GENÇ, güzel Macar kızı, örgüleri kalçalarını döven altın saçlarını dalgalandırarak Kanije kalesinin geniş duvarları üzerinde gelincik topluyordu.
Bahar gelmiş, sinirleri dirilten, yürekleri kabartan ılık, dumanlı kokusuyla kırlar ve gönülleri kuşatmıştı.
Kız, turfanda kirazlar gibi kızarmış, nemli parıltılarla terlemiş dudakları arasından bir şarkı söylüyor, arada bir duvarlar üzerinde ayağı kaydıkça şarkısını kesiyordu.
Bir ara, arkasından çok temiz bir Macarca ile alay edildiğini duyarak durdu:
– Prenses kerem edip elime dayanırlar mı?..
Geri döndü; bir Macar köylüsü, kendisine saygı göstermek kaygusuyla külahını yerlere kadar dayamış, belini kırmış, ricasına karşılık bekliyordu.
Köylünün selâm duruşu çok acemice, bakışları duruşundan da gülünçtü.
Sözlerinde soylu kişilere vergi bir incelik yoktu. Fakat kız onun bu gülünç bakışları altında bir şahin gücü sezdi. Güvercinler gibi göğsünü kabartıp olduğu yerde büzüldü:
– Şövalye bana nasıl yardım edebilir? diye kekeledi. .
Kızın bu ürkek karşılığı toy köylüyü şımarttı. Doğruldu, dudaklarında alay ediyormuş gibi garip bir kıvrıklık vardı.
– Çiçek toplamak için, yere atlamanız için, şarkı söylerken sesinizin daha gür çıkması için yardım edebilirim, Prenses Hazretleri.
– Şarkı ile çiçeği becerecek bir adama benzemiyorsunuz. Ama kerem edip elimden tutarsanız yere atlayabilirim.
Genç delikanlı buyruğu alır alrnaz uzandı, kuvvetli kollarıyla kızı tuttuğu gibi yere indirdi. Bu bir anlık yaklaşış iki ateşli göğsü birbirine değdirmiş, genç kızın yüzünü kızartmıştı.
– Çok teşekkür ederim, hoşça kalınız! dedi ve yürümek istedi.
Genç köylü, toy bir delikanlıya benziyordu ama, çam sakızı gibi de yapışkandı.
Kızın elini bırakmadı, yanan avcunda sıktı, sordu:
– Adınız? Oturduğunuz yer? Kız kaşlarını çattı:
– Sokakta gördüğüm herkese adımı, evimi söyleyemem, elimi bırakınız!..
Delikanlı sarardı:
– Ben herkes değilim, bir adı ve bir evi dilersem sahibi ile birlikte alırım.
Diye cevap verdi.
Genç kız, daha elini kurtaramamıştı ki köylünün arkasında alaylı bir ses duyuldu:
– Oh, sayın bay!.. Aşk deryasına öyle dalmışsınız ki yanınızdan geçen yoksulları şaşı gözleriniz göremiyor.
Bu soğuk, beklenmedik sözler pişmeye başlayan aşk aşını soğutuvermişti.
Macar delikanlısı, ağır ağır başını arkaya çevirdi, kaşlarını çattı:
– Bir buyruğunuz mu vardı? diye sordu.
Bu tatlı aşk peşrevini bozan, geniş omuzlu, Herkül kadar iri yapılı, manda derisinden göğüslük giymiş, çok şık bir soylu kişi idi. Atının üzerinde kurulmuş, elindeki kırbacı karşısındakine gücünü göstermek ister gibi havada döndürüyordu. Arkasında otuz kadar atlı vardı.
Çevrede ne kadar başıboş gezen varsa onu selâmlamak için yerlere kadar eğilmişlerdi.
Tek eğilmeyen bu başı zorla eğdirmek, kendi ününe leke sürebilirdi. Halk, cesaret ve küstahlığı alkışlıyordu. Kaşlarını çattı. Dudaklarını kısarak:
– Pis köpek! diye haykırdı. Beni ırgatbaşı mı sandın? Nedir bu durumun? Kale kapılarını muhabbet yerine çevirmişsin; başka sevişecek yer bulamadınız mı?
Bu sert sözler, toy delikanlıya kâr eylemedi. Ne korkmuş, ne de kızmıştı. Hâlâ da arkası soylu kişiye
dönüktü. Yavaş bir sesle:
– Sevişmiyoruz Senyör, dedi. Daha prensesi kandırmış değilim; uğraşıyorum.
