Roman (Yabancı)

Afrikalı Leo

afrikali leo 5ed4297bda3a6Afrikalı Leo, gerçek bir yaşam öyküsünden çıkarılmış düşsel bri yaşamöyküsü: “Bir berberin sünnet ettiği, bir Papanın vaftiz ettiği” Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati alias/namıdiğer Giovanni Leone de Medici nin, Leo Africanus yani Afrikalı Leo nun özyaşamöyküsü yazmış olsaydı yazacağı gibi… Amin Maalouf, bu ilk romanında -daha sonra Semerkant, Tanios Kayası, Doğunun Limanları, ve öteki romanlarında da yapacağı gibi- tarihle/tarihten olağanüstü bir halı dokuyor. Bir uçan halı…

İÇİNDEKİLER

  1. GRANADA KİTABI

Selma el-Hürre Yılı • 15 Muskalar Yılı • 33 Estağfirullah Yılı • 41 Düşüş Yılı • 51 Mihrecan Yılı • 73 Ayrılış Yılı • 81

  1. FAS KİTABI

Hanlar Yılı • 93 Büyü Bozucular Yılı • 103 Yas Yılı -111 Gelincik Harun Yılı • 117 Engizisyoncular Yılı • 123 Hamam Yılı • 130 Öfkeli Aslanlar Yılı • 136 Büyük Ezber Yılı • 141 Savaşım Yılı • 148 Düğümlenmiş Yaprak Yılı • 154 Kervan Yılı • 164 Timbuktu Yılı • 172 Vasiyetname Yılı • 181Maristan Yılı • 189 Gelin Yılı • 195 Varsıllık Yılı • 200 İki Saray Yılı • 207 Topal Şerif Yılı • 214 Fırtına Yılı • 220

III. KAHİRE KİTABI

Soylu Göz Yılı • 237 Çerkez Sultan Yılı • 247 Başkaldırılar Yılı • 258 Büyük Türk Yılı • 268 Tumanbay Yılı • 282 Kaçırılma Yılı • 289

IV. ROMA KİTABİ

Sant Angelo Yılı • 301 Papalığa Başkaldıranların Yılı • 308 Dönmenin Yılı • 316 Hadrianus Yılı • 323 Süleyman Yılı • 329 Bağışlayıcının Yılı • 336 Fransa Kralı Yılı • 345 Kara Çete Yılı • 353 Alman Piyadeleri Yılı • 362

Ben, Hasan, tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu, ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben. Şimdi Afrikalı diye anılıyorum, ama Afrikalı değilim, Avrupalı da Arabistanlı da değilim. Bana Granadalı, Faslı, Zeyyatlı da derler ama ben hiçbir ülkeden, kentten ya da boydan değilim. Yolların oğluyum ben, ülkem kervan, yaşamımsa yolculukların en beklenmedik olanı.

Bileklerim sırasıyla ipeğin okşayışlarım duyumsadı, kaba yünden incindi, prens bileziklerini ve kölelik zincirlerini taşıdı. Parmaklarım bin peçe araladı, dudaklarım bin bakirenin kızarmasına neden oldu; gözlerim kentlerin yok oluşunu, imparatorlukların çöküşünü gördü.

Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyancası konuştuğumu duyacaksın; çünkü bütün diller ve bütün dualar benim dillerim, benim dualarım. Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrı’ya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim.

Ve sen oğlum, sen benden sonra yaşayacaksın; beni anılarında yaşatacaksın. Ve kitaplarımı okuyacaksın. Ve şu sahneyi yeniden göreceksin: Bir Napolili gibi giyinmiş baban, onu Afrika’ya götürmekte olan geminin güvertesinde, tıpkı uzun bir yolculuğun sonunda hesaplarını tutan bir tüccar gibi, bir şeyler karalamakta.

Fakat benim de yaptığım bir tür hesap değil mi? Ne kazandım, ne yitirdim? Ulu Tanrı’ya ne diyeceğim? Bana, türlü yolculukların beni alıp götürdüğü yerlerde geçirdiğim kırk yıl bağışladı: Zekâm Roma’da gelişti, tutkum Kahire’de, üzüncüm Fas’ta, çocukluk saflığımsa hâlâ Granada’da yaşıyor.

