Diğer

Sessizce Dön

sessizceDonB

Mevlânâ’nın izinde Belh’ten Anadolu’ya…

“Yola çıkan, yolun karakterini kazanır” diyor Özcan Yüksek. Mevlânâ’nın büyük göçünü, Mevlânâ oluşunu anlatıyor. Çöller, dağlar, sınırlar aşıyor. Mevlânâ’nın geçtiği yolları geçerken, kendisi de döne döne dolanıyor; Horasan’da, İran’da, Suriye’de ve başka diyarlarda, Mesnevi’de ve Divanı Kebir’de, ruhsal bir yolculuğa çıkıyor.

Ayrılık bazen bütün acıların kaynağı gibi gözükür. Belki de insan sonsuz bir ayrılık acısıyla doğmuştur. Ve o doğum, kopmaktır, ayrılmaktır. Yaşanan bütün küçük ayrılışlar, işte bu büyük ayrılığın parçalarıdır.
Bu ayrılıktan uzaklaşmak için kaçmak ister belki de insan, ama nereye kadar kaçabilir ya da kaçabilir mi? Yayımı gerdim ve okumu fırlattım, Belh’ten o yana fırlattım. Bir kere ok yaydan kurtulunca kim yakalayabilir ki onu?
Rumi der:
‘Damarlarım attıkça, canım bedenimde oldukça kaçmaktayım’.

içindekiler
önsöz
Afganistan
Belh
Rivayetçi
Su   .
Çamur
Göç
Arzın atlası
Yokluğun rüyası
Virane medrese.
Evliyalar parkı .
Ruhlar harmanı
Yolu aramak.
Cavcan’a doğru.
Ölüme giden renkler
Güzelliği gizlemek
Çöl kavşağında.
Zamanın kavşağında
Aşkın çölünde
Leyla ile Mecnun  .
Kum zaman
Maymana, mutluluk.
Kaysar, bir son.
Sevinç değirmencisi.
İran
Adımlan ölçe biçe
Rey’in dolambacında
Yol, Semnan .
Çokgen kapılı şehir, Semnan
Kervanlar kavşağı.
Dameğan
Bistam
Sebzvar .
Nişabur sarhoşluğu  .
Esramame
Kudret ve raks .
Ateşbaz .
Meshed .
Tus’un zeval çizgisi
Batıya dönüş:
Kerbela
Bisütun .
Hamedan
Mekânsızlık
Suriye
Sessizliğin sesiyle.
Halep.
Kale ve aşk
Susayanı arayan su, Hama
Şam’da sema.
Emevi Camii.
Mukademiye.
Basra: Eski Şam
Anadolu
Akıl güneş, hırs buzdur
Tövbekarın yeri
Seyir .
iyilik sırdır
özgürlük
Konya, Rum ülkesi
Kayıp çeşme.
Hamdım, piştim
Ölümü sevmek.
Tutsağın rüyası.

Önsöz
Bu önsöz yazışım kitabın sonuna koymak daha uygun düşecekti. O yüzden, önsözü kitabın sonundaymış gibi, kitabı bitirdikten sonra okumanızı arzu ederdim. Öyleyse neden sona koymadın diye sorulabilir tabii ki; istedim ki, anlatılanların bitiş noktası konmasın. Yolculuk kendi yorgunluğuyla bitsin ya da kendi dinginliğine erişsin ama önsöz de, yeni bir başlangıcın müjdecisi olsun.
Önsöz, kitabın başında yer alsın ama daha sonra okunsun. Kitap bittikten bir süre sonra, bir gün sonra ya da bir hafta sonra örneğin.
önsözde asıl olarak bu kitabın ortaya çıkmasında çok büyük katkısı olan arkadaşlarımdan söz etmek istiyorum. En basta da, nerdeyse on yıl öncesinden beri bu yolculuğu birlikte yapmayı tasarladığım, Atlas’tan ve daha önceki zamanlardan arkadaşım Hüseyin Keçe’ye teşekkür ediyorum. Hüseyin, yolculuğun tasarımında, en önemli ve güç iki etabında benimle birlikteydi. Mevlânâ ve babasının Belh’ten Konya’ya izlediği güzergâhın bu ayrıntıda ortaya çıkarılması ve kaba bir haritasının yaratılması tamamen Hüseyin Keçe’nin bir çalışması. Daha önce biç kimse böyle bir çalışmayı yapmış değil. Atlas’ta yayınlanan yazılarında bu haritaların ayrıntıları mevcut. Bu kitaba da koyduk. Afganistan ve İran etaplarında Hüseyin’le birlikteydik. Suriye etabında ise dergiden bir başka arkadaşım, Cüneyt Oğuztüzün benimleydi. Anadolu etabının Sivas bölümünde ise bir başka arkadaşım, Mustafa Cemal vardı. Mustafa ile yaptığımız sohbet, kitabın içeriğinin de bir bölümünü oluşturdu. Bu tür muhabbetleri sürdürüyoruz onunla
Mevlânâ’nın 800. doğum yıldönümü vesilesiyle bu büyük göç yolculuğunu Atlas için gerçekleştirmemizi sağlayan Anka Mall’a da teşekkür ediyorum.
Divan ı Kebir alıntılarını Şefik Çan’ın çevirisinden, Mesnevi alıntılarını Abdülbaki Gölpınarlı’nın gözden geçirdiği Veled İzbudak çevirisinden, Şemsi Tebrizi’nin Makalatından yapılan alıntıları Mehmet Nuri Gençosman çevirisinden aktardım. Divan çevirilerinde, iki yerde küçük şiirsel değişiklikler yaptım, affınıza sığınırım, ibtidaname çevirisinin tamamına internette eriştim, belirtilmemiş ama karşılaştırınca anlaşılıyor, çevireni büyük ihtimal Abdülbaki Gölpınarlı. Kitap, Konya’da 2001 yılında, Eski Eserleri Sevenler Demeği tarafından yayınlanmış, alıntılar bu kaynaktan.
Yola çıkan, yolun karakterini kazanır, inişli çıkışlı bir yolsa kendisi de öyle olur; kervanla yola çıkmışsa zamanı kervan ritminde hisseder, uçakla yola çıkmışsa da jet ritminden çıkamaz. Dağda yürürse dağ, çölde yürürse çöl olur. Mevlânâ yolunda, çoğunlukla, bedensel olarak değilse bile ruhsal olarak, onun zamanında kalmaya itina ettim,
Evhamımı, kalemimin ucunun eğilip bükülme raksını, kelimelerin kimi zaman suskun, kimi zaman ateş feryat seslenişini, bunların hepsini, evet hepsini Mevlânâ’nın notalarına borçluyum.

Belh

Elhasıl, Belh’teyim nice gündür.
Gece, kara burkasını çoktan örttü. Bu coğrafyada, Güneş karanlıklar savaşını kaybedince Yere de teslim olmasını söyler. Ahali çarçabuk evlerine çekilir, ardından odalarına çekilir, nihayet ben de tek başıma kabrim çamur damlı misafir hücresinde.
Az önce, Türkmen Türkçesiyle, Özbek Türkçesiyle ve sessizce ve enfiye çekmekten iyice hırpalanmış hırıltılı gırtlaklarla, hayırlı geceler dilendi. Elhamdülillah! Hizmetkâr erkek çocuklar, sessiz ve hürmetli ve bitap, yer sofrasını topladılar, bakır leğen ve ibriği dışarı çıkardılar. Jeneratör sesi dindi, kahkahalar dindi. Sakal sıvazlamaktan yorgun eller son bir kez daha duaya açıldı, sonra karın hizasına bastırıldı; alçak tavanlı odanın çıplak duvarlarında dev gölgeler birer birer büküldü ve çıktı, büküldü ve çıktı; misafir yalnız bırakıldı hücresinde.
Gün ateşi mum ateşi, gözlerim uykudan yana yana yazdığım için sözcüklerimdeki yanık kokusunu mazur görün. Tahminim o ki, en azından Doğu Horasan boyunca böyle olacak… Bu kelimeler, susuz ve uykusuz, titrek ateşçiğul ışığında, geçen ve geçmeyen saatler boyunca yazdıklarım ve anımsadıklarımdır. Hafızamdan, ödeyebileceğim kadar borç aldım ve kaleme döktüm. Hane halkının tüm erkekleri, onların ahbapları ve komşuları, misafiri yalnız bırakmamak için geç vakitlere kadar odada kalıyor; yer sofrasında avuçlanan Türkmen pilavı yeniyor, bulanık yeşil çaylar içiliyor, kuvvetli parmak uçlarıyla badem kabuklan kınlıyor, geçmiş günler bugüne katılıp sohbetler ediliyor. Misafir ancak herkes gittikten sonra, o gün gördüklerini ve işittiklerini yazabileceği yalnızlığı buluyor, uykusunu iyice erteleyip kalemini eline alıyor. Başka türlüsü de imkânsız olurdu zaten. Hava karanlık olsun aydınlık olsun dışarıda ölüm pusuya yatmış. Korkunun adı Peştun  halkın ağzında; öyle kalemi ucundan yakalayıp güzel güzel sözcükleri sıralayabileceğim, sözcüklerin şekeristanından aldığım tatlı sözleri konuklara bayramlık sunacağım bir yer boşuna arandım buralarda
İnsan sözden ibarettir, evet öyledir. Ama biliyorum ki, kalemim rüzgârdan, kâğıdım sudan olursa eğer, ne yazmışsam yazayım derhal kaybolacaktır. Kalem rüzgâra kapıldığında, dervişçe düşünürsek eğer, yalnızca hevesiyle yol alıyor demektir, arzusunun peşinde sürüklenip gidiyordur. Ben ki, söz söylemeyi değil sözü kâğıda geçirme zanaatım seçmişsem şimdi eğer, gelip geçici esintilerle sarsılmasın diye, kalemimi kudretle tutmam gerekiyor. Kendi kaderimin kalemim tutar gibi kudretle. Öyle yazmalıyım, mürekkep öyle kurumalı ve tashihsiz ve kati ve artık söylenen söylenmiş, olan olmuş olmalı. Mademki bilmek için, mademki can kazanmak için geldim, hırslarımı savurdum çölün toz bulutlarına, tanık olmak istiyorum, bildikçe can kazansın hakikat. Der ki, “Bütün âlem cesettir, ilim candır.”(Mesnevi, s. 104)
Ah nerede o eski zaman, o kuşağında divitiyle gezen, sözü yutkunarak söyleyip harfi bir kalemde yazan kalemşorlar! Gerçi, eski adıyla Hulm, şimdiki adıyla Taşkurgan pazarında kara mürekkep, hokka veya kamış kalem satılmıyor değil. Bin yıldır, belki bundan da eski zamandır nerdeyse hiç bozulmayan, şu dağları aşınca ipek Yolu’nun bir hattının Çin’e, bir hattının Hindistan’a gittiği bu kavşakta her daim kurulan pazarda değişen ne var sanki! Hulm’ün daracık tek caddesinin her iki yanına sıralanmış ahşap dükkânlarda malların çoğu yine ya Çin’den geliyor ya da Pakistan’dan. Emin olabilirsiniz ki bugün çok daha yoksul bu pazar. Ne ipekliler, ne kaftan kumaşları, atlaslar, ne sarrafiye, seramikler, halılar, ne pahalı baharatlar, işlemeli koşumlar, ne de zengin tüccarların rağbet ettiği deri kemerler satılıyor virane tezgâhlarda. Ne Tibet yakları, boraksı, ne Burma amberi, tavus tüyü, ne Hint yasemini, sandal ağacı, ne Annam gümüşü, altım, Fergana’nın ejderha atlan, Gur lapisi, lacivert taşı, Nişabur firuzesi, Rey kâseleri, ne de Antakya camı… Öyle her milletten varlıklı satıcıya ait dükkân da bulunmuyor. Çoğu yoksul Hazara, Özbek, Türkmen, çoğu ihtiyar, çoğu un, şeker, hayvan yemi esnan. Aralarında bir de kamış kalem, siyah mürekkep satıcısı vardı. Bir hatıra, bir heves, üç beş Afgani saydım ve satın aldım biri kalın diğeri ince bambu kalemleri; sonra hattatlığa bile kalkıştım Latin harfleri üzerinden. Kaim uçlu kalemi mürekkebe bana bana, Özene bezene defterimin ak sayfasına bir Mevlânâ sözü yazdım; şurasında donuk, şurasında parlak gözüken mürekkep şöyle diyordu:
Çamurdan yapılmış kuşuz! Bir nefes üfür de, seyret göklere yükseldiğimizi bizim.
Hulm’de dolaşıyorum, çünkü Afganistan’ın başka şehir ya da kasabalarında henüz hissetmediğim bir duygu var burada, alışık olmadığım bir duygu, çok ötelerden, gerilerden gelen bir duygu. Nedenini anlamak bir harici için kolay değil, en azından ben bunu başaramadım. Kutucuk kut uçuk, adına gutfa denilen dükkânların ahşap ya da kalın çuhadan yapılma hicapları altında beklesen ihtiyarlar nu acaba bana o duyguyu veren? Sarıklarından sarkan uzun kumaşı göğüslerine düşürmüş, yine uzun eteklerini dizlerinin altına toplayarak bağdaş kurmuş o ihtiyarlar mı? Henüz üstümdeki kıyafetleri değiştirmedim, ama niyetim en kısa zamanda onların kılığına bürünmek. Bu halime rağmen Hulm, bir hariciye heyecan yapmayacak kadar görmüş geçirmiş bir yer. Bin yıldır her çeşit milletten insana tesadüf etmiş. Caddenin hemen arkasında kalan, toprak damı yıkılmış kapalı çarşı ve viran kervansaray, her daim yabancılarla dolmuş taşmış. Lanet savaştan önce her iki yapı da sağlammış. Bu cadde belki bir ihtişam sunmuyor bugün hariciye, ama hemen vadinin girişindeki Şehri Köhne, yani eski şehir dedikleri kale ve saray, yüzyıl öncesinin şaşaasını gözünüzün önünde canlandırmanıza yardım ediyor. Hulm, o vakit de, şuradan 60 kilometre uzaklıktaki Belh’e bağlıymış. Belh Valisi Emir Abdurrahman’ın dokuz yaşındaki oğlu yönetiyormuş. Bu saray ve kale de ona aitmiş. Buraya Cihannüma Bağı denilmiş ama bir bağlık göremedim. Zaten fazla dolaşamadım, çünkü toprağa yan yana dizilmiş beyaza boyalı taşlar bir uyan anlamına geliyor Mayın vardı temizlendi ya da mayın var temizlenecek. Kubbeli çamur sarayın etrafındaki kalenin içi meyve ağaçlarıyla dolu; uzun namlusu yoldan geçenlere çevrili, son nöbette terk edilmiş, sonra paletleri de sökülmüş bir tank, yalan zaman önce neler olmuş onu anlatıyor.
Bir kez daha Taşkurgan pazarına gitmek, arka mahallerini dolaşıp akşamı burada karşılamak istiyorum. Kadi denilen, ahşap, iki tekerlekli faytonların, daha başka türden at arabalarının, eşek sırtında hoplaya zıplaya yol alanların, toz rengi bir manzarayı çini bezemeler gibi mavi kumaşlarla boyayan burkalı kadınların karmaşasından sıyrılıp kendimi dükkânların arkasındaki mahalleye attım. Eski zamanlara uğramış bir misafir gibi tuhaf bir heyecan ve çekingenlik içinde dolaşıyorum. Beni herkesten, giysiler ayırıyor. Mavi giysiler. Erkeklerin giydiği uzun entari daha açık bir mavi, kadınların ise daha koyu. Biliyorum ki, mavi sufilerin rengi, özellikle de bu coğrafyada, Hucrivi’nin anlattığına bakılırsa da Gazne’de.
Dervişler, tuttukları yolu sefer ve seyahat (emeli üzerine kurdukları için beyaz rengi kullanışlı bulmuyor, o yüzden maviyi tercih ediyorlardı. Ama başka bir sebebi daha var, fırsatı kaçıranların, yani ölüsü olanların, başına bir musibet gelenlerin, dertlilerin elbisesi de mavidir. Dünya felaketler ülkesi, musibetler harabesi, gam sahrası, hicranda kalanların ıstırap âlemidir, bela kalesidir. Gönüllerindeki muradın dünyada meydana gelmeyeceğine inananlar mavi giyinmişler, vuslatın mateminde yaşamanın rengine bürünmüşler.
Derler ki, bin yıldan önceydi, âlim olduğunu söyleyen bir adam bir dervişe sordu:
Neden bu mavi elbiseyi giyiyorsun?
Peygamberden üç şey kaldı. Biri fakr, diğeri ilim, üçüncüsü kılıç. Kılıç sultanların eline geçti. Ulema ilmi ele geçirdi, ama onu talimle yetindiler. Fukaralar ve dervişler fakr seçti. Ben bu üç musibetten dolayı maviyi seçtim.
Dama çıkmış, iki çamur kubbenin tam kesiştiği yere yaslanmış halde kitabım okuyan, sarıklı, mavi entarili gençten sorup öğrendim ki, o bina bir medrese. İzin aldım ve içeri girdim.
Kemerli koridorlarda yankılanan okuma sesi yavaşça değişti, gözler bana çevrildi, bir uğultu bulutu kabardı ve kubbeye doğru yükseldi. Her birinin önünde rahle, eski ve pasaklı bir makine halısı üzerine oturmuş, şöyle böyle 0tü2 kırk genç erkek talebe vardı. Hakiki manada bir medreseydi. Dışarıdan sızan ışığın huzmelerinde tozlar oynaşıyordu. Bu medrese, bana Bahaeddin ve Mevlâna zamanındaki manzarayı göstermiş oldu bir ölçüde. Halvet hücrelerini, müşahede ve tecelli mekânlarını, istihare odalarını gördüm. Ne ki, Afgan halkı, çilenin asimi dört duvar arasında değil dışarıda çekiyor, nasıl girecek halvetgâha? Ne der bu işe rivayetçi?
Rivayetçi bilafütur söze dahil oldu:
Şeyhlerden biri Bağdat’ta çileye çekilmişti. Bayram gecesi geldi, çileden bir ses işitti.
(Derviş, çile odasında tek başına günler geceler geçirirken, bir zaman gelir ki çilenin kendisi bir kişiye dönüşür. Derviş, o kişiyi işitir, o kişiye konuşur.)
Başka bir âlemden gelen bu ses, “Sana İsa nefesi verdik, dışarı çık, kendini halka göster” diyordu. Şeyh bir zaman şöyle düşünceye daldı. Bu sesten maksat neydi? Bir imtihan mıydı? Ne istediğimi sınamak için miydi? ikinci defa daha heybetli bir ses çınladı: “Vesveseden vazgeç!” dedi. “Dışarı çık, halk araşma karış ki sana İsa nefesi verdik!”
Şeyh, biraz murakabeye varmak istedi, yine maksadın ne olduğunu anlamak için düşünceye daldı. Fakat üçüncü defa çilenin sesi daha sert ve keskindi: “Çabuk dışarı çık, durma, yerinden urla! Sana Isa nefesi verdik.”
Şeyh dışarı fırladı. Yine bayram günü idi. Bağdat’ın kalabalığına karışarak yürümeye başladı. Kuş şeklinde şeker helvası satan bir tatlıcıya rastladı. “Kuş şekeri, kuş şekerim var” diye bağırıyordu. o vakitler Daru’s Selam yani Bağdat çok tatlı bir şehirdi. “Şu helvacıyı bir sınayayım” dedi derviş. Onu çağırdı. Kuş şeklinde yapılmış helvayı tabaktan aldı, elinin içine koydu, ona üfledi. “Size çamurdan kuş şeklinde bir mahlûk yaratayım” ayetinde olduğu gibi kuşta bir kımıldanma meydana geldi, birdenbire eti, derisi ve kanadı belirdi ve uçtu. Halk hep birden toplanmış o kuşlardan birkaç tanesinin uçtuğunu seyretmişti.
Rivayetçi
Rivayetçi bir keresinde bana şunu söylemişti:
“Her şey, kendi zamanının pençesinde gerçekleşeceği anı bekler.”
Bu yüzden buradayım, Karakum’un kıyısında, serap gibi bir kaybolup bir beliren, kurulan yıkılan, kurulan yıkılan, Öyle sessiz ve habersiz değil, gürültüyle ve kanla yıkılan, toza dumana katılıp bir daha bir daha kurulan şehirde. Belh’teyim.
Sapsarı toprak, toz ve kuma rağmen neden Karakum demişler bu çöle acaba? Belki de kuzeydeki Kızı I kum Çölü’nden ayırmak içindir. Belki çöl, yer yer ufukta karardığı, kumullarının üzeri kimi yerde çimlerle örtüldüğü, böyle olduğu için de rüzgâra direndiği, sağlamlaşan tepeleriyle göğe yükseldikçe yükseldiği içindir.
Bir yolculuğa başlayacağım Belh’ten. Yüküm yok.
Zaten, bu dünyada neyin var ki verecek, “ben” demekten başka?
Böyle dediği için bana rivayetçim, size ancak kendimi verebilirim. Veririm ve böylelikle ondan da kurtulmuş olurum. Şimdi arak ben yokum. Bu göçe, çamurdan yoğrulmuş bir göçmen ….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

“Tozlu Zaman Perdesi”nin Arkasında Zeliha Osman Özen’in Piyesleri

Editor

2013 Astroloji Rehberi ve Burçlar

Editor

Önyargı (Fen ve Sosyal Bilimlerde Önyargı)

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası