Brian Engle tam 10.14’te American Pride Şirketine ait uçağı 22 numaralı kapının önünde durdurdu. Üzerinde, «Lütfen Kemerlerinizi Bağlayınız,» yazılı panonun ışıklarını söndürdü.
Şimdiye dek hiçbir uçuşun sonunda böylesine rahatlamamış ve kendini bu kadar yorgun hissetmemişti. Başı çatlayacak gibi ağrıyor, adeta zonkluyordu. Engle’ın bu akşamla ilgili kesin planları vardı. Pilotlara ait salonda içki içmeyecek, yemek de yemeyecekti. Westwood’a döndüğünde banyo bile yapmayacaktı. Kendini yatağına atarak on dört saat uyumak niyetindeydi.
American Pride’in Tokyo-Los Angeles arasındaki bu seferi şirketin en önemli servislerinden biri sayılıyordu. Yolculuk önce sert bir rüzgâr yüzünden gecikmişti. Sonra da LAX’ta görülen o her zamanki tıkanıklık yüzünden. Engle, LAX’in Amerika’nın en kötü havaalanı olduğuna inanıyordu. Tabii Boston’daki Logan Alanı hesaba katılmazsa. Uçuşun sonlarına doğru karşılaştıkları basınç
sorunu durumu daha da kötüleştirmişti. Sorun önce önemsiz gibi görünürken gitgide kötüleşmiş ve insanı korkutacak boyutlara varmıştı. Bir patlama ve şiddetli basınç düşmesi olayıyla karşı karşıya kalmak üzereydiler. Ama neyseki iş o noktaya varmamıştı. Bazen bu tür sorunlar birdenbire ve esrarlı bir biçimde ortadan kalkıveriyordu. Bu kez de öyle olmuştu. Kontrol kabininin hemen gerisindeki kapıdan çıkan yolcular, Tokyo’dan başlayan bu gece uçuşu sırasında kıymaya dönmelerinin an meselesi olduğunu farketmemişlerdi bile. Ama Engle durumu biliyordu. Bu yüzden de başı çatlayacak gibi ağrımaya başlamıştı.
Brian Engle yardımcı pilota döndü. «Bu kaltak hemen teşhis merkezine gitmeli.
Onlar uçağın geldiğini ve sorunun ne olduğunu biliyorlar. Öyle değil mi?»
Yardımcı pilot başını salladı. «Bu durum hoşlarına gitmiyor ama her şeyi biliyorlar.»
«Hoşlanıp hoşlanmadıkları bana vızgelir, Danny. Bu gece ölüme fazla yaklaştık.»
Danny Keene başını, «Evet,» der gibi salladı. Durumu o da biliyordu.
Brian içini çekerek ensesini ovuşturdu. Başı çürük bir diş gibi ağrıyordu.
«Belki de bu iş için fazla yaşlıyım.»
Tabii herkes işi konusunda zaman zaman buna benzer sözler söylerdi. Aslında Brian bu iş için hiç de yaşlı olmadığını pekâlâ biliyordu. Kırk üç yaşındaydı.
Yani bir pilot için altın çağ sayılan döneme yeni giriyordu. Ama yine de bu gece olanlardan sonra bu sözlerine neredeyse kendi de inanacaktı. Tanrım, çok yorgundu!
Kabinin kapısına vuruldu. Seyir görevlisi Steve Searles yerinden kalkmadan döndü
ve kapıyı açtı. Dışarıda sırtında American Pride Şirketinin yeşil bleyzerlerinden olan bir adam bekliyordu. Kapıda görev yapan memurlara benziyordu ama Brian öyle olmadığını biliyordu. Bu adam John (ya da James) Deegan’dı. American Pride Şirketinin LAX’taki Operasyon Müdür Yardımcısı.
«Kaptan Engle?»
«Evet?» Brian’ın bütün savunma mekanizması harekete geçti ve baş ağrısı da şiddetlendi. İlk düşüncesi, uçağın hava kaçırmasının suçunu bana yükleyecekler, oldu. Bunun nedeni mantık değildi tabii. Sadece gerilmiş sinirler ve yorgunluktu. Paranoyak bir düşünce bu, dedi kendi kendine. Ama ben de şu anda öyle bir durumdayım.
«Korkarım size kötü bir haberim var, kaptan.»
«Uçağın hava kaçırmasıyla mı ilgili?» Brian’ın sesi fazla sert çıkmıştı. Uçaktan inen birkaç yolcu dönüp ona baktılar. Ama artık yapabileceği bir şey yoktu.
Deegan, «Hayır,» der gibi başını salladı. «Karınızla ilgili, Kaptan Engle.»
Brian bir an adamın ne demek istediğini anlayamadı. Orada oturmuş, ağzı bir karış açık Deegan’a bakıyor, kendini pek aptalmış gibi hissediyordu. Sonra aklı
başına geldi. Deegan, Anne’i kastediyordu tabii.
«O benim eski karım. Biz boşanalı on sekiz ay oldu. Anne’e ne olmuş?»
Deegan, «Bir kaza olmuş sanırım,» dedi. «Belki büroya gelmeniz daha iyi olur.»
Brian merakla adama baktı. O uzun, gerilim dolu üç saatten sonra bütün bunlar ona garip biçimde gerçek değilmiş gibi geliyordu. Bir an Deegan’a, bu Gizli Kamera gibi saçmasapan bir şeyse, demek istedi. Defolup başımdan git! Ama kendini tuttu. Tabii aslında oyun falan değildi. Uçak şirketlerinin önemli memurları şaka yapıp oyun oynamazdı. Özellikle bunu havada korkunç bir kaza geçirmekten kıl payı kurtulmuş pilotlara yapmazlardı.
«Anne’e ne olmuş?» Brian bu kez soruyu daha yumuşak bir sesle sormuştu. Pilot yardımcısı ona ihtiyatlı bir anlayışla bakıyordu. «İyi mi?»
Deegan başını eğip pırıl pırıl cilalı ayakkabılarına baktı. Brian o zaman haberin gerçekten çok kötü olduğunu anladı. Anne’in hiç de iyi olmadığı
belliydi. Bütün bunlara inanamıyordu. Anne henüz otuz dört yaşındaydı. Sağlıklı
ve tedbirli bir kadındı. Ayrıca Brian kaç kez, Boston kentinde aklı başında bir tek sürücü var, diye düşünmüştü. O da Anne. Hatta bütün Massachusettes eyaletinde ondan başkası yok.
Brian, Deegan’a başka bir şey daha sorduğunu farketti. Sanki beynine bir yabancı
girmiş, ağzını hoparlör olarak kullanıyordu. «Yoksa öldü mü?»
John ya da James Deegan destek ararcasına etrafına bakındı. Ama geride sadece bir hostes vardı. Uçaktan inen yolculara, «Los Angeles’te güzel bir akşam geçirmenizi dilerim» diyor, arada bir de endişeyle pilot kabinine göz atıyordu.
Herhalde o da Brian’ın az önce aklına gelen şeyi düşünüyordu. Yani uçuşun son birkaç saatini kâbusa çeviren o hava kaçağından mürettebatın sorumlu tutulmasından korkuyordu. Deegan destek bulamadı. Tekrar Brian’a bakarak,
«Evet,» der gibi başını salladı.
«Evet… korkarım öyle. Lütfen benimle gelir misiniz, Kaptan Engle?»
Brian Engle on ikiyi çeyrek geçe Los Angeles’ten Boston’a gitmek için American Pride Şirketinin 29 sefer sayılı uçağına bindi. Amerika kıtasını aşan yolcuların
‘Kızıl Göz’ diye tanımladıkları yolculuk on beş dakika sonra başlayacaktı. Brian daha önce, eğer LAX Amerika’nın en tehlikeli ticari havaalanı değilse, o zaman Logan’dır, diye düşündüğünü anımsadı. Ve şimdi kötü rastlantılar sonucu sekiz saat arayla iki havaalanına da inmiş olacaktı. LAX’a pilot olarak inmişti.
Logan’a ise bitkin bir yolcu gibi.
Los Angeles’e indiğinde zaten şiddetli olan baş ağrısı biraz daha arttı.
İçinden, bir yangın, dedi. Kahrolasıca bir yangın. Dumansezicilere ne oldu, Tanrı aşkına? Yepyeni bir binaydı o!
Birdenbire Anne’i son dört, beş ay boyunca hiç düşünmemiş olduğunu farketti.
Boşandıkları ilk yıl ona eski karısından başka hiçbir şeyi düşünemiyormuş gibi gelmişti. Anne ne yapıyor, ne giyiyordu? Ve tabii, kimleri görüyordu? Sonunda yarası iyileşmeye başlamış ve her şey hızla olup bitmişti. Sanki ona iğneyle ruhunu canlandıracak bir antibiyotik vermişlerdi. Boşanma konusunda çok yazı
okuduğundan, canlandırıcı şeyin ne olduğunu biliyordu. Bu antibiyotik değil, bir kadındı. Yani düş-kırıklığını izleyen tepki.
Brian için başka kadın olmamıştı. Hiç olmazsa şimdilik yoktu. Birkaç kadınla bir iki kez çıkmış ve bir keresinde de çekinerek yatmıştı. (Bu AİDS çağında herkesin evlilik dışı ilişkiler konusunda çekingen davrandığına inanıyordu.) Hayır. O
sadece… iyileşmişti.
Brian diğer yolcuların uçağa binmelerini seyretti. Sarışın bir kadın, kara gözlük takmış küçük bir kızın elinden tutmuştu. Çocuk da bir eliyle sarışının dirseğini yakalamıştı. Kadın bir şeyler mırıldandığında küçük kız hemen sesin geldiği yöne doğru döndü. Brian o zaman çocuğun kör olduğunu anladı. Küçük kızın başını döndürüş biçimi açıklamıştı bunu. Ne garip, diye düşündü. Böyle küçücük hareketler insana çok şeyi açıklıyor.
Sonra için için ekledi. Anne… Şu an Anne’i düşünmen gerekmez mi?
Ancak yorgun kafası Anne’den başka konulara doğru kayıyordu. Karısı Anne.
Öfkeyle tokatladığı tek kadın olan Anne. Ve artık ölmüş olan Anne.
İçinden, herhalde ülkeyi dolaşarak konferanslar verebilirim, dedi.
Boşanmış erkeklerden oluşan gruplarla konuşurum. Tabii boşanmış kadınlarla da.
Konu, ‘Unutma Sanatı,’ olur.
Onlara, «Çiftler en çok dördüncü evlilik yıldönümlerinden sonra boşanırlar,»
diye açıklarım. «Beni ele alın. Ondan sonraki yıl bir cehennem hayatı yaşadım.
Suçun ne kadarının bende, ne kadarının da onda olduğunu düşünüyordum boyuna.
Çocuk konusunda onu sıkıştırıp durmuştum. Bu doğru mu olmuştu, yoksa olmamış
mıydı, anlamak istiyordum. Bizim en önemli sorunumuz buydu. Uyuşturucu ya da zina gibi dramatik şeyler değil. Sadece o eski ‘çocuk mu, meslek mi?’ konusuydu.
Sonra sanki kafamın içinde bir ekspres asansör belirdi. Anne de bunun içindeydi.
Ve asansör hızla aşağıya indi.
Evet, hızla aşağıya inmişti. Brian son birkaç ay hiç düşünmemişti… Hatta her ay nafaka çekini gönderme vakti geldiğinde bile. Bu uygarca bir davranış ve uygun bir rakamdı. Anne yılda brüt seksen bin dolar kazanıyordu. Nafakayı kendi avukatı ödüyordu. Brian da rakamı aylık hesap raporunda görüyordu. Elektrik faturasıyla, apartmanın ipotek borcu arasına sıkışmış bir iki bin dolar.
Brian kolunun altına keman kutusu sıkıştırmış, başına da Musevilerin ‘yarmulke’
dedikleri keplerden olan bir delikanlının koltukların arasından ilerlemesini seyretti. Çocuğun hem endişeli, hem de heyecanlıymış gibi bir hali vardı.
Gözleri geleceğin ışıltısıyla doluydu. Brian gencin coşkusunu kıskandı.
Evliliklerinin son yılında karısıyla arasında acı duygular ve öfke belirmişti.
Sondan dört ay kadar önce de olan olmuştu. Kafası, «Hayır,» diyemeden eli,
«Defol!» diye haykırmıştı. O olayı anımsamak Brian’ın hiç hoşuna gitmiyordu.
Anne bir partide içkiyi fazla kaçırmıştı. Eve döndüklerinde de ona karşı
saldırıya geçmişti.
«Bu konuda artık beni zorlama, Brian! Yakamı bırak. Artık çocuklardan söz etmeni istemiyorum. Bir sperm testi istiyorsan doktora git. Benim işim reklamcılık, bebek doğurmak değil. Senin şu fazla erkekçe zırvalarından bıktım…»
İşte o zaman karısını tokatlamıştı. Şiddetle ağzına vurmuştu kadının. Ve bu tokat cümleyi zalimce bir düzgünlükle sona erdirmişti. Karı koca, Anne’in daha sonra öleceği o apartmanda, karşılıklı durarak birbirlerine bakmışlardı. İkisi de hiçbir zaman itiraf edemeyecekleri kadar sarsılmış ve korkmuşlardı. (Belki Brian ancak şimdi, 5A numaralı koltukta oturmuş bu sefere katılacak yolcuların uçağa binmelerini seyrederken bunu itiraf ediyordu. Sonunda kendi kendine itiraf ediyordu.) Anne kanamaya başlayan dudağına dokunmuş, sonra, da parmaklarını ona doğru uzatmıştı.
«Bana vurdun,» demişti. Sesinde öfkeden çok şaşkınlık vardı. Brian o zaman, galiba Anne Quintan Engle’a yaşamında ilk kez biri öfkeyle vurdu, diye düşünmüştü.
Sonra da karısına, «Tabii vurdum ya,» demişti. «Ve sesini kesmezsen aynı şeyi tekrar yapacağım. Artık o sivri dilinle beni zehirleyemeyeceksin, hayatım.
Ağzına bir asma kilit takman iyi olur. Bunu sana kendi iyiliğin için söylüyorum.
O eski günler sona erdi artık. Eğer evde aklına estiğince tekmeleyebileceğin bir şey olmasını istiyorsan o zaman bir köpek al!»
Evlilikleri birkaç ay daha zorlukla devam edebilmişti. Ama aslında beraberlikleri Brian’ın tokadı Anne’in suratında sakladığı an sona ermişti.
Karısı onu çileden çıkarmıştı. Tanrı da biliyordu bunu. Ne var ki, Brian o korkunç anı silebilmek için çok şey vermeye razıydı.
Son yolcular da uçağa binerken Brian, Anne’in parfümünü düşünmeye başladı. Sanki bu düşünce saplantıya dönüşmüştü. Kokuyu gayet iyi hatırlıyor ama adı aklına gelmiyordu. Neydi bu? Âşık? Aşkım? Akşam? Aman sen de! Kokunun adı dilinin uçundaydı. Bu insanı çıldırtacak bir şeydi.
Sıkıntıyla, onu özlüyorum, diye düşündü. Anne artık ebediyen yok ve ben şimdi onu özlemeye başladım. Ne garip!
Aşılama? Kokunun adı böyle saçmasapan bir şey olabilir mi?
Brian yorgun kafasına, bırak artık bunu, diye emretti. Kendini yiyip durma.
Kafası da razı oldu. Pekâlâ. Bu sorun değil. Konuyu bir tarafa bırakabilirim.
Hem de istediğim an. Acaba kokunun adı Aşı mıydı? Hayır, olmaz. Bu böceklere karşı kullanılan bir ilaç değil mi? Özür dilerim. Acaba Akşamlarımız olabilir mi? Yoksa Aşk Akşamları?
Brian kemerini takıp arkasına yaslandı ve gözlerini yumdu. Adını bir türlü
çıkaramadığı o parfüm genzine dolmuş gibiydi.
Hostes işte tam o zaman onunla konuştu. Tabii ya! Brian Engle’ın bu konuda geliştirdiği bir teorisi vardı. Hostesleri… mezuniyetten sonra belki de adı
‘Yolcunun Damarına Basmak’ olan gizli bir kursa çağırıyorlar. Orada bu kızlara, pek de gerekli olmayan bir hizmet sunmak için yolcular uyuklamaya başlayıncaya kadar beklemelerini öğretiyorlar. Özellikle yolcu iyice daldıktan sonra uyandırıp, «Yastık ya da battaniye ister misiniz?» diye sormayı da.
Hostes, «Affedersiniz…» diye söze başladı, sonra da durakladı. Brian kızın bakışlarının siyah ceketinin omzundaki apoletlerden yanındaki boş koltukta duran sırmalı kasketine kaydığını farketti. Kız bir an düşündü ve tekrar konuşmaya başladı. «Affedersiniz, kaptan kahve ya da portakal suyu ister misiniz?» Brian hostesin biraz şaşaladığını farkederek bıyık altından güldü. Kız kompartmanın önünde, küçük sinema perdesinin altındaki masayı işaret ediyordu. Masada iki buz kovası vardı. Her birinden de bir şarap şişesinin ince boynu uzanıyordu. Brian, tabii şampanya da içebilirim, diye düşündü. Aşk Çocuğu! Parfümün adı bu değil.
Ama buna yakın bir şey. Sonra hostese, «Teşekkür ederim,» dedi. «Hiçbir şey istemem. Yemek servisine de gerek yok. Boston’a varıncaya kadar uyuyacağım. Hava durumu nasıl?»
«Great Plains’ten Boston’a kadar 6.000 metre yükseklikte bulutlar var. Ama sorun değil. Biz daha yüksekten uçacağız. Ah, evet. Bize Mojave Çölünün yukarılarında Kutup Işıkları görüldüğü bildirildi. Belki onları görmek için uyumaktan vazgeçersiniz.»
Brian kaşlarını kaldırdı. «Herhalde şaka ediyorsunuz! California üzerinde Kutup Işıkları öyle mi? Yılın bu mevsiminde.»
«Bize öyle söylediler.»
Brian, «Galiba bazıları fazla ucuz uyuşturucu kullanıyor,» dedi. Kız güldü.
Sonra ekledi. «Teşekkür ederim ama ben yine de kestireceğim.»
«Peki, kaptan.» Hostes bir an durakladı. «Siz, karısını kaybeden o kaptan pilotsunuz değil mi?»
Brian’ın baş ağrısı birdenbire şiddetlendi ama kendini zorlayarak gülümsedi. Bu kadının… daha doğrusu bu pek genç kızın kötü bir niyeti yoktu. «O benim eski karımdı. Ama evet… ben oyum.»
«Bu kaybınız yüzünden çok üzgünüm.»
«Sağolun.»
önceki yazı
sonraki yazı
Yükleniyor....