Selma El-HürreYılı

Hicri 894 (5 Aralık 1488 -14 Kasım 1489)

O yıl kutsal Ramazan ayı yaz ortalarına rastlamıştı. Babam akşam olmadan pek sokağa çıkmazdı, çünkü Granada halkı gün içinde çabuk öfkeye kapılıyor, sık sık kavga çıkıyordu, ve iç karatıcı yüz ifadeleri dindarlığın bir işareti sayılıyordu, çünkü yalnızca oruç tutmayan biri yakıcı güneşin altında gülümseyebilirdi, çünkü yalnızca Müslümanların yazgısına aldırmayan biri iç çatışmalardan bunalmış ve dışarıdan inançsızların tehdidi altında bulunan bir kentte gülümseyebilir ve dostça davranabilirdi.

Ulu Tanrı’nın sonsuz kayrasıyla Ramazan’dan hemen önce, Şaban ayının son günü doğmuşum. Annem Selma iyileşene değin oruç tutmayacak, babam Muhammed ise, açlıkla geçen sıcak günlere karşın homurdanmayacaktı. Çünkü adını taşıyacak, ve günün birinde silahlarını kuşanacak bir oğul sahibi olmak her erkek için haklı bir sevinç nedenidir. Dahası ben ilk oğuldum; kendisine Ebu’l Hasan (Hasan’ın babası) dendiği zaman babamın göğsü kabarmış, eliyle bıyıklarını düzeltmiş, üst katta beni yatırdıkları bölmeye bakarken iki elinin başparmaklarını sakallarında yavaşça gezdirmişti. Yine de babamın bu taşkın sevinci, annem Selma’nınki kadar derin ve yoğun olamazdı. Annemin sancıları dinmemiş, bünyesi çok zayıf düşmüştü, ama bütün bunlara karşın benim dünyaya gelişimle o da yeniden doğmuştu; çünkü böylelikle evdeki kadınlar arasında ilk sırayı almış, önünde uzanan yıllar boyunca babamın gözündeki saygınlığını sağlama almış oluyordu.

Bütünüyle yok olup gitmelerini sağlayamasam da doğumumla birlikte yatıştırabildiğim korkularından çok uzun yıllar sonra söz etmişti bana. Babamla ikisi kardeş çocuklarıydılar; evlenmelerine daha onlar çocukken karar verilmiş. Evlendikten dört yıl sonra gebe kalmış Selma. Evliliğinin daha ikinci yılında çevresinde küçük düşürücü dedikodular yapıldığının ayırımına varmış. Sonunda bir gün Muhammed, Mursiya yakınlarında yapılan bir baskında ele geçirilen örgülü kara saçlı, güzel bir Hıristiyan kızını askerlerden satın alıp eve getirmiş. Babam kıza Verda adını vermiş, yukarı katta, iç avluya bakan bir odaya yerleştirmiş. Dahası, tıpkı sultanların gözdeleri için yaptıkları gibi, ut çalmayı, dans etmeyi ve yazmayı öğrenmesi için onu Mısırlı İsmail’e göndermekten söz etmeye başlamış.

Annem şöyle diyordu:

“Ben Özgürdüm, o ise köleydi. O nedenle karşılaştırılamazdık, eşit koşullarda savaştığımız söylenemezdi. Verda durumu gereği, cazibesinin bütün silahlarını dilediği gibi kullanabiliyordu, peçesiz dışarı çıkabiliyor, şarkı söyleyip dans edebiliyor, şarap doldurup göz kırpabiliyor ve soyunabiliyordu. Oysa ben konumumdan dolayı geri durmak zorunda kalıyor, babanı hoşnut edecek şeylere en ufak bir ilgi duymuyordum. Bana ‘Dayı-kızı’, ya da saygıyla, ‘el-Hürre’ (Özgür) ya da ‘el-Arabiyye’ (Arap) derdi; Verda ise bana, bir hizmetçinin hanımına duyduğu saygıyı gösterirdi. Ama geceleri hanımlığa soyunan oydu.”

Bir sabah, diye annem anlatmayı sürdürdü, aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın sesi boğuluyor, titriyordu. “Bir sabah, Süslü Sara kapımızı çaldı. Dudakları ceviz köküyle boyanmış, gözlerinden sürme neredeyse akmakta; elleri kınalı, baştan ayağa bürümcük ipekler içinde; tatlı kokular sürünmüş. Sık sık beni görmeye gelirdi. Her neredeyse Tanrı onu korusun! Muska, bilezik, limon, amber, yasemin, suzambağı esansları satar, fal bakardı. Birden benim kıpkırmızı olmuş gözlerim dikkatini çekti; daha ben ona derdimi anlatmadan avcuma baktı, açık bir kitabın sayfalarını okur gibi okumaya başladı.

“Gözlerini avcumdan ayırmadan bugüne dek hiç unutmadığım şu sözleri söyledi: ‘Biz Granada kadınları için özgürlük, sinsi bir köleliktir, kölelikse incelikli bir özgürlük.’ Sonra da hiçbir şey söylemeden hasır sepetinden yeşilimsi, ağzı tıpalı küçük bir şişe aldı, ‘Bu gece bir bardak orjat şurubuna bu sıvıdan üç damla karıştır, kendi elinle dayıoğluna ver. Kelebek ışığa doğru nasıl koşarsa o da sana öyle koşacak. Üç gece sonra bunu yine yap, yedi gece sonra yinele.’

“Birkaç hafta sonra Sara geldiğinde mide bulantılarım başlamıştı bile. O gün ona elimdeki bütün parayı verdim. Bir avuç dolusu dirhem. Sevinçten oynuyordu, paraları elinden bırakmadan odamda ayaklarını hızlı hızlı yere vuruyor, kalçalarını sallıyor, paraların şıkırtısıyla bütün Yahudi kadınların takmak zorunda olduğu cülcülün ince sesi birbirine karışıyordu.”

Gerçekten de Selma tam zamanında gebe kalmıştı, çünkü Tanrı Verda’nın da o günlerde gebe kalmasını uygun bulmuştu. Gerçi kız özel durumundan ötürü gebeliğini gizliyordu ama iki ay sonra gerçek ortaya çıkınca, ikisi arasında hangisi erkek çocuk doğuracak diye bir tür yarış başladı. Her iki bebek de erkek olursa hangisinin daha önce doğum yapacağı önem kazanıyordu. Selma kuruntular içinde kıvranıyor, gözüne uyku girmiyordu; Verda ise daha geç doğursa bile, bir erkek çocuk dünyaya getirirse çok mutlu olacaktı, çünkü böylelikle yasalarımıza göre, kölelikten geldiği için tatlı hoppalıklarından vazgeçmesi gerekmeden özgür bir kadın olabilecekti.
Babama gelince, erkekliğinin bu çifte kanıtından ötürü pek mutluydu. Öyle ki çatısı altındaki bu olağandışı yarışma havasını sezinlememişti bile. Bir akşam güneş batmadan önce, arkadaşlarıyla sık sık buluştuğu Bayrak Kapısı yakınlarındaki hana kadar her iki eşinin de kendisiyle birlikte gelmesini istedi. Eşlerinin durumu artık gözlerden gizlenemiyordu. İki kadın el ele vermiş onun birkaç adım gerisinde yürüyor, utanıyorlardı, adamların dikkatle inceleyen bakışları, evlerin üst kat pencerelerinden, onlar geçerken aralanan perdelerin arkasından bakan el Bayazzin mahallesinin en geveze, en aylak kocakarılarının alaylı gülüşleri özellikle de annemi çok utandırıyordu. Kadınlarını sergileyip yeterince caka sattıktan sonra, kuşkusuz kendisi de bu bakışların ağırlığını hissedince, babam bir şey unuttuğunu söyleyerek aynı yoldan eve döndü. Bu yağmurlu baharda, el Bavazzin’in kimileri çamurlu ve kaygan, kimileri taş döşeli ve bu nedenle iki anne adayı için eksik taşlarıyla ölümcül bir tehlike olabilecek dar sokaklarındaki sayısız tuzak, karanlıkla birlikte yavaş yavaş görünmez oluyordu.

Yorgun ve aklı karışmış iki kadın, Selma ve Verda, dayanabilecekleri en son noktaya varmış olarak, ve ilk kez gerçek bir birliktelik duygusuyla kendilerini aynı yatağa, köle kızın yatağına, zor attılar, çünkü el-Hürre’nin kendi odasına gitmek için merdivenleri çıkacak gücü kalmamıştı. Babam, her iki çocuğunu da aynı anda yitirebilme olasılığının bilincinde olmadan yeniden hana döndü. Anneme göre, doğacak iki oğlu için arkadaşlarının iyi dileklerinin tadını çıkarmak ve komşumuz Berber Hamza’yla tavla oynayabilmek amacıyla, koşa koşa oraya dönmüştü.

Kapının kapandığını duydukları anda iki kadın kahkahalarla gülmeye başlamışlar, sakinleşmeleri için epey bir zaman geçmesi gerekmiş. On beş yıl sonra annem o günü anımsayınca, böyle bir çocukluktan dolayı yüzü kızardı ve biraz da utanarak o günlerde Verda’nın on altı, kendisininse yirmi bir yaşında olduğuna dikkatimi çekti. Bu olaydan sonra aralarında, ilişkilerini yumuşatan bir bağ oluştu. Süslü Sara aylık ziyaretlerinden birine geldiği zaman Selma, bu gezici falcıya, gerektiği zaman ebe, masajcı, berber olabilen ya da istenmeyen tüyleri alan bu kadına karnını göstermesi için köle kızı da çağırdı. Süslü Sara, haremlerde kapalı kalan sayısız müşterisine, kentte ve bütün sultanlıkta yer alan yüzlerce, yüzlerce skandalın öykülerini anlatırdı. Sara, yeminler ederek anneme çok çirkinleştiğini, bunun oğlan doğuracağı anlamına geldiğini, Verda’ya ise acıyarak çok güzel olduğunu söyledi.

Selma, Sara’nın söylediklerine öylesine inanıyordu ki o gece bunları Muhammed’e anlatmaktan kendini alamadı. Ayrıca çok utanarak Sara’nın bir uyarısını aktarma zorunluluğu duydu. Bebeğe zarar vermemek ya da erken doğuma neden olmamak için Muhammed her iki karısından da artık uzak durmalıydı. Uzun ve çok dolaylı yollardan anlatılmış olmasına karşın bu uyarı babamın kuru bir çıra gibi parlamasına yetti. İçinde “zibil” (süprüntü, gübre), “bunalmış büyücüler”, “şeytan karı” gibi sözlerin de bulunduğu bir sövgüler denizine dalmasına, havanelinin havanda çıkardığı tekdüze sesleri andıran homurtularla bunları yinelemesine, ilaçlar, kadın aklı ve Yahudilere ilişkin çok da övücü olmayan daha nice sözcükler sıralamasına neden oldu. Selma eğer gebe olmasaydı kocasının onu döveceğini, bir yandan da gebe olmasaydı böyle bir sorunun ortaya çıkmayacağını düşündü kendi kendine. Kendi kendini rahatlatmak için çok akıllıca davranıp anne olmanın getireceği mutluluğun böylesi tatsız durumları unutturacağını yineledi. Muhammed, bir tür ceza olsun diye o “Zehirleyici Sara”nın eve girmesini yasakladı. Babamın şivesi, tipik Granada şivesiydi, ölünceye değin de konuşması değişmedi. Örneğin anneme Silma, odalığına Virda, kapıya “bab” yerine “bib”, kentimize “Gimata”, sultanın sarayına da “Elhimra” derdi. Öfkesine eşdeğer bir özen göstererek her iki eşinin de yatak odalarından lohusalık dönemlerinin bitimine dek uzak durdu.

Bu olaydan iki gün sonra, Verda’nın sancıları başladı. Akşama doğru sancılar seyrekleşti, ancak sabaha karşı yeniden sıklaşınca kendini tutamayıp bağırmaya başladı. Babam, komşumuz Hamza’ya koşup kapısını vurdu ve çok değerli, becerikli, yetenekli olan annesine Verda’nın doğum yapmak üzere olduğunu haber vermesini istedi. Yaşlı kadın birkaç dakika sonra üstünde beyaz bir çarşaf, elinde geniş bir tas, bir havlu ve bir parça sabunla geldi. Elinin uğurlu olduğu, doğumlarında bulunduğu bebeklerin kızdan çok oğlan olduğu söylenirdi.

Öğlene doğru kız kardeşim Meryem doğdu; babam ona zor baktı. Şimdi gözleri, “Seni düş kırıklığına uğratmayacağım” diyen Selma’ya çevrilmişti. Ama Sara’nın şaşmaz yanılmaz tahminlerine ve yineleyip durduğu vaatlerine karşın o da olacaklardan pek emin değildi. En büyük dileği gerçekleşmeden önce sıkıntı ve acılar içinde daha iki gün kıvranması gerekti, ve sonunda dayıoğlunun Ümmü’l Hasan (Hasan’ın annesi) diye seslendiğini duydu kendisine.

Doğumumdan bir hafta sonra babam Berber Hamza’yı beni sünnet etmesi için çağırdı ve bütün arkadaşlarına bir şölen verdi.

Annemle Verda daha iyileşmedikleri için konukları iki büyükanne ve hizmetçiler ağırladılar. Annem törende bulunamadı fakat sonradan bana konukları görmek ve konuştuklarını duymak için odasından gizlice çıktığını söyledi. O gün öylesine coşkuluydu ki en küçük ayrıntılar bile belleğine kazınmıştı. Fıskiyeden fışkıran sularıyla, çevreye yayılan binlerce, binlerce damlacıkla havayı serinleten oymalı mermer havuzun çenesinde toplanmış olan konuklar. Ramazan başlangıcı olduğu için, inananlar arasına katılışımı kutlarken bir yandan da oruçlarını açıyor olduklarından sağlıklı bir iştahla yiyip içtiler. Ertesi günü, bir gün önceden kalan yemeklerden yiyen annemin anlattığına göre, şölen ancak bir sultan sofrasıyla karşılaştırabilirdi. Ana yemek yeni başlayan mevsime uygun olarak, bal, kişniş, nişasta, badem, armut ve cevizle pişirilmiş kuzu eti maruziya idi. Ayrıca oğlak eti ve yeşil kişniş otuyla pişirilen yeşil tafaya ile kişniş tohumları ve oğlak etiyle pişirilen beyaz tafaya vardı. Sarımsaklı ve peynirli salçalarda güvercin, tarla kuşu, safran ve sirkeyle terbiye edilip fırında pişirilmiş adatavşanı, ve daha en azından bir düzine yemek türü. Tanrı’nın kendisinin ve ailesinin üstüne yağdırdığı felaketlerden önce evinde verilen bu görkemli şöleni bütün ayrıntılarıyla sık sık anlatırdı annem. Çocukluğumda onun anlattıklarını dinlerken, yumuşak beyaz peynirle yapılıp üstüne tarçın serpildikten sonra balla tatlandırılan sıcak tatlı mııcebbennt’a, badem ve hurma ezmesiyle yapılan kurabiyelere, gülsuyuyla kokulandırılmış, çam fıstığı ve fındıkla doldurulmuş böreklere sıra gelmesini sabırsızlıkla beklerdim.

Annem bu şölende konukların içki olarak yalnızca orjat içtiklerine yemin ederdi. Kutsal Ramazan ayı olduğundan şarap içilmediğini belirtmeyi unutmazdı. Endülüs’te sünnet törenleri, dinsel amaçların tümüyle unutulduğu törenlerdi. Bu törenlerin en ünlüsü, günümüzde bile dilden dile dolaşan, pek çok kişinin…

 

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Zalim Cazibe

Editor

Gabriel Arafta

Editor

Öç Hikayeleri

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası