Mustafa K. Erdemol’un, bizzat yerinde, Suriye’de, savaşın içinde edindiği deneyimlerinden, güçlü bir teorik donanım, ama daha da önemlisi, sağlam bir “etik” duruştan kaynaklanan çözümlemelerinin berrak bir bakış açısıyla sunulduğu bu çalışma “Suriye olayının” tüm yerel, bölgesel, hatta yükselen güçlerle egemen güçler arasındaki dengeler ve rekabet alanı bağlamında küresel boyutlarıyla özlü bir biçimde ve dinamik bir anlatıyla ortaya koyuyor. Bu çalışma bize, “Arap Baharı” denen olayları da kapsayan kapsamlı bir Ortadoğu panoraması sunuyor.
Erdemol, bu çalışmada, neden Suriye’nin bir Libya ya da Irak olmadığını, Beşar Esad’ın, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun beklediği gibi “on, on beş gün” içinde devrilememiş olmasının nedenlerini, yerel muhalefet hareketlerine, özelde, “Arap baharı” tanımlamasıyla saptırılmaya çalışılan devrimci dalgaya, emperyalizmin müdahale etmeye başlamasıyla ortaya çıkan insanlık trajedilerini daha kolay anlamamıza yardımcı oluyor.
Okudukça Suriye sorununun giderek Türkiye’yi de içine çeken bir bataklığa dönüşmeye başlamasını tüm boyutlarıyla izleyebiliyoruz. Sanırım tarih de AKP Türkiye’sinin Suriye politikasının ne kadar yanlış, AKP yönetiminin çevresindeki realiteyi anlamakta ne kadar yetersiz olduğunu yazacak ve bu yanlışın yetersizliğin hem Suriye hem de Türkiye halkına ne kadar pahalıya patladığını da… Belki de, tarih Türkiye’nin kurtlar sofrasına oturmaya çalışırken, kendini menüde bulmuş olduğunu da bir dipnot olarak ekleyecek.
ERGİN YILDIZOĞLU
İÇİNDEKİLER
Sunuş
Önsöz
Yakın Tarih
Büyük Suriye
Bir Hoşgörü Ülkesi: Suriye
Bir Ortadoğu Tilkisi: Hafız Esad
Beşar: Zoraki Başkan
UW ve Yerli Ortakları
Suriye’ye Neden Saldırıyorlar?
Çeşit Çeşit Muhalefet
ABD’nin İstediği Muhalefet
Kürtlerin Durumu
Fark Edilmeyen(!) Müslüman Kardeşler
Hariri Suikastının Zamanlaması
Rusya Neden Suriye’nin Yanında?
İpler Kopma Noktasında
Rusya-İsrail İlişkilerinin Etkisi
Şam’da
BM Gözlemcisinden Çok Medya Mensubu
Suriye kazanacak
Krizin Vurduğu Kent Antakya
“İktidar bize Esad’mışız gibi davranıyor”
Neden pastane çok?
“Hayır dediğimiz için”
Nakliyecilik Ölürse
Fuhuş İddiası
Meclis Heyetine Bile İzin Yok
Türkiye’nin Derdi Ne?
Su Savaşları Yalanı
“Türkiye’nin hatası”
Annan Planı ve Türkiye
Türkiye Hangi Muhalefeti Destekliyor
Çatışıp Geliyoruz
Asıl Tehlike Mezhep Çatışması
Hatay’ı da Konuşacağız
Halk Terör İstemiyor
Halk Silahlanıyor, Azınlıklar Esad Yanlısı
Halep Neden Düşmüyor?
Suriye’nin Büyük Kozu Hizbullah
Nasrallah: Suriye’nin Füzeleriyle Vurduk
Sevgi Nefrete Dönüştü
Yapılanlar unutulmaz
Hula Saldırıları
Northwood Operasyonu
Medya Yalanları
Kardeş Esad Bilmecesi
Suriyeli’den Çok Yabancılar
Son Suriye Gezisi İzlenimleri (Şubat 2013)
Reyhanlı Başlangıç
Yumuşama Olunca Saldırı Geldi
Türkmen Sığınmacılar Ateş Püskürüyor
Sosyal İşler Bakanı Şammat’tan Türklere Çağrı: “Yardım
Kampanyalarına Aldanmayın”
Halk Örgütleniyor
ABD’nin Tutum Değişikliği
ABD ile Müttefiklerinin Bölgesel Planları, Planların Açmazları
Dakika Bir, Gol Bir: ABD-Türkiye-Barzani Yönetimi Arasında Ayyuka Çıkan Sorunlar
Irak’taki Gelişmelerin Suriye’ye Dönük Yansımaları
Esad Devrilebilir mi?
Ekipman
Hava gücü
İnsan gücü
Organizasyon
Suriye’de Bundan Sonra Ne Olur?
60 Bin Asker
Esad’ın da Bir B Planı Var
Esad’ın Kontrolü Kaybetmesi Durumunda Oluşabilecek Diğer Seçenekler
Sonsöz Yerine
Sunuş
Karl Marx, ünlü VIII. Tez’de “Toplumsal yaşam özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe götüren tüm gizemler, akla uygun çözümlerini, insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur.” [] saptamasını yapar. Bu saptamanın ışığında bakınca, “Suriye” olayının, AKP döneminde Türkiye dış politikasına yön veren “Stratejik Derinlik” teorisinin, bundan türetilmiş “komşu ülkelerle sıfır sorun” politikasının tüm mistiğini dağıtan pratiğin adı olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Özellikle de elinizdeki çalışmayı okuduktan sonra.
“Stratejik Derinlik” teorisine göre, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu geçmişi, Sünni Müslüman geleneği ve yapılanması, bölgede bir “stratejik derinlik” ayrıcalığına sahip olma anlamına geliyordu. Bu stratejik derinlik sayesinde, küresel bir hegemonun, günümüzde ABD’nin desteğine dayanarak, Türkiye bölgede güç yansıtacak, Müslüman ve Arap dünyasının lideri konumuna yükselecekti. Bu vizyona göre Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ortağı olarak bölgede, bu hegemonla stratejik birlik içinde düzen kurucu bir pivot ülkeydi.
Bu 21. Yüzyılın “Büyük Osmanlı Barışı” hayaliydi. Bu hayal, Batı emperyalizminin bölgede kendisiyle çalışacak, Müslüman ama emperyalizmin ekonomik, siyasi kullanımına, kültürel etkilerine açık (“post-colonial”) diğer bir değişle “ılımlı” Müslüman müttefik hayaliyle de uyum halindeydi. AKP kurmaylarına göre de, zaten AKP, “iç ve dış dinamiklerin çakışmasının” adıydı.
Batı, son iki genel seçimlerde, Financial Times, The Economist, The New York Times gibi yayımlarda sık sık okuduğumuz gibi, ılımlı İslam’ın seçimle iktidara gelebileceğini, orada kalabileceğini, AKP yoluyla kanıtlamaya niyetliydi. Böylece Siyasal İslam radikal kanatları tasfiye edilerek, Batı’nın uzantısı bir harekete dönüştürülecekti.
Elinizdeki çalışmayı okurken, bu fantezinin de Suriye olayında iflas ettiğini, Batı’nın, ılımlı İslam’a verdiği destekten beslenerek yetişen zehirli otlardan, Selefi hareketin kasaplarından, Batı’nın fena halde korkmaya başladığını, Suriye konusunda şimdi ne yapacağını bilemez noktaya geldiğini de göreceksiniz.
Mustafa K. Erdemol’un, bizzat yerinde, Suriye’de, savaşın içinde edindiği deneyimlerinden, güçlü bir teorik donanım, ama daha da önemlisi, sağlam bir “etik” duruştan kaynaklanan çözümlemelerinin berrak bir bakış açısıyla sunulduğu bu çalışma “Suriye olayının” tüm yerel, bölgesel, hatta yükselen güçlerle egemen güçler arasındaki dengeler ve rekabet alanı bağlamında küresel boyutlarıyla özlü bir biçimde ve dinamik bir anlatıyla ortaya koyuyor. Bu çalışma bize, “Arap Baharı” denen olayları da kapsayan kapsamlı bir Ortadoğu panoraması sunuyor.
Erdemol, bu çalışmada, neden Suriye’nin bir Libya ya da Irak olmadığını, Beşar Esad’ın, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun beklediği gibi “10-15 gün” içinde devrilememiş olmasının nedenlerini, yerel muhalefet hareketlerine, özelde, “Arap baharı” tanımlamasıyla saptırılmaya çalışılan devrimci dalgaya, emperyalizmin müdahale etmeye başlamasıyla ortaya çıkan insanlık trajedilerini daha kolay anlamamıza yardımcı oluyor.
Okudukça Suriye sorunun giderek Türkiye’yi de içine çeken bir bataklığa dönüşmeye başlamasını tüm boyutlarıyla izleyebiliyoruz. Sanırım tarih de AKP Türkiye’sinin Suriye politikasının ne kadar yanlış, AKP yönetiminin çevresindeki realiteyi anlamakta ne kadar yetersiz olduğunu yazacak ve bu yanlışın yetersizliğin hem Suriye hem de Türkiye halkına ne kadar pahalıya patladığını da… Belki de, tarih, Türkiye’nin kurtlar sofrasına oturmaya çalışırken, kendini menüde bulmuş olduğunu da bir dipnot olarak ekleyecek.
Neden eklemesin ki, Suriye olayı başladıktan sonra çatışmalarda on binlerce insan öldü. Yüzbinlerce insan evinden toprağından oldu, başka ülkelere sığındı. Kendi halkına doğru dürüst bakmaktan aciz olan bu ülkelerde tam bir perişanlık içinde yaşamaya katlanmak zorunda kaldı. Bu sırada, rejime muhalefet eden kesim içinden, Selefi akım tüm şiddeti, bağnazlığı ve acımasızlığıyla yükselerek egemen silahlı güç haline geldi.
ABD ve Avrupa’nın Suriye’de Esad sonrasında oluşacak bir rejim bağlamında büyük bir tehlike olarak gördüğü, giderek terk ettiği bu akımın savaşçılarının, kadrolarının Türkiye topraklarında üstlendirilmesi, gelecekte büyük istikrarsızlık yaratma potansiyellerine sahip bir dinamik yarattı.
Bu dinamiklere, AKP hükümetinin, bir taraftan Kürtlerle, Irak Kürdistanı’ndaki petrolleri de kapsayan kimi hesaplara girişirken, aynı anda bu Selefi grupları Suriye Kürdistanı’ndaki Kürtlere karşı kullanmaya çalışması gibi, garip politikalarla, Irak Kürdistanı’nı Iraktan kopartmaya çalışırken, ABD ile düşmeye başladığı uyumsuzluğu eklediğimizde, karşımıza korkutucu olaylara gebe bir ufkun açılmaya başladığını görüyoruz.
Ergin Yıldızoğlu
Önsöz
Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin de etkisiyle, Suriye’de emperyal güçlerce kışkırtılan huzursuzluğun henüz başlarındayken, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, iktidardan düşmesinin an meselesi olduğunu sandığı Beşar Esad’a ömür biçmiş, “ona on beş gün süre veriyoruz” demişti.
Suriye’de AKP iktidarının öngördüğü biçimde gelişmedi olaylar. Esad, Türkiye yöneticilerinin düşündüklerinin tersine, ayaklanma başlar başlamaz iktidardan düşmedi. Zaman geçtikçe, ülkesinde ciddi bir halk desteğine sahip olduğu da anlaşıldı. Önceden ona muhalefet edenler bile, “muhalif” oldukları söylenen çetelerin emperyal maşalar olduğunun farkına vardılar zamanla. Ordudan muhalefet saflarına geçen askerlerden dört yüze yakını yeniden Esad saflarına geçtiler. Başta Fransa olmak üzere batılı ülkeler, onca destek verdikleri Suriyeli muhaliflere Esad’la görüşmeleri için baskı yapmaya başladılar. Artık kimse Esad’sız bir çözümden söz etmiyor.
Türkiye için ise durum pek de iç acıcı değil. Kendisini bölgeye “çeki düzen verici” bir konuma koydu ama ciddiye alınmadığını gördük. Mısır’da, Müslüman Kardeşler destekli İslamcı Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, daha koltuğa oturalı bir yıl bile olmadan, üstelik de ülke içindeki zor durumuna rağmen, Suriye konusunda emperyal güçler safında, öne çıktı. Batı, onu Türkiye Başbakanı’ndan daha fazla ciddiye alıyor. Yani Türkiye başlangıçtaki iddialı konumunu büyük ölçüde yitirmiş durumda. BM toplantısında, Suriye’ye müdahele konusundaki isteğine olumlu yanıt veren tek bir ülke çıkmadı örneğin. BM Genel Sekreteri toplantıdan üç gün önce Suriye’ye askeri müdahalenin doğru olmayacağını açıkladı. Davutoğlu ile, kendi başkanına ters düşen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’dan başka askeri müdahale lafı eden olmadı. BM’deki aynı toplantıda, daha önce “Suriyeli kardeşlerimize kapımız sonuna kadar açık” diye böbürlenen Davutoğlu, bir mülteci kriziyle karşı karşıya olunduğunu belirterek yardım istedi.
Yani, Türkiye açısından her anlamda başarısızlık sözkonusu. Egemen bir ülkenin içişlerine müdahale eden, emperyal güçlerin safında bir ülke olduğu gibi, mülteci krizini “yönetemeyen” bir ülke durumuna da düştü Türkiye. Suriye muhaliflerinin ise tek ortak yanları Esad’ı devirmek. Ancak Esad karşıtlarının hatırı sayılır bir kesiminin amacı onu devirip teokratik, faşizan bir şeriat rejimi oluşturmak, kalan diğer kesiminin niyeti ise ABD ile batıya entegre bir saf liberal-uydu rejim kurmak. Oysa sorunun Esad’ın gitmesiyle bambaşka bir hal alacağı artık biliniyor. En azından, Esad sonrası Sünni bir İslamcı rejim, bölgedeki, az da olsa var olan, demokratik mücadeleyi geriletebilir…