Eskiden Belçika polis kuvvetlerinin başında olan dostum Hercule Poirot bir rastlantı sonucu Styles Olayı’na karışmıştı. Bu işteki başarısı ona büyük bir ün kazandırınca bundan sonra kendini tümüyle cinayet olaylarının çözümüne adamaya karar verdi. Somme’da yaralanıp malülen emekli olup da ordudan ayrıldığım zaman Londra’da onunla aynı evi paylaşmaya başladık. Çözdüğü
cinayetlerin ve olayların çoğu hakkında birinci elden bilgi sahibi olduğum için içlerinden en ilginç olanlarından bazılarını seçmem önerildi. Bu durumda zamanında çok büyük bir ilgi uyandıran karmaşık olaylar dizisiyle işe başlamaktan daha iyisini yapamazdım. Zafer Balosu olayını kastediyorum.
Bu olay, Poirot’nun kendine özgü yöntemlerini daha karanlık ve belirsiz gözüken diğer olaylar kadar net olarak sergilemeyebilir, ama çok özel bazı yönleri, işe karışmış ünlü kişiler ve basında yarattığı büyük sansasyon nedeniyle çok konuşulan bir dava olmuştur. Bu nedenle Poirot’nun sayesinde olayın çözümlendiğini tüm dünyaya duyurulmasının yerinde olacağını düşündüm.
Güzel bir ilkbahar sabahı Poirot’nun dairesinde oturuyorduk. Her zamanki gibi şık ve zarif olan dostum, yumurta biçimli başını bir yana eğmiş, bıyığına yeni bir pomatı özenle sürmekle meşguldü. Zararsız bir gösteriş merakı da Poirot’nun özelliklerinden biriydi. Ama düzenli ve sistemli çalışmaya duyduğu yoğun merakının yanında bunun sözü bile edilmezdi. Okumakta butunduğum The Daily Newsmonger yere kaymış, ben de derin düşüncelere dalmıştım ki, Poirot’nun sesini duyarak kendime geldim.
“Seni bu kadar düşündüren nedir dostum?”
“Doğrusunu isterseniz şu Zafer Balosu’ndaki tuhaf olay üzerine kafa yoruyordum,” dedim. Parmağımı gazeteye vurarak ekledim. “Gazeteler bununla dolu.”
“Ee, ne olmuş?”
“Yazılanları okudukça olayı örten esrar perdesi daha da kalınlaşıyor gibime geliyor!” Konuşmama engel olamıyor ne düşünüyorsam dile getiriyordum. “Lord Cronshaw’u kim öldürdü? Coco Courtenay’ın aynı gece ölmesi sadece bir rastlantı
mıydı? Ya da bir kaza mı? Ya aşırı dozda kokaini bilerek mi aldı?” Sözlerime kısa bir ara verdikten sonra dramatik bir tavırla ekledim. “Kendime bunları soruyordum.”
Poirot’nun ilgisizliğine doğrusu bozuldum. Aynadan gözlerini ayırmayarak, “Bu yeni pomat bıyıklar için gerçek bir mucize!” diye mırıldanmakla yetinmişti. Ama aynada gözlerimiz karşılaştığında aceleyle “Evet,” dedi. “Sen bu sorularına nasıl bir yanıt veriyorsun?”
Ama benim bir yanıt vermeme fırsat kalmadan kapı açıldı ve kahya kadın Müfettiş Japp’ın geldiğini haber verdi.
Scotland Yard’ın adamı eski dostumuz olduğundan onu coşkuyla karşıladık Poirot,
“Hoş geldin, dostum Japp,” diye atıldı. “Seni buralara getiren nedir?”
Japp oturup beni de başıyla selamladıktan sonra, “Sorun şu, Bay Poirot,” diye başladı. “Sizin uzmanlık alanınıza giren bir iş üzerinde çalışıyorum da… Acaba bu çorbada tuzunuzun bulunmasını ister miydiniz diye sormaya geldim.”
Poirot, Japp’ın yeteneğine güveniyor ama dedektifin belirli bir yöntemden yoksun oluşunu beğenmiyordu. Ama ben, Japp’ın en büyük yeteneğinin, karşısındakinin gururunu okşayarak yardım koparabilmek olduğunu düşünüyordum.
Japp, “Hani şu Zafer Balosu var ya,” dedi. “O olayın çözümüne bir katkıda bulunmak istersiniz herhalde.” Poirot bana gülümsedi.
“Dostum Hastings’in bunu isteyeceği kesin. Az önce bunu konuşuyorduk, n-est-ce pas, mon ami? ”
Japp bana biraz tepeden bakarak, “İstediğiniz buysa bence bir sakıncası yok,”
dedi. “Böyle bir durumda işin içinde olanlar tarafından bilgilendirilmek büyük avantaj sağlar. Gelelim şimdi sorunumuza. Olayın ana hatlarından haberiniz olduğunu sanıyorum, Bay Poirot?”
“Sadece gazetelerin yazdıklarını biliyorum… ama gazetecilerin hayal gücü bazen insanı yanıltabiliyor. Şu olayı bir de siz anlatsanız.”
Japp rahat etmek için bacak bacak üstüne attıktan sonra konuşmaya başladı.
“Herkesin bildiği gibi geçen salı günü büyük bir Zafer Balosu verilmişti. Colossus Hall’da. Bütün Londra oradaydı… tabii genç Lord Cronshaw ile arkadaş grubu da.”
Poirot dedektifin sözünü kesti. “Şu genç adamın kim olduğu konusunda beni bilgilendirseniz?”
“Vikont Cronshaw beşinci vikont’tu. Yirmi beş yaşında, zengin, bekâr tiyatro dünyasının tutkunlarından. Arkadaşlarının ‘Coco’ diye çağırdıkları ve her bakımdan büyüleyici bir kadın olan Albany Tiyatrosu’ndan Bayan Courtenay’la nişanlı olduğuna dair bazı söylentiler vardı.” “Güzel. Devam edin!”
“Lord Cronshaw’un grubu altı kişiden oluşuyordu: kendisi, amcası Eustace Beltane, Amerikalı güzel bir dul olan Bayan Mallaby, Chris Davidson adında genç bir aktör ve eşi, bir de Bayan Coco Courtenay. Bildiğiniz gibi bu bir kıyafet balosuydu; Cronshaw’la arkadaşları da -her ne demekse- eski İtalyan Komedisi’ni temsil ediyorlardı.”
Poirot, “Biliyorum,” diye mırıldandı. “Commedia deli’ Arte”
“Her neyse, kıyafetler Eustace Beltane’ın koleksiyonunun bir kısmını oluşturan küçük porselen heykelciklerden kopya edilmişti. Lord Cronshaw, Harlequin yani Soytarıydı; Beltane, Punchinello’yu Bayan Mallaby ise eşi Pulcinella, Davidson’lar Pierrot ve Pierette, Bayan Courtenay ise tabii ki Harlequin’in sevgilisi Columbine kılığında gelmişlerdi. Daha akşamın başında yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu belli oluyordu. Lord Cronshaw’un suratı asık, davranışları da garipti. Grup, akşam yemeği yemek için davet sahibi tarafından tutulmuş özel bir küçük odada toplandığı sırada lordla Bayan Courtenay’ın dargın oldukları herkesçe fark edildi. Genç kadının ağladığı, hatta bir sinir krizi geçirmenin eşiğine geldiği belli oluyordu. Yemek çok tatsız geçti, hep birlikte yemek salonundan çıktıkları sırada da Bayan Courtenay, Chris Davidson’a dönerek herkesin duyabileceği kadar yüksek bir sesle adamdan ‘artık balodan sıkıldığı’ gerekçesiyle onu evine götürmesini istedi. Ganç aktör Lord Cronshaw’a bakarak duraksadı, sonra her ikisini de yemek odasına çekti.
“Fakat tüm çabaları boşa gitti. Çift barışmadı. Davidson da çaresiz bir taksi getirtti ve artık açıkça ağlayan Bayan Courtenay’a evine kadar eşlik etti. Genç kadının sinirlerinin çok bozuk olduğu belliydi. Buna rağmen aktöre açılmadı, sadece ikide bir, “Cronch’u bu yaptığına pişman edeceğim!” diye tekrarlayıp duruyordu. Genç
kadının ölümünün kaza olmama olasılığına dair elimizdeki tek ipucu bu. Bu kadarıysa bizim için yeterli değil. Davidson, Courtenay’ı sakinleştirene kadar yanında kaldı. Sonra vaktin hayli ilerlemiş olduğunu görerek tekrar Colossus Hall’a dönemedi ve Chelsea Semti’ndeki evine gitti, karısı da çok geçmeden eve gelerek onların balodan ayrılmalarından sonra yaşanan korkunç trajedinin haberini getirdi.
“Anlatıldığına göre, saatler ilerledikçe Lord Cronshaw giderek daha tatsızlaşmıştı.
Arkadaşlarına da katılmadığından gruptakiler akşamın kalan kısmında onu hemen hemen görmemişler gibi bir şey. Saat bir buçuk sularında, herkesin maskelerini çıkarmaya hazırlandığı sırada, bir arkadaşı lordun bir locada tek başına durup aşağıdakileri seyrettiğini fark etti. Yüzbaşı Digby adındaki bu kişi Lord Cronshaw’un baloya hangi kılıkta geleceğini biliyordu.
“Aşağı inip insanların arasına karışsana, Cronch!” diye seslendi. “Ne halt etmeye orada baykuş gibi tünemiş duruyorsun? Haydi, bizi kırma, gel.”
Cronshaw, “Tamam!” diye yanıt verdi. “Yalnız beni bekle, yoksa bu kalabalığın içinde seni dünyada bulamam.”
Genç adam böyle derken dönüp locayı terk ediyordu. Bayan Davidson’la Yüzbaşı
Digby de bekledi. Fakat aradan dakikalar geçtiği halde Lord Cronshaw görünmedi. Digby sonunda sabırsızlanmaya başladı.
“Herif bütün gece onu bekleyeceğimizi mi sanıyor yoksa?” diye söylendi.
O sırada Bayan Mallaby de yanlarına geldiğinden, ona da durumu anlattılar.
Güzel dul, “Demeyin,” diye atıldı. “Bu gece zaten dişinin ağrısı tutmuş bir ayıdan farksızdı.Haydi hep beraber gidip onu gizlendiği yerden çıkaralım.”
“Böylece arama başladı, ama başarısız oldu. Ne var ki Bayan Mallaby onun bir saat önce yemek yedikleri odada olabileceğini hatırlatana kadar. Bunun üzerine o tarafa yöneldiler. Ama karşılaştıkları manzara korkunçtu! Harlequin gerçekten de oradaydı, ama kalbine bir yemek bıçağı saplı olduğu halde yerde yatıyordu!”
Japp sözlerini bitirdiğinde, Poirot başını sallayarak bir uzmanın keyfiyle, “Güzel bir iş!” dedi. “Ve bu işi kimin yaptığı belli değil, öyle mi? Tabii, nasıl olsun ki?”
Müfettiş omuzlarını silkti. “Bundan sonrasını biliyorsunuz. Üstelik trajedi bir değil, iki. Ertesi günkü gazetelerde olay büyük manşetlerle verildi. Ayrıca, sevilen aktris Bayan Courtenay’ın yatağında ölü bulunduğuna, ölümünün de yüksek dozda alınan kokainden ileri geldiğine dair kısa bir haber vardı. Bu ölüm kaza mıydı
yoksa intihar mı? ifade vermeye çağırılan aktrisin hizmetçisi, Bayan Courtenay’ın kokainman olduğunu itiraf edince ölüm kaza olarak kayıtlara geçti. Ancak, olayın bir intihar olabileceği de göz ardı edilemezdi. Bayan Courtenay’ın ölümü, bir gece önceki kavganın sebebinin ne olabileceği konusunda bir ipucu bırakmaması
nedeniyle de şanssız bir olay. Ha evet, adamın cesedinin üstünde mineli küçük bir kutu da bulunmuştu. Kapağında küçük elmaslarla Coco diye yazılıydı ve kutu yarıya kadar kokainle doluydu. Hizmetçi kutunun hanımına ait olduğunu söyledi.
Bayan Courtenay tutsağı olduğu uyuşturucuyu bu kutunun içinde ve hep yanında taşırmış.
“Lord Cronshaw da kokainman mıymış?”
“Kesinlikle hayır. Hatta her türlü uyuşturucuya karşı şiddetle karşıymış.”
Poirot yine düşünceli bir tavırla başını salladı.
“Ama kutu onun üzerinde bulunduğuna göre, lord, Bayan Courtenay’ın kokainman olduğunu bilmiyor olamazdı, öyle değil mi, dostum Japp?”
Japp dalgın bir tavırla, “Öyle, öyle,” dedi.
Ben gülümsedim.
Japp, “Bu olayla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
“Size bildirilmemiş olan herhangi bir ipucu bulamadınız mı?” “Bulduk. İşte bunu.” Japp cebinden küçük bir şey çıkararak Poirot’ya uzattı. Bu, zümrüt yeşili, ipek ipliklerinden yapılmış bir ponpondu. Bazı ipliklerinin tarazlanarak sarkmış
olması şiddetle koparıldığını düşündürüyordu.
Müfettiş, “Bunu uzatarak, elinde bulduk,” dedi. “Kenetlenmiş parmaklarının arasında.”
Poirot herhangi bir yorumda bulunmadan ponponu uzatarak, “Lord Cronshaw’un hiç düşmanı var mıydı?” diye sordu.
“Bildiğim kadarıyla hayır. Herkes tarafından sevilen bir genç adammış.”
“Ölümü kimin işine yarayacak?”
“Unvanı ve bütün mirası amcası Eustace Beltane’a kalıyor. Onunla ilgili şüphe uyandıran bir, iki nokta var. Bazı kimseler küçük yemek salonunda şiddetli bir tartışmaya kulak misafiri olmuşlar. Tartışanlardan biriyse Eustace Beltane’mış.
Öfkeye kapılarak masanın üzerinden alınan ve sonra… bu tabloya uyuyor…”
“Bay Beltane bu konuda ne diyor?”
“Garsonlardan birinin sarhoş olduğunu, kendisinin de adamı adamakıllı
haşladığını ileri sürdü. İfadesinde belirttiğine göre saat bir civarıymış. Sizin anlayacağınız, Yüzbaşı Digby’nin ifadesi vakti aşağı yukarı tespit ediyor.
Cronshaw’la konuşmasıyla cesedinin bulunması arasında sadece yaklaşık on dakika geçmiş.”
“Bay Beltane’ın Punchinello olarak bir kamburu vardı, değil mi?” Japp, Poirot’ya merakla bakarak, “Kıyafetinin ayrıntılarını bilmiyorum,” dedi. “Hem bunun olayla ne ilgisi olduğunu anlayamıyorum.”
“Yok mu?” Poirot’nun gülümseyişinde alaylı bir anlam fark ediliyordu.
Gözlerinde onda görmeye alıştığım ışıltıyla gayet sakin devam etti. “O küçük yemek odasında bir perde vardı, değil mi?”
“Evet. Ama…”
“O perdenin arkasında bir adamı gizlemeye yetecek kadar bir boşluk var mıydı?”
“Evet, küçük bir yer vardı. Ama siz bunu nereden biliyorsunuz? oraya gitmiş
miydiniz, Bay Poirot?”
“Hayır, sevgili dostum. O perdeyi kafamın içinde oraya yerleştirdim, olmasa dramın bir mantığı kalmıyor. Oysa her durumun bir mantığı malıdır. Söyleyin, bir doktor çağırmışlar mı?”
“Tabii, derhal. Ama yapılacak bir şey yokmuş. Ölüm ani olmuş olmalı.”
Poirot sinirli bir tavırla başını salladı.
“Evet, evet, anlıyorum. Şu doktor soruşturmada ifade vermiş mi?”
“Evet, vermiş.”
“Hiç olağandışı belirtilerden söz etmiş mi? Yani cesedin görünümde ona anormal gözüken hiçbir şey yok…