Soylu kişinin ardındaki adamlardan ikisi bu kendini beğenmiş çapkını tepelemek için ileri atılmak istediler. Senyör, kırbacıyla önlerini keserek onları durdurdu.
Önünde eğilen yüzlerce kişinin arasında eğilmeyen bu tek başı zorla eğdirmek kendi ününe leke sürebilirdi. Halk, ataklığı, dik sesi severdi. Bu serseriyi önce sözle yenecekti.
– Demek prensesi kandırmaya çalışıyorsun yavrucuğum? dedi.
– Evet, ünlü başbuğ!..
– Zorluk mu çekiyorsun?
– Eh!.. Ne de olsa o değerini alacak. Fakat benim de kalbini alamayacağım kadın yoktur.
Soylu kişi kırbacını onun dik durmakta direnen burnuna doğru uzattı.
– Bunlar hepsi güzel şeyler, ama ben erlerimle geçerken yamalı pantolonunu gererek bana ardını dönmen biraz çirkin olmuyor mu dersin? Sen bir çapkından çok bir edepsize, bir terbiyesize, bir kendini bilmeze benziyorsun!..
– Her geçen yolcuya selâm durursam kapı nöbetçilerine benzemez miyim Senyör?..
– Ben her geçen yolcu değilim…
– Fakat her halde aşk tanrısı veya sokak bekçisi de değilsin.
– Tanrı değilim, ama bekçiyim; Macaristan’ın bekçisi…
Bu sözler ile Mareşal, halkın sevgisini kazanıvermişti. Az önce, zorlu bir kuvvete karşı duran bu köylüyü alkışlamak isteyen halk, şimdi çılgınca bir sevinçle Mareşali alkışlıyordu.
– Yaşasın Macaristan’ın bekçisi Mareşal Piyer… Yaşasın!..
Deminden beri bu terbiyesiz genci tepelememek için dişini sıkan Mareşal, bu alkışlardan şaşkına dönen, delikanlının suratına kırbacını bütün gücüyle indirdi.
Serserinin başından bir türlü çıkamayan gülünç şapkası bir yana fırladı, kendi bir yana uçtu.
Mareşalin sesi çok sertti:
– Yere eğil köpek!.. Yere eğil… diye haykırdı. Böylece terbiyesizce konuşmak öğreneceğine kılıç kullanmasını öğren. Yerin kale kapılarında çapkınlık etmek değil, Mohaç’a doğru yürüyen Türk ordusuna karşı savaşa girmektir. Oraya koş!..
Yüzü kıpkırmızı kesilen delikanlının gözlerinde deli bir parıltı yanıp söndü. Eli belindeki kılıcına gider gibi oldu; sonra caydı. Şapkasını almak için yere eğildi.
Kalkarken donuk bir sesle:
– Mareşal, beni Mohaç’ta savaş alanında göreceklerinden emin olabilirler! dedi.
MARİYA VERBÖÇİ
MAREŞAL, yere eğilen bu ne idüğü belirsiz herifle uğraşacak adam değildi; atını sürdü gitti.
Bütün bu olup biteni büzüldüğü duvar köşesinden büyük bir korku içinde gözleyen güzel kız da kırlara doğru yürüdü. Delikanlı da arkasından geliyordu. Az sonra ortalık durulunca kız kıkır kıkır gülmeye başladı. Sonra bu kıkırdama bir kahkaha oldu. Bir an geldi ki kız büyükçe bir taşın üzerine oturup elleri böğründe, katılırca-sına gülmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Mareşalin pis serseri dediği genç:
– Ne oluyorsunuz matmazel; bana mı gülüyorsunuz?., dedi.
Az önce Mareşalin korkunç görünüşü karşısında titremeyen sesi şimdi bozulmuş, kırılmıştı, bir âşık sesi gibi kısılmıştı.
Genç kız:
– Hayır! dedi. Yalnız, kırbacı yer yemez sizin bir yana, şapkanızın bir yana uçuşu gözümün önüne geliyor da…
– Bunda gülecek ne var? -Gülmüyorum…
– Gülmüyorsunuz da ne yapıyorsunuz?
– Size acıdığım için sinirlerim bozuldu.
– Bende acınacak ne var?
– Sizde acınacak ne mi var? A!.. Siz gerçekten yaman bir gevezesiniz. Siz hem gülünecek, hem acınacak bir durumdasınız. Kendinizden güçlü bir adama kafa tuttunuz, alay ettiniz, rezil oldunuz, dayak yediniz; üstelik sizin gibi bir korkakla konuşan benim gibi bir kızı da kepaze ettiniz.
– Sinirleriniz yalnız bunun için bozulduysa düzeltmesi kolay; çünkü ben ne korkağım, ne rezil oldum, ne de dayak yedim. Konuştuğum kızlar benimle övünürler. Ben asıl size acıyorum ki şimdiye kadar benim gibi bir erkek görmemişsiniz.
Durmadan, soluk almadan yüksekten konuşuyordu. Genç kızın kaşları çatılmıştı.
Bu kendini bilmez delikanlıya ağır bir söz söylemek üzere idi ki acı bir at kişnemesi oldu. Şöyle yüz adım kadar ötelerindeki yıkık kilisenin duvarları ardından bir toz ve dumandır yükselmeye başladı. Arada sövmeler de işitiliyordu.
Genç kızın gözlerinde yeni bir korkunun izleri belirdi:
– Ne oluyor; sakın kilisenin içinde bir ejderha olmasın?..
– Ejderha falan değil sayın prenses, korkak adamın atı…
Artık genç kızın canı gerçekten sıkılmaya başlamıştı. Sert bir sesle:
– Ne ben prensesim, ne de siz bir soylu kişisiniz, diye haykırdı. Bu kadar gevezelik yeter… Ve siz bir atla gezebilecek kadar varlıklı bir adam da değilsiniz.
– Size yemin ederim ki, gürültüyü yapan benim atımdır.
– Ya o insan sesleri?
– Atımı çalmaya savaşanların sesleri olacak…
– Atınızı çalmak için bu kadar gürültü neden?..
– Onu kaleye girmeden önce kilisenin mezarlığına bağlamıştım. Başında kimse olmadığını görünce serseriler çalmak istemişlerdir. Atım yanına kimseyi yaklaştırmaz. Gürültü bundan çıkıyor belki…
– Kendinizi olduğunuz gibi gösterseniz daha iyi edersiniz. Mareşale kafa tuttunuz, başınıza kırbaç yediniz. Kadınlar, başından külahı düşenleri sevebilirler ama şarlatanları asla!..
Delikanlı bu sözler üzerine toparlandı ve:
– Yanına kimseyi sokmayan bir atım olduğunu şimdi göreceksiniz. Kırbaç meselesine gelince o kozu Mareşalle paylaşacağım, dedi. Söz verdik, bu koz Mohaç Meydan Savaşı’nda paylaşılacak.
Sözünü bitirince delikanlı elini ağzına götürüp kuvvetli bir ıslık çaldı.
Kilisenin içinde kişnemeler büsbütün arttı.
Bir ıslık.
Bir ıslık daha…
Güzel bir at, yıkık duvarların üzerinden tozu dumana katarak atladı.
Başını bir horoz kuyruğu gibi yukarı doğru germiş, kuyruğunu dikmiş, bulundukları yere doğru koşuyordu. Rengi, gövdesi görülmemiş bir güzellikte idi.
Genç kız, şaşkın şaşkın bakıyordu. Delikanlı, önüne gelen atı tutup okşadı:
– Baykuş, ne oluyorsun? Seni çalmak mı istediler?.. Korkma, ben buradayım… diye söylendi.
Zeki hayvan, bu sözleri anlıyormuş gibi kafasını sallıyor, kişni-yor, ön ayaklarıyla yerleri eşeliyordu.
Kız delikanlıya döndü:
– Atınız, doğrusu çok güzel, dedi.
– Evet, soylu bir Arap atıdır. Atalarının kütüğü bin yıllık. On beş bin fersah yol alır.
– Desenize bu at değil, bir kırlangıç…
– Hemen hemen.
– Bir yerden mi çaldınız?
– Hayır, Grand Senyör1 armağan etti.
– Ne diyorsunuz? Demek Grand Senyör sizi tanıyor? Sakın yakın bir akrabanız olmasın?
– Yine mi alay? Beni bir şarlatan, serseriye benzetmekle ne kazanıyorsunuz?
– Beni böyle düşündüğüm için hoş görünüz. Öyle bir adama rastlıyorum ki Kanije kalesinin içinde başıboş geziyor, ilk rastladığı kıza hemen laf atıyor, sırnaşıyor, Mareşali selâmlıyor, üstelik alay ediyor,