile buraya yerleştirilmişti.

Annemle babamın boşanmasının ardından anneannemle beraber yaşadığım bu evi, bahçesindeki kuyuyu, ocağı, beyaz leylak ağacını anımsıyorum. 1950 yılında liseyi bitiren annem Devlet Sinema ve Senaryo Enstitüsü’ne girdi.

Ülkenin en prestijli yükseköğrenim kurumlarından olan bu enstitünün sınavlarına hazırlanmak için hiç kimseden yardım almadı. Kendi başına başardı bunu. Ölümünden iki hafta önce onunla televizyon seyrediyorduk. Ünlü sinema sanatçılarını anlatan belgesel bir programdı izlediğimiz.

Kadın sanatçılardan biri annemle beraber okumuştu. Ve annem o zaman birdenbire giriş sınavını nasıl verdiğini anlatmaya başladı. O zamanın imkânsızlıkları içinde, akıl almaz güçlüklerle özel olarak imtihan için dikilmiş açık mavi kareli beyaz elbisesini anımsadı.

Arkadaşlık ettiği delikanlı, uğur getirmesi için “en değerli eşyasını”, ünlü futbol takımı “Spartak”ın rozetini vermişti anneme. Dönemin ünlü filmi, toplumsal içerikli “Genç Muhafız” adlı film hakkında komisyon üyeleriyle nasıl tartıştığını anlattı bana.

Sonra ansızın avucunda sıktığı uğurlu rozetin olmadığını fark etmiş, elbisesinin yeniliğine aldırmadan eteklerini topladığı gibi, masanın altına girip öğretmenlerin dizlerinin dibinde emekleyerek hazinesini aramıştı. İçine düştüğü durum yüzünden “uğur” ve “en değerli” kavramlarını komisyon üyelerine açıklaması gerekmiş ve onlar da gülmüşlerdi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Fernando Pessoa – Huzursuzluğun Kitabı

Editor

Pertev Naili Boratav – Türk Halk Edebiyatı

Editor

Terry Eagleton – Edebiyat Kuramı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası