Sence de Hamlet biraz uzun değil mi?
Peki bir bilgisayarın vicdanı olabilir mi?
İnsan ne zaman ölmüş sayılır?
Dünyada kaç kum tanesi vardır?
Doğanın doğal olduğunu nereden biliyorsun?
Yoksa sen zeki olduğunu mu düşünüyorsun?
Oxford ve Cambridge üniversitelerindeki hocalar, en keskin zekalı öğrencileri bulmak için her yıl birbirinden şaşırtıcı sorular soruyor. Yazar John Farndon da bu sorular arasından ilginç olanları cevaplıyor, bizleri felsefeden fiziğe, edebiyattan tiyatroya uzanan ilginç “akıl” oyunlarına davet ediyor.
***
Önsöz
Libby Purves
Özellikle sonucu önemli bir görüşmede birisine sorular yönelttiğinizde iki şeyi yoklarsınız. Birincisi kişinin bilgi düzeyidir ki ölçülmesi oldukça basit bir şeydir bu, ama ikincisi daha bulanıktır. Onun nasıl düşündüğünü anlamak istersiniz: Amacınız kafasındaki motorun nasıl çalıştığını; mantık rayları üstünde düzenli bir biçimde kayıp gittiğini mi, yoksa havada süzülerek keskin bir bakışla her konuya baktığını mı kestirmektir. Kim bilir, belki de (benim kafamın çok sıkça çalıştığı tarzda) sarhoş bir tavşancık gibi oradan oraya hoplayıp duruyordur. O adayı ister bir üniversitede okutmanız, isterse de bir işte çalıştırmanız söz konusu olsun, bunu öğrenme gereğini duyarsınız. Beklenmeyene nasıl yaklaştığı konusunda bir fikir edinmek istersiniz.
Soru soranın perspektifi budur; haliyle karşısındakini şaşırtma ve üstün konumda olma avantajı vardır. Buna karşılık, soru yöneltilen kişi tam bir afallamayla nutku geçici olarak tutulmuş halde öylece bakıp terleyebilir. Bazıları ise dillere destan bir serinkanlılık sergiler: Rivayet edilir ki, meşhur filozofun gözde girizgâhı, “Bu bir soru mu?” sözü karşısında, bir delikanlı mahmur bir esnemeyle, “Eh, eğer bu bir cevapsa, öyle olsa gerek, değil mi?” karşılığını vermiş. Çoğumuzun gözü bunu kesmez. Yahut zekâ kıvraklığı buna yetmez. Aslına bakılırsa, okul sınavlarına yıllarca ıkınarak çalışma sonucunda ezberle edinilmiş teknik bilgiler azıcık bir köstek bile oluşturabilir. Yetkin bir elektrik mühendisliği öğrencisi olsanız dahi, “Bir termostat düşünebilir mi?” gibisinden bir soru karşısında apışıp kalabilirsiniz. Oysa sakin ve dikkatli olmanız halinde, cevabınız termostatlar konusundaki teknik uzmanlığınızın hemen yanında ilerleyen daha derin ve faydalı bir kavrayışı pekâlâ açığa vurabilir.
Benzer biçimde, “Sen bir roman mısın, yoksa bir şiir mi?” diye sorulduğunda beceriksizce laflar geveleyebilirsiniz; ama esnek ve rahat bir kafa yapısıyla konuya yaklaşmayı başarırsanız, cevabınız bunu yansıtacaktır. “Açıkçası, bir rap güftesi ile teknik kılavuz arası bir şeyim galiba” demekle yetinseniz bile, kendinizi bir ölçüde tanıdığınızı hemen anlayacaktır karşıdaki kişi. “Bir Marslıya bir kaşığı tarif et bakalım” sözü karşısında, rahat bir kafa yapısı (bu kitabın, yazarına anlattığı gibi) cevap vermeden önce, söz konusu Marslının bünyesine bakmanız, görmeyi ya da işitmeyi veya elle bir aleti tutmayı kavrama yetisine sahip olup olmadığına karar vermeniz gerektiğini anlatacaktır size. Eğer Marslı tıntın kafalı biriyse, yapacağınız biraz daha iş vardır: Kaşığa geçmeden önce parmakları açıklamanız gerekecektir…
Aslında, Marslılara bir şeyleri açıklamayla ilgili sorular her zaman favorimdir; çünkü dinleyen kişiye ve onun sözlerden çıkaracağı anlama basbayağı duyarsız olunması halinde, parlak ve havalı konuşmanın, akıllı ve bilgili olmanın hiç de işe yaramadığını hatırlatır bize. Bütün romancılar, yayıncılar ve öğretmenler bu dersi DNA’larına kazımalıdır.
Oysa böyle sorularda ve John’un bu kitapta sunduklarında bir değer vardır. Ne de olsa, tek bir disiplin çok yönlü, meraklı ve kurcalayıcı bir insan yaratmaya asla yetmez. Fizikçilerin felsefi çerçevede düşünmesi, felsefecilerin somut gerçekleri bilmesi gerekir; tarihçilerin, hekimlerin ve matematikçilerin sırf ampirik bulgularıyla ilgili zihinsel bir gözden geçirme için bile olsa, ara sıra sezgiye dayalı kestirimlerle uğraşması gerekir.
Gündelik sağduyu yararlı bir şeydir, ama sınırlayıcı da olabilir: Birisi size başınızı nasıl tartacağınızı ya da bir uzay mekiğinde şamdan yakmanın mümkün olup olmadığını sorduğunda, “Ya, ne diye buna kafa yorayım?” diye terslemenin kimseye bir faydası olmaz. Her ne kadar böyle bir karşılık, sanırım, The Apprentice [Çırak] gibi yapısı gereği daha pragmatik bir yarışmada hanenize bir ya da iki puan yazacak olsa da.
Mülakatçılar -özellikle köklü üniversitelerde- görünüşte çatlakça sorular yöneltmelerinden dolayı eleştiri oklarına hedef olurlar. Bence onları biraz rahat bırakmalıyız. Tuhaf sorularla en iyi başa çıkanların her zaman sınavı geçtiğini gösteren bir kanıt yoktur. Elbette bu kitap da saygın konumlara ulaşmanın ya da makbul işleri kapmanın sihirli bir kestirme yolu olarak sunulmuyor. Ama bu düşünme tarzını saygıyla karşılıyor ve bu türden sorulara cevap vermenin bazı yollarını gösteriyor. Cevaplar “model” ya da kopya niteliğini taşımıyor; sadece yazarın bunlara nasıl yaklaşacağının örneklerini veriyor. Şahsen, yazarın vardığı sonuçlardan bir ya da ikisiyle uyuşmadığımı söylemekten memnunum; ama bizzat uyuşmazlık sürecinin eğlendirici ve ufuk açıcı olduğunu da eklemeliyim.
Çünkü genelde üşütükmüş gibi yanıltıcı bir izlenim veren bu sorulara cevap vermeye çalışmak yararlı olduğu gibi keyiflidir de. Tıpkı (iyi bir gününüzde) küçük çocukların insanda burun deliklerinin niçin yukarıya dönük olmadığına ya da dalgın bir ineğin ne düşündüğüne dair keskin sorgulamalarına cevap yetiştirmek gibi. Eğer beklenmeyen şeylerin dehşetini aşabilirsek, böyle sorular bize oyun alanı yaratır: mantığın ve anlamın değişik cephelerinde gezinmek, aklımızın ücra köşelerindeki bilgi kırıntılarını bulup çıkarmak ve bunları birbirine örerek yeni bir kalıba dökmek. Telaşa kapılmadan biraz durmayı ve kafa karışıklığına düşmeden düşünmeyi bilmek iyidir. Soruları beyninizin piyanosundaki beş parmak egzersizi gibi düşünün – ve dilediğiniz kadar aykırı görüşlere sapın.
Libby Purves
Londra 2009
*
Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?
Dur, bir düşüneyim…
Bu kitap bir soru ve cevap derlemesidir. Sorular pek tabii ki Oxbridge [Oxford ve Cambridge] üniversitelerine girmek isteyen adaylara, kabul jürisi hocalarının yönelttikleri tuhaf ve sıkıştırıcı mahiyetteki meşhur sorular arasından seçilmiştir. Kurulun amacı bu yolla gerçekten akıllı, çabucak düşünüp tepki verebilen öğrencileri belirlemektir. Soruların olağanüstü yanı, düşünmeye yöneltme açısından ustalıkla hazırlanmış olmalarıdır. “Hangi kitaplar senin için zararlıdır?“, “Bir izci kızın siyasi gündemi olur mu?” ve “Bir karıncayı havadan yere bırakınca ne olur?” gibi bir soru karşısında aklınızın anında fırıldak gibi dönmesi için bir Oxbridge adayı olmanız hiç de gerekmez.
Çoğu zaman pek düşünmeden hayatın akışını sürdürürüz. Öyle fazla düşünmeye gerek de yoktur aslında. Hepimizin asgari çabayla otomatik tepki vermeyi sağlayan bir bilgi ve deneyim dağarcığı vardır ve çoğu kez otomatik tepki iş görür. Ama kitaptaki sorular buna elverecek nitelikte değil. Şaşırtıcı, merak uyandırıcı, garip, saçma ve hatta kimi zaman basbayağı asap bozucu görünmekteler; ama hepsinin ortak yanı sizi düşünmeye yöneltmeleridir. Ve bu öylesine az rastlanır bir şeydir ki, anında keyif uyandırır insanda. Bazı soruları arkadaşlarımın üzerinde denediğimde, önce kahkahaya boğuldular, ardından görüşler ortaya atmaktan kendilerini alamadılar.
Bana kalırsa, biz insanlar aslında düşünmeyi seviyoruz. Düşünmek heyecan vericidir. Bize canlılık verir. Harıl harıl sudoku, bulmaca ve bilmece çözen insanlara bakınca bunu anlarsınız, üstelik rutin uğraşlar olmalarına karşın. Soruların harika yanı, çok farklı düşünme tarzlarına kapı açmalarıdır. Aslında hiçbirinin tek “doğru” cevabı yok. Bazıları ilk bakışta cevap verilemez görünse de, şuradan azıcık bilgi kırıntısı, oradan biraz mantık alıp araya bir tutam şakacılık katma yoluyla uygun bir cevap bulunabilmesi şaşırtıcıdır – gerçekten ilginç bir akıl yürütme de ortaya koyabilirsiniz, neden olmasın!
Buradaki cevaplar elbette bana ait. Bir öğrencinin verebileceği cevaplar olma iddiasını taşımıyor. Bir mülakat durumunda vereceğim cevaplar bile değil bunlar. Baskı altında korkudan donmuş akıl durumunu yeniden yaşamaya çalışmak bana anlamsız göründü! “Doğru” cevaplar sunma gibi bir niyetim de kesinlikle yok. Aslına bakılırsa, kimi Oxbridge hocalarının bazı fikirlerim karşısında umutsuzluğa kapılacaklarına eminim. Buradaki cevaplar sırf düşünmeye yem atmaktan ibarettir – soruların tam olarak ne anlama geldiklerine ve nasıl cevaplandırılabileceğine dair öneriler yani.
Her soru farklıdır ve farklı türden bir cevabı gerektirir. Genelde siz okurlara daha geniş düşünme alanı bırakmak için, cevaplarımı olabildiğince tarafsız tutmaya çalıştım. Ancak, kişiselleştirilmiş bir cevabı kaçınılmaz kılan birkaç soru var. Yine genelde zekice kaçamak yollara başvurmak yerine sorulara doğrudan cevap vermeye çalıştım, hem de böyle kaçamaklar harika biçimde eğlenceli ve yaratıcı olabilecekken. “Bir gökdelenin yüksekliğini ölçmek için bir barometreyi nasıl kullanırsın?” sorusu yöneltildiğinde, aramızdan yeni göçen büyük insan Clement Freud, hep beklenen cevabı bilmekle birlikte, barometreyi yukarıdan aşağıya atarak düşüş süresini tutmak, yüksekliği çıtlatması için kapıcıya barometreyi rüşvet olarak vermek gibi akıllıca bir dizi alternatif belirtmeyi yeğ tutmuştu. Doğru ve sonuçta daha ilginç cevap elbette binanın tepesindeki ve dibindeki hava basıncını ölçerek, basınç farklılığından yüksekliği hesaplamaktır. Genelde dilediğiniz kadar pervasız yaratıcılığı sergilemede özgür olmanız için bu tür cevapları verdim.
Hiç kuşkusuz, bu soruları cevaplandırmanın bir reçetesi yok. Sorular üzerinde duran gazeteciler, Edward de Bononun 1967’de çıkan ünlü kitabı The Use of Lateral Thinking‘e [Etraflıca Düşünmenin Yararı] atfen “etraflıca düşünme”ye dönük olduldarını belirtiyorlar. Sırf bir önermenin doğruluğunu değerlendirmeyi amaçlayan standart “eleştirel düşünme”nin aksine, “etraflıca düşünme” önermeleri tamamen yeni ve belki ilişkisiz fikirler yaratmaya yardımcı olacak dürtüler gibi kullanmaya dayanır. De Bono, düşünme biçimimizin genelde tramvay hattı gibi bir yol izlemesi nedeniyle, bizi tamamen farklı istikametlerde düşünmeye kışkırtacak araçlara ihtiyacımız olduğunu ileri sürer. Bunun nasıl işlediğini gösteren bir örnek, sözgelimi bir reklam kampanyası için sözlükten gelişigüzel bulunmuş bir kelimeden hareketle düşünceler türetmeye çalışmaktır. Böyle teknikler etkili olabilir.
Ama bu sorular sadece etraflıca düşünmeye dönük değil. Bazıları gerçekten öyledir. Sözgelimi, başınızı tartma yolunu bulmak için etraflıca düşünmeniz gerekir. Ama diğer birçok soru dosdoğru sizi kendi açınızdan düşündürtmeye yöneliktir. Bazıları önyargılarınızı sorguluyor. Bazıları dünyanın karşı karşıya olduğu meseleler üzerine düşünmenizi istiyor. Bazıları toplumumuzdaki mevcut gidişatın sebeplerine kafa yormanızı öngörüyor. Bazıları gerçekliğin ve varoluşun doğasına ilişkin temel sorular üzerine kafa yormanızı bekliyor. Bazıları sadece kanaatinizi öğrenmeyi amaçlıyor.
Bu sorulara cevap vermede kilit unsurun bir an durup sorunun ne anlama, daha doğrusu başka ne anlama geldiğini düşünmek olduğunu söyleyebilirim. En az ilginç ve en az akıllıca olan karşılık, akla hemen otomatikman gelendir. Bunun, sorudaki asıl incelikli noktayı kaçırma olasılığı yüksektir. Örneğin, “Hangi kitaplar senin için zararlıdır?” diye sorulduğunda, ahlaki bakımdan şüpheli kitaplardan oluşan klişe bir listeye sıkışmak kolaydır – tercihinizi gerekçelendirme yoluyla bunu biraz ilginç kılabilirsiniz en fazla. Peki, ama bu soruyu biraz irdelemeye, sözgelimi “zararlı”yla neyin kastedildiğini kurcalamaya değmez mi?
“Bir inekte dünyadaki suyun kaçta kaçı bulunur?” ve “Croydon’un nüfusu nedir?” gibi uzmanlık bilgisi gerektiriyormuş gibi görünen bazı sorular var. Cevabı bilmeniz harika olur, ama asıl ilginç ve “akıllıca” olan şey, herhangi kendine özgü bir bilgi olmaksızın cevaba varmaktır. İşin şaşırtıcı tarafı, bunun öyle düşündüğünüz kadar zor olmamasıdır. Berrak bir kafayla olaya yaklaşmanız ve doğru bildiğiniz birkaç küçük şeyi sıralamanız yeterlidir.
Bu sorulara cevap vermek akıllı olmayı gerektirir – şaşırtıcı, eğlendirici, ufuk açıcı, asap bozucu, sinsi, muzip, derin, parlak bir akıl. Ama bu herkesin ulaşabileceği bir şeydir. Bilgiyle ilgili değildir. Eğitimle de ilgili değildir. Her türlü ilginç yolla düşüncelerinizi eğip bükmeyle ilgilidir. Ve bu da herkesin yapabileceği bir şeydir. Oxbridge’de yer edinmeye yetecek kadar şanslı olanların tekelindeki bir alan da değildir. Sahici akıllılığın önünde, kendini beğenmişlikten daha büyük engel yoktur.